Kitabı okuduktan sonra, daha önce kendisini hiç duymadığım yazarı araştırdığımda, yaşamını intihar ile sonlandırmasına çok şaşırdığım söylenemez. Kitabı okurken, toplumun çok dışında bir yerde kaybolan Dazai'nin ruhunun anılarını, hayata bakış açınıza göre ya izliyorsunuz ya da deneyimliyorsunuz. Zamanın en güzel yaptığı şeyi; geçip gitmesini başka bir hayat üzerinden görüyorsunuz.
Kitap, otobiyografi olmasına rağmen, Camus'un Yabancısında, Cioran'ın Çürümüşlüğün Kitabında ya da Zweig'ın kitaplarında işlediği çoğu karakterde bulunan melankoliyle karşılaşıyosunuz. Bu karanlık sayfaları üzüntü ile çevirirken "birinin, insanlığını yitirmesi için ne yapması gerekir?" Sorusunun cevabını da aradım ancak somut bir fikir oluşturamadım. Bu nedenle kitap melankoliden hoşlananların seveceği ancak biraz renkli dünyaları olanların ise karanlık ve kasvetli bulacağı bir otobiyografi.
Kadınların anlaşılmazlıkları, insanlarla birlikteyken oluşan garip sessizlikte kendi düşüncelerinden bile korkması ve rahatsız olması, her anının nedensiz bir şekilde korku içinde geçmesi, sürekli tedirgin bir şekilde izlendiğini düşünmesi, mutluluğun bile kendisini yaralaması, kararsızlığı ve geleceğe dair herhangi bir fikrinin olmaması, kendine iyi davranan insanlar olmasına rağmen dostluğu deneyimleyememesi, inanç dünyasında Tanrıyı sadece korku ile eşleştirmesi, "hayır" deme gücünün olmamasının verdiği yük ve gerektirdikleri, simsiyah bir trenin vagonları gibi yazarı kaçınılmaz bir sonra taşıyor.
Nietzsche'nin "yaşamak için bir nedeni olan her türlü nasıla katlanabilir" sözünün ışığında, doğduğu evde maddi sıkıntı çekmeyen ya da kadınlarla arası her zaman çok iyi olan yazarın bu "nedeni" arama çabası da maalesef görülmüyor. Bu nedenle, ruhunu sıkmak isteyenler için önerebileceğim ancak karanlığa tahammül edemeyenler için zor bir kitap.