Yazılarımı çok daha mükemmel bir şekilde kaleme alma imkanım olmasına rağmen, yazmanın kendisini sevdiğimden dolayı, yazmak için yazıyorum. Bu yüzden uzun süre üstünde ince eleyerek yazmak yerine tek oturuşta yazmak ve keyifli bir vakit geçirmek (belki burada yayımlanan ilk yazım dışında) benim için -en azından bu sitede- eksiksiz bir yazı yazmak kadar önemli veya yeterli. Binaenaleyh aklıma ilgi çekici bir konu geldiğinde bilgisayarımın başına oturur ve keyifli bir vakit geçirme fırsatını elde ederim. Elbette bu yüzden yazılarım normalden daha yüzeysel olabiliyor ve yeterince detaylı ve derinlikli olmayabiliyor. Lakin bunu yaparak çok daha fazla yazı yazıp aynı zamanda daha fazla metin yayımlayabileceğimi gördüm. Bugün ise aklıma birkaç konu geldi, bunlardan birisi de bu yazının konusu. Biz bu yazıda İslam dünyasında felsefenin ilerlemişliğini ele alacağız. Ve bunu İslam dünyasındaki ilk filozoflardan olan Kindi, Razi'nin felsefeleriyle somutlaştırarak yapacağız.


İslam felsefesi kendisini 8. ve 12. yüzyıllar arasında göstermiş, Hegel'in deyimiyle adeta felsefeyi kurtarmış (çeviri hareketi), onu tartışmalar ile daha ileriye taşımış, ve skolastik felsefeye ise köprü görevi görmüş, bütün bunlar sayesinde hem düşünsel hem de tarihsel açıdan büyük bir iş başarmıştır. Kuşkusuz bunda kilit isimlerin rolü çok fazlaydı (Rüşd, Sina vs.). Lakin İslam felsefesi tarihinde yer alan her bir filozof, kendi çağının sınırlarının izin verdiği ölçüde, olabilecek en yetkin seviyeydi ve her filozof tek tek aydınlığın bayrağını taşıyordu. Bütün bunlara rağmen bazı yüzeysellikler ve tek kitaplık okurlar yüzünden İslam felsefesi de diğer pek çok şey gibi yanlış veya yalandan eleştirilere maruz kalabiliyor, onu okuyanları veya övenleri ise olur olmadık şekilde "dinci" diye damgalayabiliyor. Sadece İslam felsefesinin bundan pay almadığını söylemiştik. Öyle ki bütün bir Orta Çağ tarihini bile çok basit bir şekilde tek kalemde yok sayabileceklerini zannedenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çok. Bu sözü geçen kişilere göre Antik Çağ (özellikle Yunan) harikaymış, dini geride bırakarak seküler bir seviyeye ulaşmış, tam anlamıyla bilimcilermiş, ama Orta Çağ'a gelindiğinde ise din yüzünden her şey bitmiş, mahvolmuş, felsefe ve bilim ölmüş, insanlık uf olmuş... Tarihten veya dünyadan kopukluk demek bu olsa gerek. Hiçbir zaman bir filozofa indirgemeci yaklaşamayacağınız gibi, bin yıllık bir tarihi de 2-3 kelimeyle geride bırakamazsınız. Elbette Orta Çağ tarihinde de gerilemeler, karanlıklar mevcut lakin bunu bütün bir bin yıla yayıp, onun tamamının "Karanlık Çağ" olduğunu ileri sürmek hayalperestin zihninde yaşamaya benzer. Dünya tarihinin hangi bölümünde karanlık, gerileme vb. şeyler kendini göstermemiş, işte bunu hiç anlayamadım. Orta Çağ da kendi içinde değil, dünya için de tam anlamıyla ilerleme diyebileceğimiz şeyler vardı. Üniversitelerin kuruluşu bunun için basit bir örnek bile diyebiliriz. Öyle ki sanıldığının aksine "özgürlük, eşitlik, hak" gibi kavramlar kendini Fransız Devriminde veya 18. yüzyılda değil, Orta Çağ'da göstermişti. Nominalizm kendini bir üst seviyeye taşımıştı ve deneyci filozofların habercilerini yaratmıştı. Örnekleri ardı sıra dizmek istemiyorum. Çünkü okur Orta Çağ hakkında dogmalardan veya ezberlerden sıyrılmışsa bu yeterlidir.


