Ölmek... Ölüp ölüp yeniden doğmak... İçinde sürekli olarak bir şeylerin kırıldığını, sanki demir çeliktenmişçesine adeta görünmez bir el tarafından tekrar tekrar eğilip büküldüğünü hissetmek... Tam ''Öldüm, evet ama yeniden doğdum işte!'' derken bir süre sonra yeniden öldüğünü ve akabinde yine dirildiğini fark etmek... Ve bu döngünün hiç bitmiyor olması...
''Küllerinden doğmak'' insan hayatında yalnızca bir kere olmuyormuş meğer. Bazı insanların hayatında ''Bir kere değil ama öyle hepi topu birkaç kere işte.'' şeklinde de olmuyormuş hatta. Sürekli sürekli olabiliyormuş mesela. Sanki neredeyse her gün ölüp sonrasında insanın kendisinin dahi anlayamadığı bir şekilde yeniden doğmak, ayağa kalmak, yaşamaya bir yerinden devam etme gayreti gösterirken kendini bulmak gibi... Ama işte bunlara aldanıp artık ayağa kalktığını, ölüm sessizliğinin uzaklaşıp yeni bir benliğin doğuşunun müjdesi olarak hayatında çiçekler açacağını düşünürse bu insan sonrası yine hüsran. Anlamlandıramadığı biçimde yine yıkılış, yine yerlere uzanış, yine bildiğini zannettiği ve inandığı şeylerin adeta hallaç pamuğu gibi oradan oraya sarsılışı, yine ''Bu sefer ben bittim artık, bu sefer gerçekten bitti her şey.'' şeklinde düşüncelere ve hislere saplanış, yine ruhunun derin ve dipsiz kuyularında bir şeylerin kırılışı, o kırıkların içine içine batışı, kanadıkça kanayışı, yine ölüm anının geldiğinin anlayışı... Ve yaşarken gerçekleşen ve tüm gerçekliğiyle hissedilen bu ölüm-yeniden doğum döngüsünün ne için bu denli sık ve bitmez tükenmez bir şekilde gerçekleşiyor olduğuna bir türlü anlam veremeyiş... Sahi, ne için hakikaten? Tamam, doğduğumuz hâlimizle ölmeye gelmedik bu dünyaya belli ki. Kabul. Ama ne için bu denli sık gerçekleşiyor ki bazı insanların hayatlarında bu içsel ölüm provaları? İçindeki bir şeylerin yıkılışı, içinde barındırdığın bir benliğin ölüşü ve oradan yepyeni bir benliğin doğuşu... Tamam, kabul. Ama sonrasında henüz o yeni doğmuş benliği tanımaya ve keşfetmeye çalışırken birdenbire onun da ölüşü ve oradan yine yenisinin doğuşu... Ne zaman bitecek acaba? Hiçbir zaman bitmez muhtemelen. Bu dünyaya dönüşmeye, gelişmeye, olduğumuzdan farklı yerlere/formlara evrilmeye geldik belli ki çünkü. O yüzden bunun hiç bitmeyecek bir yolculuk olma ihtimali de kabul, tamam. Ama en azından ne zaman bu içsel ölüm-yeniden doğum döngüsünün yaşanma sıklığı azalacak acaba?
Dışarıdan bakıldığında somut anlamda pek de bir şey yaşamıyormuş gibi görünmek ama içine adeta birkaç yaşamı birden sığdırıyormuş gibi hissetmek... Onların olanca kaotikliği, yoğunluğu... Ölen parçalarının arkasından yas tutacak aralık dahi bulamadan hemen bir başka parçanın içindeki enkazın altında kalmış cesetler arasında yerini alması... İnsanın içinde ölen parçalar mezarlığı... Ve artık buna alıştığını hissetmek, tüm bu hislerin tanıdık gelmesi, içindeki ölen parçalar mezarlığında bulunan cesetlerin başında gözyaşı dökmeye tenezzül dahi etmemek, zaten artık buna mecalinin de kalmamış olması... Ara ara gelip yoklayan umut dalgaları sayesinde bazen o ölen parçaların yerine nasıl bir şeylerin doğacağına dair merak ve heyecan hissetmek ama işte muhtemelen onların da çok uzun yaşamayacağını ''artık'' tahmin etmek... Fakat bir yandan da ölmüş parçalarının senden tamamen gittiğini hissetmemek... Aksine; tüm o ölmüş parçaların edinimleri ve hediyeleri, pişmanlıkları ve öğretileriyle hala seninle olduğunu ama bu sefer başka bir yerden, bambaşka bir düzlemden sana ve yeni doğmuş olan parçalarına eşlik ediyor olduklarını içinin derinliklerinde biliyor olduğunu fark etmek... İnsanın içinde ölen parçalar mezarlığı... Ölen parçalarının hayattayken yaptırmış olduğu olanca hata ve tüm bunlardan doğan pişmanlıklar... Bir de bunlar sayesinde ortaya çıkan bilgelik kırıntıları işte. Yeni doğan parçalarının ise bilinmezliği, keşfedilme ve içine henüz doğmuş oldukları insan mevcudiyetine adapte edilme, onun karakteristik yapısına bir şekilde eklemlenme gereksinimleri... Ve işte tüm bu içsel ölüm-yeniden doğum zinciri içerisinde ölenin yası ve ne olduğunun tam olarak kavranamayışı ile yeni doğanın heyecanı ve onu keşif arzusu arasında, ölümün akabinde ne olacağı, ölen parçanın yerine nasıl bir yeni parçanın geleceği ve onunla tam olarak neler yapabileceği hakkında bilinmezlik ve belirsizlikten türeyen korku kaynaklı melankoli çukuruna düşmek ile yeni doğmuş olan parçalarının ruhuna ve dolayısıyla hayatına getirmekte oldukları yeni ve taze soluğu içine derinlemesine çekerek bunu kutlamayı seçmek arasında öylece salınıp durma hâli... Ve birisinden birini seçmek yerine hepsini bir arada yaşamayı tercih etmek... ''Hem... hem...'' hâli yani. Hem acı hem hazzı hissetmek... Hem ölen parçalarının yasını tutmak hem de yeni doğmuş parçalarının ilk soluğunu kutlamak... Tüm bunların getirmekte olduğu içsel yorgunluğu ve aynı zamanda yeni ve farklı bir şeye doğru dönüşmekte, evrilmekte olmaktan duyulan tatmini ve çocuksu merakı bir arada hissetmek, hepsine birden kucak açmak... İçinde yaşanmakta ve hissedilmekte olan, yıkılıp yeniden yapılmakta olan her şeye kalpten bir kabul ve açıklıkla yaklaşmayı seçmek... İnsan olma deneyimini içsel olarak da doya doya, derinlemesine hissederek yaşamak için kendine ve kendi içinde gerçekleşmekte olan o kaosa dahi izin vermeyi seçerek yaşamak... Bu da insan olmanın, bu dünyada insan deneyimi yaşamanın hakkını vermek sayılmaz mı ki acaba?