Bugün kendi yüzüme nasıl bakabileceğimi bilmiyorum. Henüz görmeden bile biliyorum korkunç bir canavarın yüzüne sahip olduğumu. Üstelik Tim Burton filmlerindeki gibi havalı canavarlardan da değil. Aklımızın ilham yaratan yerlerini kaşındıran türde, korkudan kabuslar gördüren dehşet verici canavarlardan.

Aklımı bir yere çekemiyorum. Kontrolü kaybediyorum. Düşüyorum. Duruyorum düşerken. Ne olacağını bilmiyorum. Savaşıyorum. Geri dönmek istiyorum uçurumun ucuna, sonra oraya gelmeme neden olan yaşanmışlıklara. Hayatım geri sarsın istiyorum. Daha anlamlı bir saik için değil. Tüm bunları yaşamama sebep olan ölmemişliğimi değiştirmek için. Yıllar önce verdiğim yanlış kararı değiştirmek için. Öpüşmek nedir öğrenmemek için, tanımamak için hiçbir felsefeyi ve bilmemek için insanları. Bizim görmeyeceğimiz kadar gizli, zamanda yolculuk yapabilen ajanlar, size sesleniyorum varsanız beni geçmişe götürün. Dünya daha güzel bir yer olacak söz veriyorum. Olmazsa da hayali bir cehennem yaratır beni içine hapsedersiniz. Bence gayet makul bir pazarlık. Çünkü çok önemliyim ya!

'Bulunduğu boşlukta bile yer kaplamayan bir şey'. Şey.

Eskiden kendimi tanımlayan bahar kokulu kelimeler kullanmayı ne çok severmişim. Hepsini saçlarını annemin örgü iplerinden çalıp yarattığım o öyküdeki ders alıp büyüyen kız çocuğu ile birlikte, babamın kepçelerle yerle bir edip kapattığı o iki metrelik toprağın altına gömdüm.

Dün seni çok istedim anne.

Uzandım en savunmasız halimle dizlerine. Benim olduğunu söylediğin o ilk oyuncak ile. Soğuğu hissedip kendime gelmek için. Gelemedim, bu sefer olmadı. Zamanla küçük kaçma yöntemlerim de gözlerimin içi gibi soluyor sanırım. Kendime açtığım yaraları izle istedim. Ölmeni hiç istemedim ama, ölmek istemeni istedim.

Peki şimdi kendimi nasıl affederim?