İslam felsefesinin 8. yüzyılda başladığını daha önce söylemiştik. Emevi devletindeki tartışmalar (özellikle her açıdan bir ilerleme sayılabilecek Mutezile) ise bunun habercisi idi. Lakin Abbasiler ile İslam felsefesi kendini ancak gösterebilmişti. Abbasiler, Emeviler'e kıyasla çok daha hoşgörülü sayılabilirdi ve felsefeye, bilime sadece zihinsel veya manevi değil, maddi olarak da destek çıkıyorlardı. Halk tarafından kovuşturmalara uğrayan Sina'nın tıptaki marifetleri sayesinde sultanlar sayesinde korunduğu bilinir. Abbasilerin Kuranla ve hadisle yetinmeyip, İslam dininin bilgiye kapalı olmadığı düşüncesi çok önemli bir rol oynuyordu, felsefenin, bilimin bilgisine kendini kapatmadan bunlara izin vermesi yeterli bir zemin hazırlıyordu. Bu şekilde bir tavır almaları sayesinde ileride vahiy ile felsefenin hakikat ile birlikte iş görebileceği düşüncesini doğuracaktı. İşte İslam filozoflarının ilki olduğu söylenen Kindi böyle bir düşünsel zeminde felsefi açıdan büyük gelişme göstermişti. Lakin bu önemli filozofa geçmeden önce İslam felsefesi hakkında da bir yanılgıyı düzeltmeye gerek var. İslam felsefesi dendiğinde yapılan yanlışlardan biri, bunun İslam dininin ürettiği bir felsefe zannetmek. Böyle bir şey birçok açıdan mümkün değildir. Bir kere "bir dinin felsefesi" diye bir şey yoktur. Din veya din adamı felsefecidir diye bir şey olmadığı gibi dininde kendine ait bir felsefesi olamaz (tıpkı "felsefeli toplum" olmadığı gibi). Biz bunu söylediğimizde daha çok o uygarlığın düşünsel, daha da doğrusu kültürel birikimin ürününden bahsediyoruz ve o uygarlığın mahsullerinden olduğuna dikkat çekiyoruz. Böyle bir şey olsaydı zaten ortaya kelam ile felsefenin tamamen özdeş olması gibi komik bir durum ve çelişki ortaya çıkardı.


Yazımızda filozofların hayatını anlatmayacağız, daha çok onların felsefesine ve felsefelerindeki yeniliklere ve ilerlemelere dikkat çekecek, daha sonra skolastik felsefesi ile olan ilişkilerine hafiften parmak basacağız.

Kindi, herkes tarafından İslam felsefesinin kurucusu sayılmasa bile kuşkusuz ilkiydi. O, kelamdan, mistisizmden felsefeye geçişte önemli ve yeterli bir rol oynamıştı. Kindi felsefenin dogmatik olmadığını ve hakikat aramaktan başka bir şey olmadığını söylüyordu. Ona göre hakikatin nereden geldiğinin çok da bir önemi yoktu. Hakikatin mevcut olması ve ona ulaşmanın mümkün olması bir filozof için yeterliydi. Filozof da hakikat nereden gelirse gelsin rahatsızlık duymadan hakikati kabul etmek zorundaydı. Felsefe bunun için yeterli imkanı ve yeni teknikleri sunacaktı. Lakin bunları söylemesine rağmen Kindi dine aykırı bir şey söylemekten sakınır ve din ile çelişmeden tutarlı ve akla dayanan bir felsefe üretmeye çalıştı. Okuru tam burada uyaralım. Müslüman veya İslam dünyasındaki filozofların çoğunun (aslında hepsinin diyebiliriz) hem fikir olduğu nokta akıldır. Her ne olsun her şey akla yatkın olmak ve onun üzerinde yükselip her şeyi onunla açıklamak zorunda olduklarını söylüyorlardı. Nitekim onlara göre insanlar akıl sayesinde hayvanlardan üstün olması bir yana, Allah'ın insanlara bu gibi sebeplerle verdiğini düşünüyorlardı. Hatta onlara göre öte bir dünyaya ulaşmak için bile gerekli ve önemli olan tek şey akıldı. Bunun dışında ortak görüşte oldukları şey ise "hareket-zaman" veya daha ileri gidecek olursak "hareket-zaman-mekan" üçlüsüydü. Kindi'ye ve diğer pek çok İslam filozofuna göre bunlardan biri olmaksızın diğeri var olamazdı. Ancak eş zamanlı ve birlikte var olabilirlerdi. Artık Kindi'nin saf felsefesine geçebiliriz.


