Uyarı: Tetikleyici ögeler olabilir.



Aynaya bakmaktan korktuğunu, aynaya bakınca anlamıştı. Bu düşünce onu bir an için güldürdü. Sonra hala gülebildiği için kendine kızdı. Birazdan ölecekti, bu dünyada gülünecek bir şeyleri hala bulabiliyor olması saçmalıktı. Aynadan kendisine bakmayı sevmese de “Son kez.” diye teskin etti kendisini. Bakışlarını kendisine bir namlu gibi doğrulttu. 25 yıllık hayatını, kendi gözlerine bakmadan bitirmek istememişti. Vedaları sevmezdi. Bu yüzden de kimseyle vedalaşmamıştı. Ailesinin, arkadaşlarının haberi alınca vereceği tepkileri düşündü. İçsel sıkıntılarını dışarıya yansıtmayı başarabilen biri değildi. Bununla övünmüyordu. Kendisine çok büyük zararlar verdiğini bilirken övünmesi de anlamsızdı. Ailesinin ve diğer sevdiği insanların çok şaşıracaklarına emindi. Hepsinin çok üzüleceğine de. Kimseyi üzmemek için yaşadığı şu hayatın sonu, birilerini mutlaka üzecekti. Zaten bu düşünce yüzünden aldığı kararı aylardır erteliyordu. “Bu gece bitecek.” dedi, aynadan kendisine bakmayı sürdürürken. Bu gece bitecekti, çünkü bu gece farklıydı. Bu gece Ankara’ya yılın ilk karı yağıyor, şehri beyaza bürüyordu. Genç adam nasıl öleceğini aylardır düşünüyordu. İntihar etmenin tek güzel tarafı buydu ona göre. Nasıl öleceğine; nerede, hangi havada, ne zaman, kiminle öleceğine karar verebilmek... “Büyük lüks.” diye düşünmüştü bu düşünce kapısını ilk çaldığında. Aynadan gözlerine bakmaya devam ederken artık zamanın geldiğini biliyordu. Saat 23.23’tü. 00.00 olduğunda çıktığı sandalyeye tekmeyi atmalı, tek kişilik bu sıkıcı tiyatro oyununun son perdesi kapanmalı, seyirciler yataklarında huzurlu bir uykuya dalmış olmalıydı. O, son nefesini vermiş olmalıydı. Dünyaya “Hoşça kal” derken bambaşka dünyalara “Merhaba” demeliydi. Şimdi, kendisiyle vedalaşma vaktiydi.


“Yemin ederim,” diye fısıldadı aynada kendisiyle göz göze gelince. “Bu dünyada seni yaşatmayı başaramadım ama her nereye gidiyorsak...” Gözünden düşen bir damla yaşı izledi uzun uzun. “... orada daha mutlu olacağız. Sana söz veriyorum, bir daha kalbimizin bu kadar kırılmasına izin vermeyeceğiz. Bir daha asla.” Artık gözyaşları durmadan akıyordu. “Asla bu manzarayı görmeyeceğiz.” Bakışları artık gözlerinde değildi. Tavana astığı ipe bakıyordu. Küçük bir çocukken bu iple oyunlar oynadığını hatırladı. O zamanki mutluluğunu. Şen kahkahalarını. İçinde olmaktan mutluluk duyduğu, çok sevdiği o hayat ne olmuştu da ona acı verir hale gelmişti? “Çocukluğun kendini saf bir biçimde akışa bırakabilmesi ne güzeldi. Yiten bu işte.” diye fısıldadı çok sevdiği bir şairin dizelerini hatırlayarak. Dışarıdan gelen kahkaha sesleriyle irkildi. Dünya genelinde yayılan salgın bir hastalık vardı ve bu yüzden yaşadığı ülkede sokağa çıkma yasağı uygulanıyordu. Oturduğu mahalleden az önceye kadar çıt çıkmıyordu. Merakına yenik düşerek pencereye doğru ilerledi. Camı açıp kafasını dışarıya uzattığında, her şeye rağmen gülümsedi. Tıpkı tüm yaşanan olumsuzluklara rağmen kar yağdığı için sevinçle kartopu savaşı yapan çocuklar gibi. Dünyanın büyüsüyle sarmalandığını hissetti. “Hayat ne garip.” diye düşündü, beş dakika önce çıt çıkmayan mahallesinde şimdi çocuklar kahkahalarla gülüyor, ıskalamadan hayatı yaşıyorlardı. Iskalanan bir hayat. Onun hayatı buydu. Hep böyle hissetmişti. Bu zamana kadar güzel şeyler ona çok nadir uğramıştı. Bu saatten sonra yaşasa bir şeyler değişir miydi? Beş dakika öncesini düşündü. Dışarıdaki sessizliği. Sonra bir anda neşeli kahkahalar duyulmuştu sokaktan. Onun hayatı da böyle olur muydu? Çocuklar ellerinde kartoplarıyla neşeli kahkahalar atar mıydı içinde? “Bunları düşünmenin bir anlamı yok.” dedi içi burkularak. Birden her şeyden çok uzak hissetti kendini. Her şeye, herkese çok uzakmış gibi. Çok geç kalmış gibi. Bunları düşünmenin anlamı yoktu çünkü onun içinde çocuklar neşeli kahkahalar ata ata kartopu savaşı yapmamıştı hiç. Kimseye anlatamadığı şeyler birikmiş, bir dağ olmuştu. Çocuklar da o dağdan yalın ayak kayıp hasta olmuşlardı. Onun hikayesinde güzel şeyler anlıktı.


