Bir anda kâbustan uyanmıştım. Her yerim ıslaktı. Yataktan kalkıp uyuyan insanların yanından geçerek yürüdüm. Hafif bir gıcırtıyla açılan kapının ardındaki ilk muslukta elimi ve yüzümü yıkadım. Aynaya baktım. Tekrar baktım ve uzayan sakallarıma dokundum. Sakallarım vardı. Zaman ne çabuk geçmişti oysaki… Tertemiz yüzüm ne çabuk kirlenmişti ve değişmişti. Yüzümde çizikler de vardı, yatağımın dayalı olduğu duvardaki gibi ama bundan daha küçük kırışıklıklar da. Parmak uçlarımda yürüyerek yatağa döndüm. Sessizce uzandım. Sabah hep birlikte kahvaltı yaptık. Uzun L&M cigaramı yaktım. Çayımla beraber usul usul içtim. Gözüm ciğaranın dumanına daldı.


Aklım düşüncelere dalmıştı. Sahi kaç yıl oldu, kaç yıldır buradayım ben, kimler değişmişti, üst ranzadan ya da yan ranzadan kimler gitmişti, kimlerle volta atmıştık? “Ahh!” dedim sessizce fakat çığlık atmışım gibi oturdu Hasbi Dede yanıma.


“Ne oldu yine Murat, neye ah çektin?” diye sordu.


“Ah çekmeyecek neyimiz kaldı Hasbi Dede. Sahi var mı bizim bir şeyimiz, neye sahibiz, kime sahibiz?”


“Otuz yıldır bu duvarların ardındayım evlat. Koskoca otuz yıl…Bir gün gitmeyi hayal etmedim. Alıştım. Aklında gitmek olan kalamaz burada zaten. Gitme hayaliyle burada zaman akmaz.”


“Ya ne yapayım aklımda buradan gitmek olmasa? Burada yaşanmaz. Eğer bir gün buradan çıkamayacağımı düşünürsem kendimi keserim. Aha o tavana asarım!”


Hasbi Dede de bir cigara yaktı. Ellerini ranzanın iki yanına koydu, beli hafif kamburlaştı o sırada.


“Bak evlat, aklında hep gitmek olan burada aklını yitirir. Buradan gidemeyeceğini düşününce de bu dünyadan gitmek ister. Ne canlar aldı bu kara tabut duvarlar… Dokuz yıldır buradasın ama hala ilk günkü çocuk gibisin. Sana yeni bir kitap vereyim, oku ve kafanı dağıt. Tekrar kötü şeyler yapacaksın diye endişeleniyorum” dedi. Ben usul usul cigaramdan içerken Hasbi Dede kitabı bıraktı, bırakırken omzuma dokundu. Sonra yavaşça çay ocağına doğru yürüdü.


Gerçekti. Okudukça aklım dağılıyor, zaman akıyordu. Bu duvarlar, bu mahpus nice cahili âlim yapmıştı. Geçenlerde yine bir kitap okumuştum, Livaneli’den. İçinde sarılma ve intihar vardı. Adam sarılma makinesinde intihar etmişti. Ne dram ama, diye geçirdim içimden. Ne acınasıydı, tıpkı benim gibi. Sahi, birisi bana sarılmayalı ya da ben intihar etmeyeli ne kadar olmuştu? Tam dokuz yıl olmuştu birisi bana sevgiyle sarılmayalı. En son anam sarılmıştı, canım anam… Bir yılı geçmişti hayatıma son vermeye çalışmayalı. Bu düşünceler içinde cigaram dibe ulaşmış, elimi yakmıştı. Küllüğe basıp yine düşüncülere daldım.


Oysa ne güzel birinin bir başkasına sarılması… Burada kimse kimseye sarılmaz çünkü kimse zayıf görünmek istemez.Dokuz yılda neler kaybederdi ki insan, kaç defa ölmeye çalışırdı ve kaç kere ölünürdü? İşte ben ilk, anamın ölümünde öldüm. Canım anam, vefalı anam… Ne günahı vardı? Oysaki ne sadık kadındı. Sabahları erkenden sobayı doldurur yakardı. Biz karındaşımla sobanın olduğu odada yatardık. Anam o sıra sobanın üzerine ekmek dizerdi. Kahvaltı hazırlayıp bizi okul için kaldırırdı. Ne güzel günlerdi. Düşüncesi bile içimi ısıtırken yokluğunu ve bir daha olmayacağını bilmek bende bir kutup etkisi yarattı.