Metafiziği:

İleride İslam filozoflarının büyük oranda dine kıyasla Aristoteles ile daha çok tutarlı olacak olmalarına rağmen Kindi için - az önce de söz ettiğimiz gibi - aynı durum söz konusu değildi. Aristoteles'e göre madde veya dünya ezeliydi fakat Kindi bundan ayrı olarak hareket eder. İslam dini ile tutarlı olmak üzere onun yoktan var edildiği konusunda ayrılır. Onun, Aristoteles'ten çok farklı olmayan metafizik tanımı onu teoloji ile özdeş kılmaya götürür. Ona göre felsefenin esas görevinin her şeyin ilk sebebi olanının bilgisidir. Her şeyin onun sayesinde var olduğu, gâyenin sadece bu olduğu, ilk devindiren olan Tanrı'dır bu ilk sebep. Kindi, Tanrı'yı kanıtlamak için ise iki argüman kullanır. Bunlardan biri Düzen ve Amaç Delili, diğeri ise Hudus delilidir.


Tanrının Kanıtlanması:


Düzen ve Amaç Delili hepimizin bildiği bir delildir. Kindi'ye göre evrende her şey düzen içeriyordu ve bu düzen mükemmeldi ayrıca kusursuz bir eser gibiydi. Tüm bunlar bir yana bu düzen, düzen olmaktan ibaret değildi, düzen olmasının bir amacı vardı. Ona göre her şeyin düzen içinde olmasının nedeni her şeyin bir amaca göre hareket ediyor olmasıydı. Kind buradan Tanrı'nın var olması gerektiği sonucunu çıkarır. Çünkü düzen, amaç, plan varsa bir düzen koyucunun, ya da daha net bir şekilde söylemek gerekirse, bunca amacın amaç olarak kalması ve anlamsız kalmaması için zorunlu olarak bir hedef belirleyicinin de olması gerekir, ki bu varlık da mükemmel bir düzenin yaratıcısı olduğundan zorunlu olarak var olan ve hiçbir kusuru olmayan, yarattığından zorunlu olarak daha üstün olan bir varlık olması gerekirdi. Bu varlık da Tanrıdır.


Hudus Delili şüphesiz çok değerlidir çünkü İslam dünyasının bu ilk filozofu şimdiden bir ilerleyişi haber verir verir ve çok da önemli olarak geliştirilmiş olmaktan ziyade özgündür. Kindi argümanın başında Philoponus'tan yararlanır ve her yaratılmışın bir yaratıcısı olması gerektiğini söyler. Sonluluk var ise onun üstünde de bir sonsuzluk da var olması gerekir. Bu zıtlıklardan sonra Kindi Euklides'ten yararlanarak argümanını güçlendirmeye devam eder. Bu dünyadaki her şey, eşya eğer sonluysa bu âlemde sonlu olması gerekir çünkü bunun tersi çelişkili bir şeydir. Eğer tüm bu şeyler sonlu ise onlar ezeli, yani yaratılmamış, her zaman var olan bir şey de olamazlar. Bunun da tersi çelişkili bir şey olacaktır. Bunlardan sonra ise bu evren sürekli bir değişme, yani devinim içerisindedir. Ezeli olan bir şeyin hareket ettirilen olmasından çok hareket ettirici olması beklenir. O halde bu evren sonludur, değişkendir, ezeli değildir ve yaratılmış olmak zorundadır, dolayısıyla başka bir yaratıcı varlık olması gerekir. Kindi'ye göre evrenin cismi (mekanı), hareket ve zaman ancak birbiriyle eş zamanlı olarak var olabilir. Zaman ise bundan dolayı hareketin bir ölçüsü olur çıkar (burası Aristoteles'i hatırlatır). Bunları kabul etmek zorundayızdır ve kabul ettikten sonra evrenin ezeli olduğunu, yani zamandan da önce olduğunu söyleyemeyiz. O halde her şeyden önce olan, kendisi değişmeyen, hareket etmeyen ama devindiren bir varlık olması gerekir, bu da Tanrı'dır.


