Yıllar geçtikçe geçen sadece sayılar değil, aynı zamanda da özgürlüğümüzdür. Kendimizden pay biçelim, her sene sorumluluklarımız katlanarak arttı, artıyor. Bazen toplanıp gitmeyi düşünsekte itiraf edelim çoğumuz bunu yapamıyor. Into The Wild bunu yapabilen cesur Christopher McCandless’ın hayatını anlatıyor.


Christopher, geleceği parlak hatta Harvard’dan kabul alabilecek seviyede geleceği parlak bir gençtir. Onun hayattaki en büyük hayallerinden biri Alaska’ya gitmektir. Hayatı keşfetmek, doğayı yaşamak onun en büyük arzusudur. Ailesinin maddi durumu iyi olmasına rağmen bunları geri çeviren Christopher bir gün hayallerinin peşinden gitmeye karar verir ve sırtında çantasıyla kaybolur. Bu esnada ismini bile değiştirmiştir ve Alexander Supertramp yapmıştır. Ailesi tüm uğraşlara rağmen ona ulaşamaz. O kadar modern dünyadan bıkmıştır ki kredi kartlarını bile kırar. Tüm bunları okurken sanki kayıpmış gibi gelse de aslında hayatında deneyimleyemeyeceği birçok şeyi yok olduğu zaman gerçekleştirmiştir. Kapitalist zevk ve harcamaların dünyanın asıl zevkini, kıymetini anlamamızı zorlaştırdığını düşünüyordur.


Alexander'ın bu yolculuğuna ben hayat yolculuğu diyorum, bu yolculuk esnasında karısı ve çocukları trafik kazasında ölmüş ve yalnız ihtiyar bir adamla tanıştı. Kahramanımızın ihtiyara söylediği bir sözü hiç unutamayacağım: ona gerçek hayatı görmek istiyorsa konfor alanından çıkmasını, daha cesur olmasını söylüyordu. Bunları görünce insan kendine bakıyor ve acıyor çünkü hepimiz konfor alanımızdan çıkmaktan korkuyoruz. Hatta bundan mutsuzuz ama mutsuz olduğumuzun farkında bile değiliz. Film hakkında daha fazla spoiler vermeyeceğim gerisini okuyucularımın izlemesini ve tartmasını isterim.


Into The Wild benim izlediğim en güzel filmler arasında yerini aldı. Verdiği farkındalık, kahramanımızın cesurluğu inanılmaz etkileyiciydi. Kesinlikle izlenmesi gerektiğini düşünüyorum.