Ben içeri düştüm. Bizim peder çok içer, az çalışır, ayık olduğu zamanlar hamallık yapardı. Emektar anam bizim buralara gelen birkaç memura, öğretmene, asker hanımlarına gündeliğe giderdi. Onlar çok severlermiş, işlerini başkalarına yaptırdıklarında kendilerini özel hissederlermiş, anam öyle derdi. Ben içeri düştükten sonra anam işe daha çok gider oldu. Bana para göndermek için gece geç vakitlere kadar yatmaz, el işi yaparmış. Yaptıklarını pazarda satarmış, karındaşım söyledi. Peder düzenli olarak anama attığı dayakları bu yüzden arttırmış. İlkinde dolap boş diye dövmüş, sonra “Gece neden elektrik yanıyor, yatağa geç!” diye dövmüş, anam temizlikten geç gelince neden yemek yok diye dövmüş. Anam hiç ses etmemiş, susmuş. Bir seferinde yemek sıcak diye kaynar tarhana dökmüş üzerine, anam sonrasında sırt üstü bile yatamamış. En son da eve odun taşırken ortalık talaş oldu diye odunla vurmaya başlamış ve durmamış. Sonrasında gidip içmiş. Kardeşim geldiğinde anam çoktan ölmüş. Bu benim ikinci canıma kıyma sebebimdi, olmadı. Anamın ölümüne dayanamadım. Akşam yemeğinden sonra çatalı alıp damara dayadım, taktım. Kan fışkırıyordu. Hasbi Dede yetişti hemen, revire götürdü. Birkaç gün müşahede altında kaldım, sonra yine koğuşa döndüm.


İlki en beteriydi. Tam kurtuldum dedim, bu kâbus bitti, geçti bu utanç sandım ama meğer bitmemiş. İlkinde mahpusa düştüğümün ilk haftalarıydı. Cebimde yetmiş lira ile girdim. Yetmiş lira neye yeterdi? Bir yatak verdiler, yattım. Kimseyle konuşmadan yemeğimi yedim, yatağa döndüm. Gardiyanlara iki günde 1 paket ciğara aldırırdım. Az içer, yettirirdim. Kimseyle konuşmazdım, ses etmezdim, selam vermezdim, havalandırmaya çıkmazdım. Geceleri herkes uyuduğunda usulca kafamı yastığa gömer ağlardım. Gel zaman git zaman ciğaram bitti. Param da bitmişti. Göz göze düştüğümüz birkaç emmiden istedim. Önce “yok, bize kadar var ancak” dediler. Mahpus hayatını duyardık da düşmeden önce şaka sanırdık. İnanmazdık, düşmeyiz derdik. Düştük olduk. Bir yemek sonrası adı Cemal imiş, Cemal ağabey benim ranzama geldi. “Sigaran yokmuş?” dedi. “Yok” dedim, başımda filler tepişiyor, ellerim titriyordu. “Burada kimse kimseye öylesine ciğara vermez. Benim çamaşırlarımı yıkarsan beş cigaran bendendir.” dedi. Kabul ettim, bir leğen çamaşırdı sonuçta, ne olacaktı… Yıkadım. Bir bardak çay alıp keyifle cigaramı yaktım. Özgürdüm, sanki o an dışardaydım. Çıtır çıtır içtim. Ertesi gün o beş cigaram da bitti. Cemal ağabeyin yanına gidip çamaşırı olup olmadığını sordum. “Yok, ama Rıfat’ın vardır onunkileri yıka.” dedi. Rıfat ağabeyin çamaşırlarını da yıkadım. Beş cigaram vardı ve bugün yeterdi. Ertesi gün gittiğimde çamaşırının olmadığını söyledi. “Mustafa emminin hela yıkama sırası, onun yerine yıkarsan beş cigara verir.” dedi. Kabul ettim. Malzemeleri alıp helaya geçtim. Meğer böyle böyle yol ederlermiş… Yerlere paspas atarken bir anda biri boynuma sarıldı. Ne olduğunu anlamadan debelenmeye başladım. Çırpınıyordum ama kolları güçlüydü, boynumu sıkıyordu. Arkamdan tutmuştu, kaçamıyordum. Sıkmayla beyne giden damarlarım tıkanınca bayılmışım. İnce bir acıyla açtım gözlerimi. Yerdeki mermerin soğukluğu yüzümü uyuşturmuştu. Üstümde Cemal köpeği, karşımda Mustafa ile Rıfat itleri… Erkekliğimi alıyorlar. Çırpındım. Artık ne yapsam nafileydi. Tehdit ediyordum, küfürler savuruyordum ama iş işten geçmişti. O üç şerefsiz de sırasıyla işlerini halletmişti. Sigaralarını yakıp yere 1 paket cigara attılar. Dışarıdan birine tek kelime edersem sigara isteyip karşılığında işlerini yapmalarına izin vermişim gibi gösterecekleri konusunda tehdit ettiler. Savunmasızdım, acizdim, elimden bir şey gelmiyordu. Tüm hıncımla aynaya vurdum. Kırılan camla bileğime bir kesik attım, sonra bir daha, bir daha… Yere düşmüşüm. İlk Hasbi Dede buldu beni, gardiyanlara seslenmiş. Gözlerimi revirde açtım. Hasbi Dede sonrasında hep kol kanat gerdi.


