Gökteki dev alev topu, uzun süreli görevinin ardından emekliliğine hazırlanıyordu. Büyük patlamadan beri süren mesainin sonunda bedeninde helyuma çevirebilecek daha fazla hidrojeni kalmamıştı. Gücünün neredeyse tümünü yitirmiş, milyarlarca yıldır onun ışığında, onun izinden giden dostları artık bu dev topun her geçen saniye büyüyen vücudundan korkar olmuşlardı. Evrenin sonsuz soğuk boşluğunda, onun çevresine sığınmış bu birkaç gezegenin geçen milyarlarca yılın ardından kütlesine ve enerjisine duydukları hayranlık duygusunun yerini yeni bir duygu almıştı: Nefret.


Alev topu tıpkı bir yaşlı gibi ölüme yaklaştıkça hırçınlaşıyor ve bir yaşlının aksine ölüme yaklaştıkça kütlesini arttırıyordu. Büyüyen bedeni, ondan nefret eden eski dostlarından intikam alırcasına büyük bir hınçla, onları kendi vücuduna çekiyor ve birer birer yutuyordu.


Ancak aralarından bir tanesi, en değerlisi yok oluşu kabullenememişti. Goldilocks’ta bulunması, içerisindeki azot, karbon, oksijen, fosfor ve kükürtün harikulade uyumu milyonlarca yıl önce yaşamın oluşmasına yol açmıştı. Yaşamın beraberinde getirdiği yeşil ve mavinin muazzam uyumuyla, yıldız sisteminin en gösterişli üyesi halkalı gezegenden bile daha albenili bir görünüm elde etmişti. Yaşamın devamında getirdiği bilinç, doğal güzelliklerin yanına yapaylarını da eklemiş ve taklit edilemez bir şaheser ortaya çıkmıştı. Fakat sistemin en gözde parçası artık Tanrısına düşman olmuştu.


Yıldızın patlamasına beş milyar yıl kala canlılar, kıyametin ne zaman gerçekleşeceğini, nasıl gelişeceğini ve hatta sonrasında neler olacağını bile biliyorlardı. Süper bilgisayarlarında kendi yıldız sistemlerini simüle edip yok olmadan önce yok oluşlarını izlemişlerdi. Ancak bu apokaliptik kâbus üzerindeki çalışmalar yalnızca gözle görülür etkiler baş gösterdiğinde yapılmaya başlandı. Sadece birkaç yüzyıldır… 


Gezegenin nüfusu artan sıcaklıklar ve yaşama elverişsiz yeryüzü sebebiyle %90 oranında azalmıştı. Barınakların dışına teçhizatsız çıkmak intihardan farksızdı. Tanrı’nın ışıklarının giremediği yeraltı kentleri haricinde mavi gezegende yaşam kalmamıştı. Bilim ile uğraşan herkes son 700 yıldır sadece bu konu üzerinde çalışıyordu. Kimileri, gezegeni yıldızın yörüngesinden çıkarmanın yöntemlerini araştırırken, kimileri de gezegenin yörüngesine yıldızlarının görevini üstlenebilecek uydular yerleştirmenin yollarını arıyordu. Uydu konusunda çalışmalar kayda değer biçimde ilerlemiş olsa da gezegeni yörüngeden çıkarmanın bir yolu asla bulunamıyordu. Bu da yapay uydu çalışmaları ne kadar başarıya ulaşsa da bir işe yaramayacağını bildiriyordu.


Önce yeraltında yaşayarak atalarının eski hayat tarzlarına uzaktan da olsa dönüş yapan bu canlılar, adım adım onların medeniyetsizliğine dönüyorlardı. Yeraltı kentlerinde yaşam her geçen gün daha huzursuz bir hâl alıyordu. Yıldız her an patlayabilirdi ve bu, bilinçlilerin tek korkusuydu. Her bilinç ölmek için güne başlıyor, her sanatçı unutulmak için üretiyordu. Çok geçmeden, korkuya biraz olsun alışıldığında, kaos patlak verdi. Canlılar artık cezalandırılmaktan korkmuyorlardı. Yok olmayı bekleyen bir deliyi cezalandırmak veya öldürmekle kim korkutabilirdi ki?


Her köşe başında bir katil vardı. Canlılar yok oluşa tanık olmamak için ücreti karşılığında çocuklarını, eşlerini ve hatta kendilerini bu katillere öldürtüyorlardı. Her gün bir yeraltı kenti teröristler tarafından yakılıyor ve o kentteki yüzlerce, binlerce kişi yanarak veya zehirlenerek ölüyordu. 


Bilinçli varlıklar öylesine çaresizlerdi ki; birbirlerini yok etmek için ürettikleri hidrojen bombalarının yüzlercesini, birkaç dakika hatta belki de birkaç saniye daha kazanabilmek için yıldızlarına aralıksız şekilde fırlatıyorlar, sanki acıkmış Tanrılarının iştahını dindirmek için onu ellerindeki en gaddar silahlarıyla doyurmaya çalışıyorlardı. 


