Katran karası şüpheyle uyudu, uyandı, yaşadı. Yaşadı denebilir miydi ya... Orası meçhul. Her gün göğsünde bir ağırlıkla uyanmak, uyumak sonra aynı yükle... Nasıl bir uykuysa o.

Sabah aç karnına içilen sigara gibi kekremsi bir tat ağzında mütemadiyen. Hep bir şeyler ters gidiyormuş hissi. Hoş, ne doğru gidiyordu ki... Ellerine bulaşan gres yağını temizlemeye çalıştıkça üstüne başına sıvıyor gibiydi. Üşüyordu. Şu gres yağından kurtulamadıkça titremesi artıyordu. Hayatındaki bütün yükler gres yağının üstüne birikmişti sanki. Derin derin nefes aldıkça rahatlayamayan ciğerleri gibi; ne kadar temizlense de arınamıyordu. Çözemediği ne derdi olsa o keskin koku burnuna gelip yerleşiyordu. Neler vermezdi şu kokudan kurtulmak için... Koku ne de önemliymiş meğer, şimdi anlıyordu.


Bugün önemli bir gündü onun için. Belki de bu kokudan kurtulacaktı ömrü boyunca. Son kez görecekti muhtemelen onu. Birbirlerinde kalan eşyalarını alıp vereceklerdi. Ayrılıktan sonra yaşanan en tatsız süreçlerden. İnsan bir kase dolusu Brüksel lahanasını yavan yavan yemiş gibi hissediyordu kendini. Sanki ne gerek vardı? İki parça pantolonla üç-beş parça bardak kalsaydı ne olacaktı? Niye isterdi ki insan böyle bir kapanışı? Niye ihtiyaç duyardı böyle bir şeye? Belki her şeyin bittiğini görmesi için gerekiyordu böyle samimiyetsiz bir buluşma. Bozuk zeytin tadında bir karşılaşma.


Yüreğinde bugünün verdiği sıkıntıyla zar zor kalktı yataktan. Camı açtı önce; bir ferahlık dolar belki içine diye. Camı açmasıyla şaşkın bir kedinin bakışıyla karşılaşması bir oldu. Bir çöp poşetinden rastgele düşmüş bir kılçık parçasını kemiriyordu kedi. "Nereden çıktı bu şimdi?" der gibi bakıyordu tüyleri bakımsızlıktan tiftik tiftik olmuş haliyle. Onu sevimli görebilmek için elinden geleni yapıyordu ama nafile... Uyuz bir kediydi işte, Bilge Karasu affetsin; kedilerin hepsini sevemiyordu. Kendisi de uyuz bir sokak kedisiyken beğenmiyordu uyuz sokak kedilerini. Şu saçına başına baksa, hele açıp içine; uyuz sokak kedisinden de beterdi. Acaba Mehtap onu bırakmadan önce de mi böyleydi yoksa Mehtap'tan sonra mı böyle oldu, kestiremiyordu. Belki ikisi de birdendi. Mehtap onu tam da böyle olduğundan bırakmış olabilir miydi? Zaten en baştan nasıl beraber olmuşlardı; neden ayrıldıklarından önce bunun cevabını vermek gerekiyordu belki. Bunları düşününce midesine bir ağrı girdi. Penceredeki kediyi bırakıp gitti, dolabı açtı. İçi geçmiş bir peynir, birkaç parça domates, alkollenmiş siyah zeytin, yumurta... Yüzünde tiksinti ifadesiyle kapattı dolabın kapağını. Sanki kebap olsaydı yer miydi ki? Kendini kandırıyordu işte. Bir duşa girmeliydi. Son görüşmesinde temiz olmalıydı, güzel kokmalıydı. Niye? Hiçbir fikri yoktu. Sadece öyle olması gerektiğini biliyordu. Kapattı dolabın kapağını, soyundu, duşa girdi.