İçinin daha da sıkıldığını hissetti. Öldüğünü duyunca ailesi nasıl hissedecekti? Mahvolacaklarına, üzüntüden nefes dahi alamayacaklarına emindi. Zaten bu kararı bu kadar geç almasının sebebi de ailesiydi. Bir de çok sevdiği arkadaşları. Hayatına aldığı bazı insanlara arkadaşım diyordu ancak biliyordu ki onlar çoğu zaman bir arkadaştan fazlası olmuşlardı. Bir yere kadar... Artık kimse, onun için “bir şeyden daha fazlası” olamıyordu. Çünkü herkesin insan olduğu gerçeğiyle yüzleşmişti. Herkes kaynaması gereken bir suyun içinde sırasını bekliyorsa kimse kimsenin suyunda kaynayamazdı. Kimse kimse için ölmezdi, yanmazdı, yıkmazdı. Biraz üzülür, ağlar, sonra her şeye olduğu gibi buna da alışırdı. Bu düşüncenin şefkatli bir el gibi onu sarmaladığını hissetti. Ailesi biraz ağlardı, sonra alışırdı. Hem o emindi ki onun açtığı boşluk çok rahat bir şekilde doldurulabilirdi.


Şu an düşünmesi gereken şeyin bu olmaması gerektiğini fark etti. Ölecekti. Gideceği yer belli değildi ve öldükten sonra ailesinin ne hissettiği de artık onu ilgilendirmeyecekti. Belki de ilgilendirecekti. Cevabı almasına on dakikadan az kalmıştı. Kendi kendine güldü, cevap belliydi. Herkese bir şeyler için şans verilse bile ona verilmezdi. O, intiharı seçiyordu. Küçükken babaannesinden, tanrının intiharı affetmediğini duymuştu.


Yüzünde hissettiği soğukla kendisine geldi. Artık zamanı gelmişti. Son kez karlı Ankara gecesine, neşeyle oynayan çocuklara baktı. Kafasını gökyüzüne kaldırdığında bu dünyaya son gülümsemesini gönderdi. Karın yağmasını seviyordu. Kar yağdığı zaman gökyüzünün aldığı pembeliği sevdiği gibi. “Dünyayla vedalaşmak için güzel bir hava.” dedi camı kapatırken. Gözü saate takılmıştı. 23.57. Bir anda içinin buz gibi soğuduğunu fark etti. Neden böyle hissettiğine anlam veremedi. Son ana kadar ölmek istemişti, şimdi neden ölmekten korkuyordu? “Bilinmezlikten.” diye fısıldadı sandalyeye çıkarken. Şu an bu dünyadaydı, acı çekiyor olsa bile yaşayacağı şeyleri az çok biliyordu. Ama iki dakika sonra, sandalyeye o tekmeyi attığında nereye gideceğini bilmiyordu. Uyandığında kendini bir çiçek olarak da bulabilirdi, bambaşka bir hayatın başrolü olarak da. Bilinmezliğin onu korkuttuğunu kabul etti, hayatının kalan son bir dakikasında. Halatı boynundan geçirirken gittiği yerde pişman olup olmayacağını düşündü. Pişman olacak bir zihne sahip olur muydu? Bilmiyordu. Sorular artıp cevaplar azaldıkça korkusu daha da katlandı. Biraz daha düşünse vazgeçecekti. Son kez bütün çöküşlerini, kalp kırıklıklarını, panikataklarını geçirdiği odaya baktı. Boynundan geçirdiği halatı sıkarken, telefonuna kurduğu alarm odaya sakin bir müzik vermeye başlamıştı. Vakit gelmişti, odasındaki saatin akrebi ve yelkovanı tam on ikide kavuşmuşlardı. Ayağını kaldırıp sandalyeye tekme atacağı an duraksadı. Yapamayacağını hissetti. Onun için hala bir umut olabilir miydi? Yaşaması için bir anlam, bir yerlerde onu bekliyor olabilir miydi? Dışarıdaki çocukları hatırladı. Yaşam, onlar için hala vardı. Belki de yapması gereken boynuna halatı geçirmek değil, dışarıda çocuklarla kartopu savaşı yapmaktı. Yaşam herkes için vardı, onun için neden olmasındı? Tam boynundan halatı çıkaracakken dışarıdan gelen seslerle irkildi ve kaldırdığı ayağı sandalyeyi yere devirdi.


Peşindeki korkunç bakışlı adamlardan kaçan genç kadın, hayatta kalabilmek için kendini, kapısını açık gördüğü ilk apartmana attı. Gördüğü ilk dairenin kapısını olanca gücüyle yumruklarken bir yandan da yaralı karnını tutuyordu.


O gece aralarında sadece beton yığını bulunan iki genç de ölmeden önce benzer cümleler kurdular.

“Ne olur açın kapıyı, yaşamak istiyorum!”

“Ölmek istemiyorum, hayat bir yerlerde hala var.”