Huzur, yok oluş ile gelmişti. Tüm yıldız sistemini aniden renkler kapladı. Mavi, sarı ve yeşil… Ölümden korkanlar, ölümün avuçlarında eriyerek korkularından kurtuldular. Çaresizce gezegenlerini kurtarmaya çalışanlar gezegenlerinin yok olmasıyla bu imkânsız görevin sorumluluğunu üzerlerinden attılar. Milyarlarca yıldır yılmadan görevini sürdüren bu yıldız, olabilecek en görkemli şekilde emekliye ayrılmış ve kendisine yapılan vefasızlıkları unutmayarak bir kara deliğe dönüşmüştü. Artık evrenin karanlığında yalnız gezen gezegenleri koruması altına almıyor; onlara korku salıyor, onları evrenin karanlığından daha da koyu karanlığa, kendi içerisine hapsediyordu.


***


Avrupa Güney Gözlemevi’nin geniş salonunda son bir saattir aralıksız patlayan flaşlar, heyecan içerisinde salonda bekleyen insanların meraklarını daha da arttırıyordu. Yapılacak basın açıklaması ile ilgili verilen tek bilgi, daha önce hiç yakalanmamış bir görüntünün paylaşılacağıydı. Bu gizem yaratan ufak bilgi onlarca yeni dedikoduya yol açmıştı. Fakat insanlar arasında en popüleri, dünya dışı yaşamın keşfedildiği söylentisiydi. İnsanlar buna her ne kadar ihtimal vermeseler de evrendeki yalnızlık hissinden kurtulmak veya belki de sadece tarihe tanıklık edebilme isteğiyle gerçek olmasını diliyorlardı.


Tam olarak belirtilen saatte canlı yayın başladı. Devasa siyah ekranın önüne oturmuş beş astrofizikçi kendilerini tanıtıyorlarken insanlar bir an önce açıklamanın yapılmasını bekliyorlardı. Dik duruşu ve diksiyonuyla dikkat çeken gözlüklü ve kır saçlı profesör kürsüye ilerledi. Salonun ışıkları onun kürsüye ayak basmasıyla kapanmıştı. Patlayan birkaç flaş haricinde herhangi bir ışık kaynağı yoktu.

 

Çok geçmeden siyah dev ekrana bir animasyon geldi. Gecenin zifiri karanlığını dolunay kırıyor, gökteki yıldızlar ellerinden geldiğince Ay’a yardım ediyorlardı. Bu animasyon geceyi Alman bir çobanın gözlerinden izletiyordu. Çoban, kafasını koyunlarından kaldırıp usulca göğe çevirdi. Binlerce yıldız asılı duruyordu evrenin boşluğunda. Hızlıca yükseldi görüntü, atmosferin dışına çıktı. Yıldızlararası bir seyahatin başlangıcıydı bu. Münih’ten başlayan yolculukta saniyeler içerisinde binlerce yıldız geride kalmıştı ve ilerleyiş aynı hızda devam ediyordu. Cyngus Takımyıldızına varıldığında animasyon yerini gerçek görüntülere bırakmıştı. Ekrana saçılmış yüzlerce yıldızdan en merkezde olanı ansızın patladı. Bu insanoğlunun kayıt altına alabildiği en etkileyici görüntüydü. Sıradan bir süpernova değildi. Yeşil, mavi ve sarı renklerden oluşan bu şölen bir irise tıpatıp benziyordu. Evrenin gözü, insanın gözüyle karşı karşıyaydı.


Herkes büyülenmiş gözlerle ekrana kilitlenmişken salonun ışıkları tekrar açıldı. Görüntü tekrar tekrar oynatılıyordu dev ekranda. Salonda milyarlarca yıl önce başka bir gezegende, başka bir dil kullanılarak söylenmiş fakat aynı anlamları taşıyan birkaç cümle söylenilmeyi bekliyordu. Profesör kibarca boğazını temizleyerek konuşmasına başladı. “Bu eşsiz görüntü Evren’in milyarlarca yıl boyunca üzerinde çalıştığı, katrilyonlarca sanat eserinden yalnızca bir tanesi. Her ne kadar büyüleyici olsa da Kepler-452 süpernovasını eşsiz kılan, irise benzeyen görüntüsü değil. Bu süpernovayı eşsiz kılan, Güneşimiz gibi küçük kütleli yıldızların da gerekli şartlar sağlandığında mini bir süpernova oluşturabileceğini bize kanıtlaması ve Dünyamızın keşfedilmiş en yakın kuzeninin ölümüne sebep olması. İçerisinde bildiğimiz anlamıyla yaşam barındırmaya en müsait gezegen; Kepler-452b bu süpernova ile toz bulutuna dönüştü ve evrendeki yeni yolculuğuna, farklı bir formda başladı. 


Sevgili Dünyalılar, vakit geldiğinde gerekli şartlar oluşursa Güneşimiz de tıpkı Kepler-452 yıldızı gibi mini bir süpernova ile her kahramanı ve her korkağı, her medeniyet kurucusunu ve her yıkıcısını, her kralı ve her çiftçiyi saniyeler içerisinde atomlarına ayıracak ve tekrar birleşmemek üzere evrenin derinliklerine bir toz bulutu biçiminde uğurlayacak. Fakat şimdilik panik olmamızı gerektirecek bir durum yok. Henüz bu yeniden doğuşa beş milyar yıl gibi devasa bir zaman var.”