Çoğu insan hayatta neleri isteyip istemediğini bilmez. Ve bazı insanlar ise neleri istediğini arar ve öğrenir şanslıysa, ölmeden önce ya da ölüm ânına kadar sürer bu bilmecemiz. Mezarda bu bilinmezlikle kim yatmak ister ki? Belki sonsuzluğa yürüdüğümüz zaman bu soruların, cevapların ve bilmecenin artık bir önemi kalmaz. Fâni bedenimizin pervasızlıkları...


Ölüm demişken, mezarlık ziyaretlerinin insana öleceğini hatırlatması gerekmez mi? Bana hatırlatmıyor. Her canlı gibi bir gün ölümle, toprağa sırlandığımız zaman bizden geriye hiçbir şey kalmayacak; sanki hiç doğmamış, yaşamamış, mutlu olmamış ve üzülmemişiz gibi varlığımız sonlanacak; geriye -mışlar, -mişler kalacak; ölümün sert bir mizacı var. Ve bu dünyadan hiç var olmamış gibi yok olmak ne büyük hediyedir! Sonuçta kendi kişisel menkıbesini bulamamış insan dünyaya iyi şeyler bırakamaz. O yüzden hiç var olmamış gibi ölmek, zararımızın kalmasından iyidir. Yani dünyada ölümsüz bir şeyler bırakmamalı, sahibi hayatta olmayan hatıra ve eşyalar ürkütücüdür. Şarkılar, şiirler, romanlar, kıyafetler ve anılar...


En ürkütücü olanı ise zaman... insanlar bizi unutmaya başladığı zaman hiç var olmamış ve hiç yaşamamış gibi olacağız. İnsanlar kendilerini ürküten, üzen ve üzerilerinde etki bırakan anıları hatırlamak istemez çünkü belleği buna izin vermez. Hayat her şeye rağmen devam eder. Ve bir insana işkence etmek istiyorsanız en kuvvetli silahınız onda bıraktığınız anılardır. Çünkü şarkılar unutulur, kıyafetler çöpe atılır, şiirler yakılır ve romanlar bir daha basılmaz. Ama anılar bir kurt gibi size en yalnız, en karanlık ve savunmasız anlarınızda saldırır ve işinizi bitirir.