Ahlâk Felsefesi:


Ona göre insanın başına gelen tüm kötülüklerin tek bir nedeni vardır. Bu nedende insanın maddeye, onun eğlencesine ve şehvetine bağlanmak, kendini kaptırmaktır. Oysa Kindi'ye göre gerçekten var olan şey ruhtur. Ve ruha aykırı olan bu durum erdemsizliğe, erdemsizlik ise kötü bir hayata yol açacaktır. Tüm bunların esas sebebi ise kişinin akla uygun davranmamasıdır. Akla uygun davranan kişi asla bunlara düşmeyecek, maddeye kapılmayacak, erdemli olmaya devam edebilecektir. Bu da onun mutsuzluktan kopmayacağı anlamına gelir. Aklı asla terk etmeyen bir insan daima ölçülü davranır ve Aristoteles'in orta yol fikrine uygun davranır. Kindi'ye göre her şey sabit bir bilgidir ve onu değiştirmek, maddenin etkisiyle davranmak yerine düzen ve amaca uygun hizmet gerekir. Kindi bize burada dört tane erdemden bahsetmiş olur, ki hepsi bize Platon'u hatırlatacaktır: Bilgelik, ölçülülük, cesaret ve adalet.


Râzî


Razi bir hekimdir ve onun bir bilim insanı oluşu şüphesi felsefesinde büyük bir etkendir. Kendi çağında muhteşem ve olabilecek en ileri seviyede olan bilim adamı Razi, felsefenin tıp ile birlikte yürümesi gerektiğini, birbirlerinden asla ayrı hareket etmemeleri gerektiğini düşünmüştür. Belli seviye de bir eşitlikçilik fikrini savunan Razi, kendini özellikle Sokrates'in ve Platon'un öğrencisi olarak görmüştür. Ona göre felsefe hiçbir zaman aynı kalmamıştır. Bugün de sıkça söz ettiğimiz gibi felsefe birbirinden kopuşu ifade eden filozoflar değildir. Daha çok basamak basamak çıkan ve bir öncekinden etkilenerek onun bir üst seviyesi ve hakikate ilerleyen bir şeydir. Razi'ye göre felsefe daima yolda olmaktır. Bir rasyonalist olan Razi, Tanrı'nın hepimize akıl verdiğini bu akıl sayesinde hepimizin doğruları bulabileceğini, bu konuda eşit olduğumuzu düşünüyordu. Ve akıl bize yeteceği içinde peygamberlere gerek olmadığını, onların aslında Tanrı'nın elçisi gibi bir şey olmadığını söyler. Yaratıcıya ve kurtuluşa inanmasına rağmen İslam'ı kabul etmediğini söylemek çok da ileriye gitmek veya risk almak demek olmayacaktır, yine de ateist değildi. Fakat şu bilinmeli ki, İslam felsefesi bu gibi veya bundan çok daha ötede dinden kopuşlarla doludur ki bu da onu dincilikle eleştirenlerin yanıldığını gösterir. Bu kendisini daha sonra en çok Farabi, Sina ve özellikle Rüşd ile gösterecektir. Gazzali'nin onları tekfir ettiğini herkes bilir.


Razi'nin etiği de dahil olmak üzere tüm felsefesinin temeli akıl hakkındaki olumlu düşüncesidir.


Beş Ezeli İlke:


Razi, Kindi'ye veya İslam dinine kıyasla ezeli olanın sadece Tanrı olmadığını düşünüyordu. Fakat tam olarak Aristoteles'in de izinden gittiği söylenemez. Ona göre 5 ezeli ilke vardı ve bunlar şöyle sıralanıyordu: Yaratıcı, madde, mekan, zaman ve ruh idi. Materyalist bir atomcu olarak öne çıkan Razi, öncelikle maddenin ezeli olduğunu ve evrenin boş olduğunu öne sürer. Madde ezelidir, aynı zamanda yaratma dediğimiz şey onda daha çok şekil verme gibidir. Bu Platon'un Tanrı'sını hatırlatır. Bu Tanrı şeyleri yoktan var eden bir şey olmak bir yana zaten ezelden beri var olan şeylere şekil verir. Buradan hem maddenin hem de Tanrı'nın ezeli olması gerektiği sonucu çıkar. Fakat şeyler varsa, yani madde var ise, onun ezeli olarak bir yeri de olması gerekir. Maddenin olması, bir boşluğunda ezeli olarak var olmasını gerektiriyorsa o zaman mekân da (hem ontolojik hem de mantıksal) zorunlu olarak ezeli olmak durumundadır. Razi mekân için geçerli olan şeylerin zaman için de geçerli olduğunu söyler. Ve bunu söyleyerek Aristoteles'ten bir kez daha kopuşunu gösterir. Aristoteles için zaman dediğimiz kavram gerçekte var olan bir şey olmaktan çok bir sayılama idi. Yani kısaca devinimi ölçmek için var olan sınırlı bir şeydi, kendinden kaim değildi. Razi ise bunun tersi olarak zamanın da ezeli olarak var olması gerektiğini savunur. 5 ilkenin ilk 4'ünün ezeli olduğunu kanıtladıktan sonra Razi Ruh'un da ezeli olduğunu görmenin ve kanıtlamanın kolay olacağını savunur. Bundan sonrası Plotinos'un sudur teorisine benzer.


