Michel Contat'ın, görme yetisini kaybetmek üzere olan Sartre'la 1975 yılında yaptığı özel röportaj aşağıdadır.


Ömrünün son yıllarında görme yetisini kaybeden Sartre:

"Simone de Beauvoir bana çok kitap okudu, her türden yapıtı, baştan sona birlikte bitirdik."


Keyifli okumalar dilerim.


Çeviri: Bertan Onaran


Contat: Bir yıldır, sağlık durumunuz konusunda pek de iyi sayılmayacak söylentiler dolaşıyor ortalıkta. Bu ay yetmiş yaşını tamamladınız. Peki, Sartre, nasılsınız bakalım?


Sartre: İyiyim demek epey güç, ama kötüyüm de diyemem. İki yıldır, birtakım dertler vardı başımda. Özellikle, iki kilometreden fazla yürüdüm mü, bacaklarım sızlamaya başlıyor, dolayısıyla bu sızımı aşamıyorum, öte yandan, hatırı sayılır kan basıncı bozukluğu (ftansion) çekiyorum, ama son zamanlarda bu bozukluklar ansızım yok oldu: oldukça ciddi bir kan basıncı yüksekliğim vardı, şimdiyse, ilâçlı sağaltımın yardımıyla, hemen hemen düşük kan basınçlı oldum.

Son olarak ve hepsinin en önemlisi, sol gözümün arkasında kanama oldu, sağ gözüm üç yaşındayken görme yeteneğini yitirdiğinden, gören tek gözüm buydu. Şu anda biçimleri belli belirsiz seçiyor, ışıklan, renkleri görüyor, atma nesnelerle yüzleri ayırt edemiyorum.

Ancak, hâlâ konuşabiliyorum. Bundan ötürü de, ilerici çalışmam, televizyon için gerekli yatırımı bulabilirsem, bu yüzyılın yetmiş beş yılından söz edeceğim bir dizi olacak. Bu çalışmayı Simone de Beauvoir, Pierre Victor ve Plhilippe Gavi’yle birlikte yürütüyorum; onların da dile getirilecek düşünceleri var, “bunun yanında ‘benim yerine getiremeyeceğim bir işi, konuştuklarımızı kaleme almayı üstleniyorlar: onların önünde konuşuyorum, ya bir kenara yazıyorlar, ya hep birlikte tartışıyoruz, sonra üzerinde anlaştığımız konuyu kâğıda geçiriyorlar. Zaman zaman ben de yazıyor, yani söz konusu yayınların konuşmalarından birinin içeriğini kâğıda döküyorum. Ama yazdıklarımı yalnız arkadaşlarım okuyup bana söyleyebiliyor.

Bugünkü durumum bu. Bunun dışında çok iyiyim. Uykularım harika. Arkadaşlarla birlikte giriştiğimiz çalışmayı çok etkili biçimde yürütüyorum. Aklım sanırım ne artık ne eksik. Tam on yıl önceki kadar duyarlı, duyarlığım aynı. Belleğim çoğunlukla iyi, yalnız adları anımsayamıyor, bulabilmek için büyük çaba harcıyorum, kimi zaman da yakalayamıyorum. Bulundukları yere göre tanıdığım nesneleri kullanabiliyorum. Sokakta, büyük güçlük çekmeden, kendi başıma yolumu bulabiliyorum.


C. Yazamamak oldukça ağır bir yumruk. Sizse bundan büyük bir dinginlikte söz ediyorsunuz.


S. Yazamamak, bir anlamda, bütün varoluş nedenimi yok ediyor: bir zamanlar vardım, şimdi, artık yaşamıyorum gibi. Aslını ararsanız, yerlere serilmem gerekirdi, oysa, bilemediğim nedenlerden ötürü, yitirdiğimi düşününce ne üzüntülere kapılıyorun ne de kara kaygılara.


