İstanbul anlatıldıkça anlam kazanan bir şehir. Tarihi dokusu, varlık iddiası, her daim hayata hazır yanı onu eşsiz kılıyor. Oysa kentimize dair tartışılması gereken mühim bir konu var. İstanbul’u var eden insanlar yeteri kadar anlatıldı mı?
Bir şehri sokaklarından tanırsınız. Kaldırım taşları öykülerle dolu olmadıkça kenti özümseyemezsiniz. İstanbul’un hikayelerine tarih kitaplarının sayfalarından tanık olanlar, arka sokaklarını bir gün olsun görmek istemedi. Arka sokaklara şahit olmak hepimiz için büyük bir cesaret meselesiydi.
İstanbul, ara sokaklarından anlatılmayı da hak ediyor. Yalnızca tarihle ve doğal güzellikleriyle kısıtlanmamalı. Bu kent açık hava müzesi gibi. Her gün milyonlarca insanın, milyonlarca düşüncenin, duygularını yansıttığı renk cümbüşünün asıl sahibi.
Burada her türlü insana şahit olursunuz. Göremeyeceğiniz tek bir insan tipi dahi yoktur. Her milletten, her inançtan insan İstanbul’a konuk olur. Kendinden bir parça bırakır sokaklarına. Kimisi güzel, kimisi şeytanın aklına dahi gelmez denilen cinsten. Bir de hayatta olmayanlar vardır. Kente izlerini bırakıp ebediyete göç edenler... Onların dokularını keşfettiğinizde İstanbul’a ait olduğunuzu hissederseniz.
Bu sebeple İstanbul’u anlatan edebiyatçılar, tarihin sayfalarından değil de ara sokaklarından kente baktı. Kimileri ezan sesinden, kimileri Beyoğlu’nun cemiyet hayatından satırlar yazarak kaldırım taşlarına devredilen öyküleri insanlara aktardı. Mekânın insan üzerindeki etkisini kavrayanlar kalıcılaştı. Yine de İstanbul belirli kişilerin yazdıkları dışında, karakterine uyan bir şekilde anlatılamadı.
Mekândan bağımsız kişilik, kişilikten bağımsız insan olmaz. Bu şehirde yaşayanlar olarak İstanbul anlatıldıkça karakterimizi yeniden keşfetmeyecek miyiz? İstanbul’u anlatmak taş binalardan ibaret olmamalı. İstanbul adına yazılan her satır, insanları yeniden keşfetmektir... Gözden kaçmamalı...