Bahçedeki portakal ağaçları çiçeklenmek üzeredir şimdi. Söylenip durduğun üst komşun köpekleri salmıştır bahçeye. Sana camları kapattıran o sevmediğin koku hasıl olmuştur yine, ama olsun varsın. Artık kokuların bi önemi yok ki, öğle saatlerinde bahçedeki hafif esintiyle hışırdayan yaprakların, çarşıdaki camiden duyulan ezan sesinin, kahverengi güderi koltuğun yıpranmış kenar biyelerinin, çarşıya giderken yoldan gitmek yerine kumsaldan geçerek kumlarda bıraktığın ayak izlerinin, sokakta yediğimiz böğürtlenlerin yüzümüzü buruşturan ekşimsi tadının, şu mutfakta hazırlayıp bahçede yaptığımız kahvaltının, balkondaki sallanan koltuğun gıcırtısının, kendi ördüğün battaniyenin rengarenk motifinin, kedi mırıltısının, denizin çarşaf gibi hareketsizken birden ışıltılarla ürpermesinin, seslerin, sessizliğin, kokuların, tatların, insana hayatta olduğunu anımsatan hiçbir şeyin anlamı kalmadı. 


Dünyada söylenmiş tüm sözlerin, yaşanan her anının sonsuz boşlukta asılı kaldığına ve aslında hiç kaybolmadığına dair bir şey okumuştum. Kumsaldaki ayak izlerimiz silinse ve hatta bir daha ayak izimiz olamayacak olsa bile o yürüyüşü yaparken konuşup güldüklerimizin bir yerlerde hala yankılandığına inanmak istedim bugün. 


Ne çok şey anlatmak istedim sana, “bugün neler oldu bi bilsen” diye başlayıp. Yıldızların gürültüsünden uyuyamayan Jamaikalı kadının hikayesi gibi ipe sapa gelmez şeyler anlatacaktım. Dönme dolapları da hiç sevmiyorum, o ne biçim şey hem dönüyor hem sallanıyor diyecektim. Bugün Gezi Parkı’nda güzel bi şey oldu, gerçek sevginin bazen vazgeçmek ve kendimizi kaderin kollarına güvenle bırakmak olduğunu gördüm diyecektim. Bağrıma kocaman bi pembe kuvartz basıp ağlamak istedim ama zihnimin içinde Bir Eylül Akşamı çalıp duruyordu, Ortaçgil ve Teoman “olamaz mı olabilir” derken ben inadına mutluydum diyecektim.


“İnsana mezarda bile rahat yok, bırakın da azcık uyuyem” dediğini duyar gibi olunca vazgeçtim. 


Hadi uyu sen, ben sonra anlatırım.