C. Hiç başkaldırma duygusu uyanmıyor mu içinizde?


S. İyi ama, kime başkaldırayım istiyorsunuz? Bunun tam anlamıyla Stoacılık olduğunu görmüyor musunuz? Üstelik, bildiğiniz gibi, öteden beri duygudaşlıkla bakmışımdır Stoacılara. Hayır, durumum bu, ve elimden bir şey gelmiyor, o zaman üzülmeme gerek yok. Çok zor anlar geçirdim, çünkü bir ara, iki yıl önce, durumum pek ciddiydi. Hafif sayıklamalara tutuldum. Sdmone de Beavoir’Ia gittiğimiz Avignon’da, belli bir yerde, bir sırada benimle buluşacak bir genç kızı arayarak dolaştığımı anımsıyorum. Oysa yoktu böyle bir sözleşme…

Şimdi bütün yapabileceğim yeni durumuma ayak uydurmak, onu iyice incelemek, olanaklarımı değerlendirmek, elimden geldiğince değerlendirmek. En çok canımı sıkan şey görme yeteneğim yitirmek elbet, danıştığım bütün hekimler bunun onulmaz olduğunu söyledi. Müthiş can sıkıcı bir şey bu, her zaman değilse bile arasıra oturup kâğıda dökülecek kadar yoğun şeyler duyuyorum çünkü.


C. İşsiz güçsüz mü duyuyorsunuz kendinizi?


S. Evet. Biraz dolaşıyor, gazeteleri okuyor, radyo dinliyor, zaman zaman televizyonda gösterilenleri seçiyorum. Ama bütün bunlar işsiz güçsüz insan etkinlikleri. Yaşamımın biricik ereği yazmaktı. Gerçi önceden tasarladığım şeyleri yazıyordum, ama en önemli an yazma anıydı. Şimdi de düşünüyorum, ama yazmam olanaksızlaştığı için, gerçek düşünme etkinliğim bir bakıma yok oldu.

Bundan sonra üzerinde çalışamayacağım, yanına yaklaşamayacağım şey, şimdiki gençlerin küçümsedikleri biçem’dir. (Üsluptur) Ya da isterseniz şöyle diyelim, bir düşünce ya da gerçekliği yazıyla anlatış biçimidir. Buysa mutlaka düzeltme ister. Kimi zaman beş altı kez düzeltme ister. Bence, okuyamadığım için, artık bir kerecik bile düzeltemem yazdıklarımı. Bay Camus ona «roman» adını veriyor. Oysa roman kesintisiz bir süre, bir oluşum, zamanın geri döndürülmezliğinin açıkça göz önünde olmasını gerektirir. Doğrusu ben bu adı alttan alta kurulmuş bir parçanın makinesel tutumbilimini sezdiren kıpırtısız şimdiki zamanlar dizisine ancak duraklayarak verebilirim. Ya da isterseniz, Zadig ya da Candide gibi, içinde belli belirsiz bir taşlama ve alaylı betimlemeleri bulunan, Alman varoluşçularıyla Amerikan romancılarının katkılarına karşın, bir Voltaire öyküsüne çok yakın kalan, kısa bir aktöreai (ahlâkçı) romanı diyelim, başkalarına yazdırdığım şeyler ilk hâllerinde kalıyor. Birisi bana yazdığım ya da söylediğim şeyi okuyabilir elbet, gerekirse bir iki düzeltme yapabilirim, ama bunun kalemi elime alıp yapacağım yeniden yazmayla uzaktan yakından ilgisi yoktur.


C. Ses kayıt aygıtı kullanamaz, düşüncelerinizi banda çekemez, dinleyip gerekli düzeltmeleri yapamaz mısınız?


S. Sözle yazı arasında büyük bir ayrım bulunduğu kanısındayım. insan yazdığını sonra yeniden okur. Ya hızlı okur ya da yavaş; başka bir deyişle, belli bir tümce üzerinde ne kadar duracağınıza önceden karar veremezsiniz. Tümcedeki aksaklık ilk bakışta gözünüze çarpmayabilir. Aksaklık belki ondadır, belki ondan önce gelende, belki bir önceki, bir sonraki tümceyle ya da bütün bölümle ilintisi kötüdür. Hatta bölümle ilintisi kopuk olabilir falan.

Bütün bunlar, yazdığınız metne bir bakıma büyücü metni gibi bakmanızı, şuradaki buradaki sözcükleri değiştirmenizi, sonra bu değişik hâlini okumanızı, başka bir değişiklik yapmanızı, derken başka bir öğeyi değiştirmenizi gerektirir. Ses kayıt aygıtını dinlerken, dinleme süresi şeridin geçiş hızıyla belirlenir, benim gereksinmelerimle değil. Dolayısıyla, hep aygıtın bana bıraktığı zamanın gerisinde kalır ya da önüne geçerim.