Duştayken Mehtap'ı düşündü istemsiz. Onunla geçirdiği geceleri... İçindeyken hissettiklerini. Ona her şeyi yapabileceğini düşündüren memelerini. Terle karışık yasemin kokusunu. Başı döndü. Çok tahrik olmuştu. Dokundu kendine. İnsan böyle durumlarda sevgilisini düşünmez diye bir algı vardı, kendini bir an kötü hissetti bu yüzden. Ama Mehtap'ı o kadar istiyordu ki o anda; duramadı. Eliyle girdiği samimiyetsiz bir haz ilişkisi de olsa bu, Mehtap'la yaşadığı gecelerin bir özlemiydi. Gözünün içine bakışını, tutamadığı inlemelerini, kollarını ölesiye sıkışını hatırladı. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Nefes nefese kaldı. Onunla sevişirken hissetmediği kadar özgür hissetti kendini. Bıraktı kendini hiç olmadığı kadar. Uzun sürmedi bu mutluluk hali. Biter bitmez kendini kötü hissetti. Bir an önce çıkmak istedi duştan. Çıktı da apar topar.


Mehtap'ın ona aldığı gömleği aldı eline. Ütülemeden giydi. Altı hala çıplaktı. En son çekmeceden bir boxer aldı. Komodinin üstündeki aynayla, aynadaki kendisiyle göz göze geldi. Ne yapıyorum ben, diyerek hışımla çıkardı gömleğini. Kendimi komik duruma düşürecektim her zamanki gibi, diye düşündü. Alelade bir tişört aldı; "sıradan bir gün işte benim için" der gibiydi. Büyük bir çanta bavul çıkardı bazanın altından. Mehtap'la bu yaz Side'ye gidecekler diye almıştı bu çantayı. Mehtap bilmiyordu tabii. İlişkilerinin tıklandığını hissettiği bir zaman yapmıştı tatil rezervasyonunu. Mehtap'a sürpriz yapacaktı. Buluşalım, demek için arayacaktı da Mehtap arayıvermişti. Aynı şeyi söylüyordu ama iki buluşalım arasında ne kadar fark olabilirse o kadar fark vardı. Tek seferde. Soluksuz. Buz gibi. Buz gibi terler gibi kalbinden başlayıp ayak parmaklarına kadar yayılan. Yutkundu; ben de seni arayacaktım, özledim, diyemedi. Peki dedi, nerede? "Caddenin karşısında bir kafe var ya hep önünden geçtiğimiz; yarım saate orada olurum." Tamam, görüşürüz, diyebildi zar zor.


Caddenin karşısındaki kafe ha? Hiç gitmediğimiz, gitmeyeceğimiz... Yol kenarlarındaki alelade kafelerden her büyük şehirde olan. Hani üst düzey bistro gibi görünse de içeride okuldan kaçan öğrencilerin tavla attığı, hit olması koşuluyla Türkçe ya da yabancı pop çalan bir yer. Samimiyetsiz yani. İnsan ancak yolüstü bir işi varken çay içmek için uğrar öyle bir yere. Ya da nezaketen görüşmek zorunda olduğu biriyle oturuverir ayaküstü.

İçinde bir şeyler kopuverdi bunları düşününce. Bu kadardı demek... Böyle olmuştu. Birlikte en savunmasız anını paylaştığı, en korktuğu şeyleri anlattığı, gözlerine dolu dolu bakıp "seni seviyorum" dediği Mehtap şimdi yol üstündeki alelade bir kafeye çağırıyordu onu ayrılmak için. Bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını hissediyordu. Adını tam koyamasa, nedenini tam bilemese de iliklerinde hissediyordu bunu.


Kapıdan çıkmadan kendisiyle çok savaştı. Sanki dışarı adımını atmasa her şey çözülecekti. Ya da aynı kalacaktı işte. Hayatında evden çıkarken bu kadar düşündüğü bir an daha var mıydı, hatırlamıyordu. Ama sonunda çıktı. Kafeye doğru, ne olduğunu bildiği bir endişeyle yoluna devam etti.

Tüh, Mehtap'ın ojelerini almalı mıydı? Amaan, kalsaydı hele.


Kapıdan dışarı adımını atar atmaz o uyuz kediyi görmeseydi her şey daha iyi olacaktı sanki. Korka korka yürümeye devam etti. Hava da inadına ne güzeldi... Yeni başlangıçları müjdeleyen kokularla bezeliydi sokaklar.