Avusturyalı psikiyatrist ve logoterapinin kurucusu Viktor E. Frankl'ın toplama kampında yaşadıklarını, bir psikiyatr gözünden değerlendirdiği bu kitap, her insanın kitaplığında bulunması gereken eserlerden biri. Yazar toplama kampında yaşadıklarını yüzeysel ifade etmeye çalışsa da bazı sayfalarda yaşadığı duyguların yoğunluğu gözlemlenebiliyor. Yazar anormal duruma verilen anormal bir tepki normal bir davranıştır diyerek toplama kampında hem esir hem de SS subaylarının davranışlarını özetliyor. Kitap,
1. Toplama Kampı Deneyimleri
2. Ana Hatlarıyla Logoterapi
3. Trajik İyimserlik Lehi Üzerine Ek Yazı, ile üç bölümden oluşuyor.
İlk bölümde toplama kampı koşullarına rağmen insanı neyin elektrikli tellere koşma fikrinden vazgeçirdiğini, kamp deneyimlerinin penceresinden anlatıyor. Kitapta birden fazla kez Nietzsche’nin “Yaşamak için bir nedeni olan insan her türlü nasıl’a katlanabilir.” sözünün tekrarlanması da insanın anlam arayışının önemini vurguluyor. İntiharın yamacında olan insanlarla yaptığı konuşmalarda onları hayatta tutan şeyin, insanların çok sevdiği bir çocuğu ya da bitmemiş kitabı olduğunu belirterek ölümlerin asıl sebebinin umudun yitirilmesi olduğunu söylüyor.
“Kötü koşullarda bile hayatta kalabilmek için hayatın bir anlamı olduğu bilgisinden daha etkili olabilecek bir şey yoktur. Nazi toplama kamplarında, hayatta kalmaya en yatkın olanların, yerine getirecekleri bir görevleri olduğunu bilenler olduğuna tanık oldum.”
Aynı zamanda yazar; esirler arasındaki davranışların ve tutumların da analizini yaparak uykusuzluk, yetersiz beslenme ve çeşitli zihinsel stres gibi durumlar gibi, biz güya özgür insanların, hayal bile edemeyeceği şartlar içerisinde tutsağın ne tür bir insana dönüştüğünün, kamp etkisinden ziyade içsel bir kararın sonucu olduğunu söylüyor. Herhangi bir birey; bu tür koşullar altında bile zihinsel ve ruhsal olarak neye dönüşeceğine, ne olacağına karar verme becerisine sahiptir ve insan onuru toplama kampında bile korunabilir. Koşullar ne olursa olsun, tutsak bile olsa, insanın kendi yolunu seçmesi, özgürlüğün son kırıntısıdır.
“İnsanın içsel değerine ilişkin bilinci daha derin, daha manevi şeylere bağlıdır ve kamp yaşamı tarafından sarsılamaz fakat tutsaklar bir yana, özgür insanların kaçı bu bilince sahiptir ki?” sorusu üzerine aslında etrafımız çitlerle çevrili olmasa bile biz özgürler ne tür bir bilince sahibiz sorgulamasını yapmamızı sağlıyor.
İkinci bölümde yazar, kendi uzmanlığı olan logoterapiyi anlam odaklı psikoterapi olarak tanımlıyor. Bu uygulamada danışanın, bazen duyması zor olan şeyleri duyması gerektiğini söylüyor. Terapi sürecinin geçmişe yönelik kısmının daha az olduğunu ve iç görüye dayanan bir yöntem olduğunu, geçmişten çok geleceğe odaklandığını, danışanın gelecekte içini dolduracağı anlamlarla uğraştığını belirtiyor. Bu uygulamaya göre hayatın anlamını keşfetme yolculuğumuzda, (1) üretimde bulunmak ya da iş yapmak, (2) deneyimlemek ya da biriyle temas etmek, (3) kaçınılmaz olan ıstıraba karşı alınan tavır olmak üzere bize rehber olabilecek üç farklı rota olduğunu söylüyor ve her bir ilkeye değiniyor.
Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisisin son basamağı olan kendini gerçekleştirmenin insan tarafından anlaşılamayacağını, bu yolda olan bir bireyin ne kadar çaba gösterirse o kadar uzağında kalacağını belirtiyor. Ancak insanın belki kendi ilkelerine dair bir dava ya da bir başka insanı sevme uğrunda kendini ne kadar unutursa o kadar insanlaşacağını, kendini o kadar gerçekleştirebileceğini, bunu da kendini aşarak yapabileceğini söylüyor. Yazara göre kendini gerçekleştirme, sadece kendini aşmanın bir yan etkisi olarak mümkün hale geliyor.
Yazar logoterapinin son aşamasında ıstıraba olan bakış açısının insanın hayatını nasıl etkileyebileceğini açıklıyor. Her yerde kederle yüzleşebileceğimizi ve şimdinin karanlığından bir şeyler kazanma şansını elde ettiğimizi söyleyenlere bireyin acısına neden olan durumu değiştiremiyorsa bile ona karşı tutumunu belirleyebileceğini, bize acı veren duyguların berrak ve kesin bir resmini çizdiğimiz anda bu duyguların acı olmaktan çıkabileceğini savunuyor. Hayatımızın her anının acıdan uzak ve zevk içinde olmayacağını ifade ederek aslında zevkin bir yan ürün olması gerektiğini, zevkin bir hedef haline geldiği zaman kaybolacağını veya bozulacağını ve acıya olan bakış açımızın değişmesi gerektiğini söylüyor.
Kitabın sonunda “O zaman hayatta olmanın anlamı nedir?” sorusunun cevabı verilmiyor, bence yazar insanın anlam arayışının hep sürdüğünü ve bunu deneyimlerimizin şekillendirdiğini belirtiyor. Kitapta, toplama kamplarından en zorlu olanından çıkan anıların olduğu kısım yüzeysel olarak anlatılsa da klasik kişisel gelişim kitaplarındaki acıyı yücelten iyimserlikle karşılaşmadığım için mutlu oldum. Zor bir süreçten sonra hayatta kalan ve bu sürede bile çalışmalarına devam eden yazar tüm etnisite tartışmalarını bir cümle ile özetliyor:
“Dünyada iki insan ırkı vardır, biri düzgün insanların oluşturduğu ırk, diğeri de ahlaksızların oluşturduğu ırk.”