(İslam felsefesine giren ilk felsefe akımı ise ne Aristoteles ne de Platondu, Yeni-Platonculuk idi. Plotinos'un Dokuzluklar eseri bilinmeyen bir kişi tarafından "Aristoteles'in Teolojisi" diye çevrilmişti ve büyük yanlış anlaşılmalara yol açmıştı ve bu hatayı düzeltmek yüzyılları aldı.)


Buna göre Alem Ruhu, kendisi gibi ezeli bir varlık olan maddeden ayrı ve ona aslında çok da yabancı bir varlıktır. Fakat Ruh, ona ulaşmak, temaşa etmek için yakıcı bir arzu duymuş, ona ulaşmak istemiştir. Bu andan itibaren bir birleşme sürecinin başladığını söylüyor Razi. İşte bu birleşmenin, ruhun maddi dünyaya inişi sonucu Razi bize yaratıcının bu tür bir sebepten dolayı fiziki evrenimizi yaratmak zorunda kaldığını söyler. Fakat akıl burada tekrar devreye girer. Ruh'un asıl yeri madde değildir. Ruh'u maddenin bu sarhoş ediciliğinden kurtarmak ve ona esas yerini hatırlatmak gerekir. İnsan ise bunu ancak akıl sayesinde yapabilecek ve Alem Ruhu'na ancak bu sayede ulaşabilecektir. Akıl bize bunun için gönderilmiştir. Akıl için gerekli olan araç ise felsefe olacaktır. Ve her şey esas yerine dönecek, insan Alem Ruhu'na yükselecektir.


Ahlâk Felsefesi:


Razi ahlak görüşünde de Sokrates ve Platon'un izinden gider. O kendisini hem Sokrates'in etik anlayışını hem de Platon'un psikolojisine yaslar. Diğer pek çok İslam filozofu gibi Razi'de gerçekten var olanın bedenimiz değil, ruhumuzun olduğunu söyler. Onun ruh anlayışı ise Aristotelesçidir. Ruh üç parçaya ayrılır, sırasıyla: Akli ruh, hayvani ruh ve bitkisel (subuti) ruhtur. Daha sonra yine aynı Aristoteles gibi bunlar akıl ve akıldışı olarak ikiye ayırır. Razi'nin erdem anlayışı da Yunanlara dayanır. Ona göre her şey kendi yerine ve işlevine uygun davranır ve dengeyi bozmamalıdır. Bu sayede erdemli kalmaya devam edilir. Aynı şekilde ruhun diğer iki kısmı da aklın gösterdiği yolu takip etmeli ve ona itaat ettirilmelidir. Razi'nin iki temel erdemi de böylece bilgelik ve adalet olduğu anlaşılır. Bunun için yine aklın aracı olan şey tefekkür olur, yani felsefe olacaktır. Lakin bunların tam tersi de olabilir. Denge bozulabilir ve aklın yolundan çıkılabilir. Maddenin şehveti zaferini ilan edebilir. Razi bize böyle bir durumda her türlü ahlaksızlığın ve kötülüğün çıkabileceğini söyler. Böyle bir kişi aynı zamanda maddi dünyadan kendini kurtaramaz.


Yazımızı burada sonlandırmak herhalde okur adına daha yararlı olacaktır. Eğer devam etseydik listeye Farabi'yi ekleyecek ve onun Tanrı'yı kanıtlayan delillerinin hem Anselmus'un ontolojik delilini hem de St. Thomas'ın öz ile varoluşun birliği görüşünün temelini attığını ve bir kez daha İslam felsefesinin özgünlüğünü ve felsefi düzlemde ilerleyişi temsil ettiğini kanıtlayacaktık. İslam felsefesi her açıdan aydınlık olması bir yana gerektiğinde dinin ve her türlü fikri otoritenin etkisinden sıyrılarak ilerlemeyi bilmiştir. Nitekim böyle bir hazine sadece önyargılarından arınmış bir hakikat yolcusuna mahsustur.