Nisan ayıydı. Dört arkadaş, Ankara'dan Diyarbakır'a dönüyorduk. Karın erimesi ile göğermiş tarlalar, yol boyunca uzanıyordu önümüzde. Yeşil bir denizin ortasında gibiydik. Konuşuyor, gülüyor, eğleniyorduk. Ama ne vakit dikkatimiz, yemyeşil tarlalara ve onunla kucaklaşan göğe takılsa muhabbetimiz jilet gibi kesiliyordu. Bu susuşlarımızla galiba birbirimize, "ne de büyük ne de güzel yurdumuz var ya hu" demek istiyorduk.
Saatler ve saatlerce süren yeşil tarlalar, siyah toprak, mavi gök ve onun üzerinde gri birer leke gibi küçücük, delice uçan kuşlar... Sonra kahverengi tepeler ve ona sığınmış kış dereleri. Bir dönemeci geçince, elle yazılmış bir tabela görüyoruz: lokanta. "Bi kahvaltı yapar mıyız" diye soruyorum ve duruyoruz. Elli metre karelik çatılı bir bina burası. Birkaç dönüm de bahçesi var; tahta çitlerle çevrilmiş. Çitin hemen ötesinde, güzelliğinden habersiz bir kış deresi akıyor. Bahçede ise gövdesi kireçle boyanmış yüz kadar kavak ağacı düzensiz, karmakarış, bir garip insan topluluğu gibi öylece duruyorlar. Seksenli yılların tahta masa ve sandalyelerine benzeyen bir masaya geçip kahvaltımızı söylüyoruz. Bir şeyler yiyip içerken yine o susuş gelip yakalıyor bizi. Bu sefer yurdumuzun büyüklüğüne değil hayretimiz. Hiç kimselerin umursamadığı, İç Anadolu'da bir yerde ve şimdi, şu anda, böylesine mutlu ve huzurlu olduğumuza şaşırıyoruz. Hangi il ya da ilçedeyiz, bilmiyoruz. Bize oyun etmek ister gibi lokantanın da bir adı yok üstelik. Saat kaç, onu da bilmiyoruz.
Karnımı doyurunca kalkıp yere uzanıyorum başımı bir kavak ağacına yaslayarak. Yan dönüp, kış deresini dinliyorum. Boyuna bosuna bakmadan, şen ırmakları yansılıyor dere. Bükler yapıyor, çağıldıyor, küçük taşları sürüklüyor gücü yettiğince... "Bu derenin bir ismi yok ve hiç bir zaman da olmayacak; ne garip" diye bir fikir esiyor içimden. Ve komik şeyler geliyor aklıma; güya garson dayıyı çağırıp "dayı, şu sakallı arkadaş doktor. TUS'a girdi geçen gün. Ben öğretmenim. Diğer iki arkadaş da mühendis" diye tanıtıyormuşum bizi. Bunları söylesem elbette sahte de olsa bir saygı gösterir dayı. Ne de olsa müşterisiyiz. Ama ne önemi var ki şimdi bütün bunların?
Hava serin ama güneş iyi ısıtıyor. Ayaklarımı kendime doğru şöyle bir topluyorum. Elimde olsa, toprağı bir yorgan gibi üstüme çekip uyuyacağım. O rahatlıkla zihnimi kendi hâline bırakıyorum. Kuşları dinliyor önce. Sonra uzaklara, uzaktaki mor tepelere bakıyor. Sırt üstü uzanıp yapraklara ve onların arasından süzülen güneşe bakıyor. Zihnim, uyumaya yakın, hep saçmalar. Onu saçmalarken yakaladığımda anlarım ki uyku yakındır. Ve şimdi, kuşları boya kutusuna batırıp pencere önüne dizmek gibi bir saçmayı hayal edince aniden irkiliyorum yerimde. Saat kaç?
"Samet, saat kaç oldu" diye soruyorum doktor arkadaşa. "Bilmiyorum ki, arabada bıraktım telefonu" diyor. Sırtımda hafif bir ağrı ile ayağa kalkıp yine etrafa bakıyorum. Öylesine bir ıssızlığın ortasındayız ki burada sadece ağaç, toprak, dere, kuş ve gök var. Ve sadece yeşil, sadece mavi, beyaz ve gri... Daha da kalırsak bizim de her bir kimliğimiz silinecek ve maviye, ağaca, kuşa dönüşeceğiz... O sırada Bahar, geçten geç cevap veriyor bana; "saat on buçuk!"
İşte kaçtığımız ve aradığımız cevap buydu. Saati bilmek, her şeyi yıktı. Artık yeniden öğretmenim ben. Samet doktor, Bahar mühendis. Yeniden arabamız var ve artık, yola çıkmalıyız... Belki sonra, çok sonra, yine mavi yine ağaç olabiliriz.
4 Mart 2023
Buca