İçten konuşmak niyetindeyim, yazımı okurken zihinde oluşacak iki eğilimi en baştan silmek isterim: Bu metinle ne işsiz bir gencin içinde öfke doğurup bunu belirli koşullara, kişilere yönlendirme isteğinde ne de içinde bulunduğu durumu kabul etmeye yönlendirecek fısıltılarla sakinleştirme niyetindeyim. Bu ikisiyle samimiyetle ilgilenmiyorum. Yalnızca kendimle ve benim gibi olan işsiz gençlerle konuşuyorum.


Bana başta kızacağın, biraz okuma sabrı gösterirsen belki hak vereceğin bir düşünce paylaşmak istiyorum: Yoksullar aptaldır, varsıllar zeki. İçinde öfke oluştuysa da lütfen biraz dinle. Kendini işsiz, yoksul hissettiğinden beri zekânın törpülendiğini hissetmiyor musun? Olayları, fikirleri anlama yetinin yok olma derecesine kadar gerilediğini... Peki hafızanın ne kadar da kötüleştiğini düşündün mü hiç? Odağının ne kadar azaldığını? Yapacak onca şey varken bütün gün yatmak istiyorsun. Ve her şeye karşı ilgisizsin değil mi? Bütün bunlar işsiz olmanla, kendini yoksul hissetmenle ilgili olabilir mi?


İçinde bulunduğun durumda yaşama isteğin yok oluyor. Yaşama katılma, onu dönüştürme ve anlama yetisinden de uzaklaşıyorsun. Maddi anlamda yoksunluğa itildiğin gibi sen de kendini duygusal yoksunluğa çekiyorsun. Artık karmaşık, zor işlerle uğraşma gücünü kendinde bulamıyor; karmaşık, zor görme eşiğini düşürüyorsun. Kitap okumak istemiyor, kitap okuyacaksan da sana yalnızca zevk veren, basit şeyler okumak istiyorsun. Seni zorlayacak bir film, dizi izlemek değil, günlük yaşamı basit hazlarıyla kopyalayan programlar seyretmek istiyorsun. Ötesi için kendinde güç bulamıyorsun. Seni zorlayan ama geliştiren alışkanlıklarını terk ediyor, seni yok eden yeni alışkanlıklar ediniyorsun. Kendini yoksul, yetersiz hissettikçe sen geriliyorsun. Sürekli geriliyor ve aptallaşıyorsun. Kendini küçümsedikçe alçalıyorsun.


Bir işe girmek ve bir şeyler üretmek istiyorsun. Elbette üretmek ve üretme isteği insani bir güdüdür. Fakat üretme güdüsü, tüketme güdüsünün aracı haline gelmemelidir. Üretim dediğimiz şey tüketmek istediğimiz eşyaları ve kimi zaman insanları elde etmek için kullandığımız bir yol olmamalı. Bu amaçla, yani tüketmek için ürettiğimizde gerçekten edimimiz üretim midir? Artık yalnızca bir şeyler tüketirken mutluluk duyuyoruz. Değerimizi de bu tüketim gücünden alır hale geliyoruz. Ne kadar tüketebilir, tüketme gücümüzü artırabilirsek kendimizi o denli öz güvenli buluyoruz. Bu durum bizim doğamıza uygun değil diye düşünüyorum. Söz gelişi mutlu olduğumuzu hissettiğimizde -çoğu zaman sosyallik içindedir bu- yemek yeme, su içme hatta bağımlılıklarımızı -mesela sigara içmeyi- bile unutuyoruz. Kendimizi kaygılı, mutsuz, değersiz hissettiğimizdeyse tüketime yöneliyoruz. Hiç düşündün mü işsizken üretme yetisinden yoksun oluşun mu seni üzüyor yoksa üzgün oluşunu tüketimle gideremediğin için mi daha da kötü oluyorsun?


İnsanın üretim ilişkisi yalnızca madde ile ilişkili olmamalı; çıktısı para olan mal ve hizmet ile sınırlandırılmamalıdır. Üretim, ölçülebilir maddi değerlerle sınırlandırılamaz. Kendimizi para ile ödüllendirilince üretmiş sayıyoruz. Her ne iş yaparsak yapalım bu zihniyetle yalnızca para üretiyoruz. Araba üreten bir işçi de uçak tasarlayan bir mühendis de garson da para üretiyor. Tüketim aracı üretmek, bir üretim değildir. Artık insanın bizzat kendisi de hikâyesiyle, bedeniyle, acısıyla tüketim nesnesine dönüşüyor. Bir başkası bizi tükettiğinde mutlu olacağımızı sanıyoruz. Çünkü üretim algımız hep bu yönde.