Hasbi Dede anlamıştı ama ben kimseye olan bitenden söz etmedim. Ne diyebilirdim ki… Cemal ve Rıfat ne zaman yanıma sokulmaya kalkışsa Hasbi Dede yanımda biterdi. Hasbi Dede çok okumuş bir insandır ama içerideki eski kabadayılardanmış. O tek kelam etmedi, bunlar kulağıma çalınmıştı. Kıraathanesi varmış. Bir gün köşede uyuşturucu, kadın satan adamlar Hasbi Dede’ye musallat olunca o da hepsini vurup içeri girmiş. Sağ olsun, bana çok yardımı dokundu. Deri yeleğini hiç çıkartmayan kır saçlı, kır sakallı ve hep sanki dışarıdaymış gibi düzenli bir adamdı.


İşte bu adi olaydan bir süre sonra anamın vefatı bu hayattan ikinci kez umudumu kesme sebebim olmuştu. Ama olamadı, ölmedim. Kara toprağa varamadan bu kara duvarlar arasında kaldım. Bunun bir sonraki seferinde hayat beni tam gönlümden vurmuştu. Gonca sevgilime olan oldu. Biricik çiçeğimdi. Sevmeye, dokunmaya kıyamazdım. Gözümden sakınırdım. Bir gece yarısı diye başladı kardeşim anlatırken…


“Ağabey, mahalle öyle böyle. Soranların selamını getirdim, fakat bir de acı getirdim.” dedi.


Kafamı eğip “Ne oldu?” dercesine baktım, o da anlatmaya başladı:


“ Bir gece yarısı iş çıkışı eve geliyormuş Gonca yenge. İş yerinin sahibinin oğlu ne zamandır gözüne kestirmiş yengeyi. Millet öyle diyor ama Allah bilir, sürekli taciz de ediyormuş ama ses çıkaramıyormuş yenge. Biliyorsun, anam ölünce bende olan üç beş kuruş ve bir de Gonca ablanın yardım ettikleriyle sana para gönderiyordum. Bu melun şehirde de iş yok, çıkamamış senin için. Sesini çıkarmamış ama müsaade de etmemiş.”


Bu sözler kardeşimin ağzından dökülürken benim gözlerimden yaşlar süzülmeye başlamıştı. Kardeşim devam etti.


“ Oğlan bir gece seni eve bırakayım, hava soğuk diye ısrar etmiş yengeye. Yenge istemem demişse de öyle böyle bindirmiş arabasına. Yolda elle taciz etmiş. Yenge bağırınca da “Dükkânda sesin çıkmıyordu, senin de bende gönlün var.” diye atlamış üzerine, namusuna geçmiş. Köpek, ifadesine “O da istiyordu, gönlü vardı.” demiş.”


Tırnaklarımı ahşap görüşme masasına geçirmiş, masayı tırmalıyordum. Tırnak köklerim kanıyordu. Dudağımı nasıl hınçla ısırdıysam, kanın tadını bile alıyordum. Durdum bir anda.


“Nasıl, ne ifadesinden bahsediyorsun?”


