Hafif bir rüzgâr geçiyor semadan. Soğuğu çehremi yakıyor, saç tellerimin arasından sinsice süzülüyor. Üşüyorum sanki ama hissettiğimi duyamıyorum. Sağır mı oldum? Yoksa bilmezden mi geliyorum? Ayaklarımı sallıyorum gibi. Boşlukta bir ileri bir geri. Tenim çıplak, tabanlarım yara bere içinde. Hiç acımıyor. Kanım desen ortalıklarda görünmüyor. Zemine damladığında çıkan o ses gelmiyor kulaklarıma. Hatta damlayabileceği küçük bir toprak parçası bile yok belki. Bilmiyorum çünkü göremiyorum. Gözlerim açık. Bunun farkındayım ama görüntüler bulanık. Net görmemi engelleyen bir şeyler var. 


Ne onlar? Ya da kim?


Kuş sesleri duymaya başlıyorum aniden. Nasıl oluyor bu? Az önce hissettiğimi duyamayan ben değil miydim? İçimdeki şüphe tohumları sulanmaya başlandığında bunu umursamıyorum. Önemli olan duyabiliyor olmam çünkü. Kuş seslerine kulak veriyorum gagalarına kaptırmadan. Cıvıl cıvıl değil duyduklarım. Usulca çıkmıyor sesleri. Hoyratça bağırıyorlar, küçük dillerini gere gere. Tiz bir ses çıkıyor her kanat çırpışlarında. Sevinçliler ama gerçekten değil. Bildiğimiz, bize öğretilen gerçek sevinç değil. Bebeğini seven ve ilk kez kucağına alacak olan bir annenin sevinci değil bu.


Bir yırtıcının açlık çektiği zaman, daha yeni ana rahminden çıktığı yavrusuna attığı adımlarının, kurnazca bileylediği sivri dişlerinin, pençelerinde kuruyan kanın sevinci.


Hayır! Bu sesler bir kuştan çıkmış olmamalı!


Kuşlar ne zaman bu kadar katilleşti?


Esen rüzgâr çıplak ayaklarımdan geçip elbisemin altındaki beyaz bacaklarıma sızarken bir elim boynuma ilerlemeye başladı. Parmaklarıma değen urgandan başka bir şey değil. Çok kalın, boynumu yok edecek kadar. Çok sert, derimi morartacak kadar. Çok sıkı, gırtlağımı sökecek kadar. 


Kavrıyorum yolunmuş yüzeyi güçsüz parmaklarımla. Çekmeye çalışıyorum, olmuyor. Tekrar deniyorum, olmuyor. Yine deniyorum, olmuyor. Ben her çekmeye çalıştığımda boynuma dolanan urgan daha da sıkılaşıyor. En sonunda vazgeçiyorum ama bu sefer de parmaklarımı kurtaramıyorum. Urganın arasında kalıyorlar. Geri alamıyorum. Urgan tekrar hareket ediyor, sıkılaşıyor. Kim yapıyor bunu? Parmaklarımın boynumun ince derisini delip geçtiğini, etime saplandığını hissediyorum. Tırnaklarımın arasına dolan çiğ etimi... Acımıyor. Sadece ufak bir uyuşma var.


Kuş sesleri yakınlaşıyor. Kuruyup birbirine yapışan dudaklarımı açıyorum. Sonra pişman oluyorum. Ağzımdaki sıvımsı, kaygan şey beni boğuyor. Onu dışarı atmak, kurtulmak geçiyor aklımdan ve öyle de yapıyorum. Bedenim öne doğru gidiyor, saçlarım omuzlarımdaki ince askılara sıkışıp kalıyor, kusuyorum. Elbisem siyah ve kırmızının birleştiği pelteciklerle dolup taşıyor. Göğüs kafesimden ciğerlerimi sökercesine bir öğürme kopup kuş seslerinin arasında dalgalanıyor bir bayrak gibi.


Hiç durmadan.

Sarsılarak.

Kendi pis kanımı kusuyorum.


Gözlerim kayıyor, onun yanı sıra da başım. Öyle hızlı geriye atıyorum ki başımı, cızırtılı kuş ciyaklamalarının arasında kemiklerimin çatırdadığını duyuyorum. Gözlerim gri renginin kuşattığı gökyüzü ile buluşuyor. Yıldızlar yok. Neden olsun ki? Tırnaklarım biraz daha ileri gidiyor boğazımda. Gözlerimden yaşlar akıyor yanaklarıma. 


Yutkunamıyorum.

Nefes alamıyorum.

Kendi pis kanımda boğuluyorum.


Kuşlar sarıyor etrafımı birden. Akbabalar. Tenimin kuruduğunu hissediyorum. Sivri gagalarını saplıyorlar her bir hücreme. Sıkıştırıyorlar, çekiyorlar, koparıyorlar. Sonra nereden geldiğini bilmediğim bir silah sesi duyuyorum. Mermi namludan çıkıyor. Boynumun tam ortasına saplanıyor. Parmaklarım sağlam, gırtlağımda bir yumru var. Gözlerimi gökyüzünden koparıp çevremdekilere çeviriyorum. Uzun, simsiyah ağaçlar… Ensemde urganın varlığını hissediyorum. Boynuma dolanan urgan, gökyüzüne uzanıyor. Diğer elimi hareket ettirmeye çalışıyorum. Olmuyor.


Ve o an fark ediyorum aslında ne yaptığımı.


Urganı sıkan, benim elim.

Namludan çıkan mermi, benim parmaklarım.

Derimi koparan akbabalar, benim hayallerim.

Boğulduğum pis kan, benim intiharım.


Bir cinayet işlendi.

Ben öldüm.

Ben öldürdüm….