Kendini özgür değil, işsiz hissediyorsun. Kira, karnını doyurma ihtiyacı, faturalar... Parasızlığın seni aciz bıraktığı sorunlar. Bütün bunlar seni özgür hissetmekten alıkoyuyor. Üstelik çoğu zaman bunların derdi gerçekten sende değilken. Farkında mısın, hayatının belki son bağımsız zamanlarını (buna çoğu zaman boş zaman denir çünkü başkası için çalışmıyorsan o zaman boştur) yaşıyorsun. Kafanda gerçekleştirebileceğin hiçbir tasarı yok mu? Eminim vardır. Peki bunu gerçekleştirmek için ne kadar emek verebiliyorsun? Olmuyor öyle değil mi? Kendini veremiyorsun hatta çoğu zaman başlayamıyorsun bile. Patronunun sana verdiği işi; öğretmeninin sana verdiği ödevi yaptığın gibi istekli, odaklanmış bir şekilde yapamıyorsun. Yaptığın işin bir ağırlığının, kıymetinin olmadığını hissediyorsun. Emeğini başkası için harcarken -özverinin olmadığı- çalıştığın gibi, kendine emek veremiyorsun.


Bir şeyleri öğrenmek, bir yerlere gitmek, kendini geliştirme tasarıların hep sonuçsuz kalıyor veya bunları gerçekleştirirkenki ruh halin korkunç olduğu için hemen vazgeçiyorsun. Kendi koyduğun kurallara uyamıyorsun. Çünkü kendini vurduğun her kırbaçla benliğini mahvediyor, yüreğini hınçla ya da mutsuzlukla dolduruyorsun. Yaptığın işin değerini sen belirlersin, yaptığını değerli kılmak için bunu birilerinin onaylamasına, karşılığında para vermesine ihtiyacın yok. Emin ol ki yok! Eğer buna inanmazsan bir köle olarak yaşamak, kendi tasarılarını yıkarken bir başkasınınkini kurmak zorunda kalırsın.


Peki kendimizi gerçekten bir başkası için çalışmadığımız, ona para kazandırmadığımız için değersiz mi hissetmeliyiz? Ben bu düşüncede hiçbir mantıklı kısım bulamıyorum. İşimiz yok diye kendimizi değersiz hissediyoruz da bir başkası için çalıştığımızda niye bu düşünceden uzaklaşıyoruz? Eğer burada bir sorun yoksa köleler en değerli insanlardır. İnkâr edilir mi? Sana garip geliyorsa sen söyle, niçin kendini biri için çalışmıyorsun diye değersiz hissediyorsun? Kendini, hiçbir değeri yokmuş gibi, yanında yaşadığın insanlara, dünyaya bir yük sayıyorsun? Yanlışla beni. Aksini söyle. Yanılıyor muyum? Bunun göstergesi yalnızca çalışırken takındığın anlamsız gurur değil, aynı zamanda çalışmıyorken kapıldığın u/mutsuzluktur. Sen istek gördükçe, başkasına para kazandırdıkça değer kazanan bir borsa kağıdı değilsin. Senin değerin kazandığın-kazandırdığın para oranında değil. Biricikliğinin farkına varmalısın. Bir daha dünyaya gelmeyecek, gelemeyeceksin. Kendi nadirliğini, en basit düşüncelerle sıradanlıkla hiç ediyorsun.