“Yenge ağabey. Yenge o it üstünü toplarken bir anda kendini yoldan geçen arabanın altına atmış. Oracıkta can vermiş. Dün seni çok sevdiğini söylemişti. Ağabey, seni çok seviyordu. 'Gelmesin ama sevdiğimi bilsin, beni sevsin, ben beklerim, ömrüm ömrüne, yoluna feda olsun.' demişti yenge.” dedi.


Ahh! dedim bir anda, tüm nefesimle. Ah Gonca’ma, ah bu zalim dünyaya… Fenalaşmışım. Yine gözümü revirde açtım. Dilim lal oldu, konuşmuyordum, yemiyordum. Taktıkları serumları söküyordum. Revirde bulduğum bir neşteri tam kalbimin üzerine sapladım, Gonca’mın üstüne. Yine bayılmıştım ve gözlerimi açtığımda yine revirdeydim. Neşter kısa kalmış, kalbe varamamış. Doktor ucuz atlattığımı söyledi. Oysa ben bu dünyayı atlatamadım.


Gel zaman git zaman derken, ölmeyeceğimi anlayıp biraz da alışarak yaşadım. Bu yaşamak değildi. Süreyi kullanıyordum. Belki de burada kalmalıydım. Benim kahrolası cezam buydu. Anamın ölümü, Gonca’nın başına gelenler hep benim yüzümdendi. Evet, burada bu acıyla kendimi cezalandırmalıydım. Bu sıralarda kardeşim görüşe gelmeyi kesti. Muhtar Fehmi ağabey mektup atardı arada, anama işleri hep o bulurdu, mahallesinin memurunu, işini gücünü bilirdi sağ olsun. Yardım olsun diye bana da anama da zamanında çok gündelik buldu. Mektupta kardeşimin ota çöpe bulaştığını, mahallenin serserileriyle çok iş tuttuğunu yazmış. Sana gelirse kulaklarını çek diye de eklemiş mektuba. Ama kardeşim gelmiyordu. Zaman zamanı kovalarken bir mektup daha aldım Fehmi amcadan. Elime alır almaz anlamıştım, bir uğursuzluk sezmiştim. Usulca cigaramı yakıp mektubu açıp okumaya başladım.


“Oğlum Murat,

Bir önceki mektubumda kardeşinin itle kopukla gezdiğini, uyuşturucu içtiğini yazmıştım. Ama söylemediğim bir şey daha vardı. Ben de sonraları öğrendim zaten. Kardeşin torba tutar, meğer satarmış da. Ben çok dedim gel tedavi ettirelim, polis tutuklamaz, ellemez dedim. Tedaviye gidersem de tutuklanırım diye diretip beni tersledi. Bir gün baskında polis hepsini almış. Direkt cezaevine atmışlar. Ama içerisi zalim evlat. Sen benden iyi bilirsin. Mahkeme vakti gelmeden çocukları çok sıkıştırıp ezmişler. Onunla aynı koğuşta olan mahalleden Selim’in yeğeni de varmış, o anlatmış. Kardeşin içeride madde bulamayınca dilenmiş el âleme, ee harmanlığı fırsat bilen oğlancılar da uyuşturucu vermiş ama en ağırından. Bayılmış karındaşın. Gözlerini açınca donu yarıda, helanın yerinde uyanınca…”


Birden o anlar canlandı tekrar gözümde. Var gücümle mektubu sıkıyordum. Kâğıt gerilip elimde olan kısmı buruşuyordu. Dişlerimin gıcırtısı o anki nefreti tekrar hissettiğimi gösteriyordu.


“E delikanlı adam, yedirememiş kendine. İp bulup helanın korkuluğuna…”


Ben bayılmışım. Gözlerimi açtığımda kan ter içindeydim. Ezan okunuyordu. Duvara baktım, dolaplara baktım, tavana baktım. “Allah’ım!” dedim, “Bu ne, bu ne!” diye yakarıyordum. Kalkıp hızlıca koştum. Kapıları açtım. Kardeşimin odasına girdim. Uyuyordu. Sarılıp ağlamaya başladım. “Allah’ım, sana şükürler olsun.” dedim. Evde sertçe kapı açıp koşuşumu duyan annem geldi.


-“Ne oldu oğlum, niye ağlıyorsun?” diye sordu.


Kardeşim de o sırada uyanmıştı. İkisinin de soru dolu gözleri üzerimde dolaşıyordu. İkisine de sarılıp tekrar ağlamaya başladım.