Kendini mutsuz hissediyorsun. Belki mutsuzluk paylaşılmaz ama anlaşılmaz da değildir. Mutsuzluk, umutsuzluk seni içine döndürür. Kendi acıların ve sorunların yalnız kişisel bir nitelik kazanır. Kendi yaşadıklarını anlaşılmaz sanırsın. Öyle değil... Acıktığında yaşadığın duyguyu hepimiz yaşıyoruz, suratına inen tokatta yaşadığın acıyı hepimiz yaşıyoruz, sevdiğin birini kaybettiğinde yaşadığın hissi hepimiz yaşıyoruz, seni aşağılayan alaycı suratın yarattığı hıncı hepimiz yaşıyoruz. Yaşıyoruz, emin ol ki yaşıyoruz! Umutsuzluk, mutsuzluk paylaşılmaz; o bir yokluk halidir ve hepimizin payı zaten çalınıyor. Yaşadığın bu mutsuzluk, umutsuzluk; bir salgındır ve psikolojik kökenlidir. İçinde bulunduğumuz toplumsal, ekonomik durum bir salgın gibi hepimizde aynı belirtiler yaratıp aynı ruh halini doğuruyor. Bunlar sen kötü olduğun, beceriksiz veya niteliksiz olduğun, değersiz olduğun için başına gelmiyor. Bu depresyon hali grip gibi kişiden kişiye yayılıyor. Her hastalık gibi bunun da bir ilacı var ki bu ilaç o denli karmaşık değil: Umut. Umudunu kestikçe daha da hastalaşacak, belki de bir başkasını hasta edeceksin.


Hastalıklı bir toplumda insanlar simgelerle değer kazanır, sağlıklı bir toplumda eylemleri ve kendi kişiliği ile. İlkel toplumlarda insanlar gücünü göstermek için yendiği havyandan, insandan bir parça koparıp bunu kolyeleştirir ya da çeşitli şekillerde simgeleştirirmiş. Toplumlar birini değersiz göstermek istediğinde de ona çeşitli semboller takar. Onları damgalar, damgalarıyla yaşayıp öyle anılmalarını sağlar. Günümüzde ise işsizlik (sanki) en değersiz simgedir. Kendini katilden, hırsızdan ve yazmaya utandığım diğer suçların öznelerinden bile değersiz hissediyorsun. Sen bu damgayı bir kolye gibi boynuna takıyor, sana gösterilen gettoya kapanıyorsun. Değersiz, işe yaramaz hissediyorsun çünkü bizzat sen öyle düşünüyorsun.


Büyük sıkıntılar çektiğini biliyor; kişisel yoksunluklarını, yaşadığın sorunları bilmiyorum. Belki bunları bilmeden konuştuğum için beni kibirli görüyor ve öfkeleniyorsun. Ancak ben de senin kendini küçümsemene, değersiz görmene öfkeleniyorum. Her ne durumda olursan ol bunu kabul etmiyorum. Kendini işe yaramaz hissetmene dayanamıyorum. Ve... kendini işe yaramaz gördüğün, sorunlarını çözülmez sandığın, hiçbir şeyin düzelmeyip aksine kötüleşeceğine inandığın için kendini öldürdüğünde sana bunu yaşatanların görüşünü bir daha asla reddedilmez şekilde kabul ediyorsun. Senin için kimse üzülmez sanıyorsun. Yaşamının ve yaşadıklarının senin gibi değersiz olduğunu... Keşke yaşamına son verdiğinde tanımadığın insanların yüreğinde nasıl iz bıraktığını bilsen. Bencilce bir yük yüklüyorsun senin gibi yükü olanlara. Umutsuzluğa umutsuzluk ekliyorsun. O kadar önemli ki senin yaşamın, senin dayanma kudretin... bundan vazgeçişin başkalarını da yıldırıyor. Sen değersizlik inancıyla intihar ettiğinde insanı değersizleştiriyorsun. Hayat ve onun parçası insanlar, sana ne kadar değerli olduğunu anlatamadan gidiyorsun. Tüm yaşamın boyunca insanlarla birlikte acı çekmiş olsan bile, o intiharınla birden taraf değiştiriyorsun. Kızdığın, küfrettiğin ne, kim varsa onun tarafına geçmiş oluyorsun. Onlarla birlikte senin gibi olana saldırıyorsun. Ve en çok bu acıtıyor canımızı. En çok bu itiyor bizi karamsarlığa.


Sen başkalarının düşünceleriyle kendini yargılıyorsun. Senin olmayan suçları sahiplenmek için kanıtlar bulmaya çalışıyorsun. Kendini mutsuzluğa, umutsuzluğa mahkum ediyorsun. Zekânı, güzelliğini, tüm inceliğini bu sonu olmayan mahkumiyette eritiyorsun. Bunu gerçekten suçlu olduğuna inandığın için değil; umudunu kaybettiğin, hiçbir şeyin düzelmeyeceğine inandığın için kabul ediyorsun.


İnan bana, karanlıktan en erken, gündüze inananlar kurtulacak; güneş ilk önce onu doğurmak için çabalayanları ısıtacak.