C. Denediniz mi?


S. Deneyeceğim, tam bir dürüstlükle deneyeceğim, ama sonucun beni doyurmayacağından eminim. Geçmişim, eğitimim, şimdiye kadarki temel etkinliğim dolayısıyla bir yazı adamıyım ben, değişebilmem içinse artık çok geç. Görme yeteneğimi kırk yaşında yitirseydim, durum başka olurdu. Belki yeni anlatım yolları bulur, örneğin kimi yazarların kullandıklarını bildiğim ses alma aygıtını kullanmayı öğrenebilirdim. Ama onun bana bugün yazının sağladığı olanağı sağlayabileceğine inanmıyorum.


Benliğimin özünde zihinsel etkinliğim olduğu gibi kaldı, yani düşünme, akıl yürütme işinin denetlenmesi. Demek ki akıl yürütme alanında, düşündüğüm şeye oranla, yine düzeltici bir etkinlikte bulunabilirim, ama bu etkinlik artık yalnızca öznel alanda kalıyor. Bakın bir daha belirteyim, benim anladığım biçem çalışması mutlaka yazıyı gerektirir.

Bugünkü gençlerin çoğu biçeme aldırmıyor, insanın düşüncesini dilinin ucuna geldiği gibi söyleyip işi bitirmesi gerektiğine inanıyor. Benim içinse

-yalınlığı kaldırıp atmayan, tersine ona dört elle sarılan- biçem, her şeyden önce, bir tek sözle üç dört şey söyleme sanatıdır. İlkin önümüzde dolaysız anlamıyla tümce vardır. Onun altındaysa, aynı anda, derinlemesine sıralanan daha başka anlamlar. Dile bu anlam çoğulluğunu kazandıramıyorsanız, elinize kalem alıp bir şeyler çiziktirmeye değmez.

Yazım, örneğin iletişimden ayıran şey, tek-sesli, tek-anlamlı olmayışıdır. Dil ustası, yönelttiği ışıkla, verdiği ağırlıkla sözcükleri, değişik düzeylerde, birkaç anlama gelecek biçimde kullanabilen kişidir.


C. Düşünbilim konusundaki elyazması taslaklarınız hemen hemen karalamasız, bir çırpıda yazılmış. Yazınsal taslaklarınızsa, tersine, düzeltmelerle dolu. Bu ayrımın nedeni nedir?


S. Ayrım nesnelerden geliyor: düşünbilimde her tümce tek bir anlama gelmelidir. Örneğin «Sözcükler»de her tümceye üst üste bindirilmiş birkaç anlam kazandırmak üzere yaptığım çalışma, düşünbilimde hiçbir işe yaramaz. Kendisi -için- varolan-varlık ile kendi -içinde-varolan-varlık’ı açıklamak zorundaysam, bu iş epey zor olabilir. Bir sürü kıyaslama, kanıtlama kullanabilirim bunun için, ama şöyle ya da böyle bu açıklamayı başı sonu belli, çemberi tamamlayan düşünlerle yapmam gerekir. Eksiksiz anlam bu düzeyde çıkmaz karşımıza, yapıtın bütününde, bu anlam da çoğul olabilir, olmalıdır. Çünkü bilimsel iletişim gibi düşünbilimin tek anlamı olduğunu söylemek istemiyorum bunları derken.


Bir bakıma yaşanmış deneyim’le iş gören yazındaysa, söylediğim hiçbir şey ağzımdan çıkan sözlerle tastamam anlatılamaz. Aynı gerçeklik, uygulamada, birçok biçimde dile getirilebilir. Her tümcenin nasıl okunması gerektiğini, ister yüksek sesle ister sessiz okunsun, sesin rengini kitabın bütünü belirler.


Stendhal’inkiler gibi yüzde yüz nesnel bir tümce, ister istemez, bir sürü şeyi atlar, ama aynı tümcede geri kalan bütün öbür şeyler vardır, dolayısıyla tümce bunların kâğıda dökülebilmesi için yazarın her an gözönünde bulundurması gereken imlem (signification) kümesini içerir. Bundan ötürü, biçem çalışması yalnız tümceyi işlemek değildir, o tümcenin geçtiği sahnenin, bölümün, giderek kitabın tümünü sürekli kafada gezdirmektir. Bunu yapabilirseniz, oraya gereken en iyi tümceyi bulup yazabilirsiniz. Yoo, sahnenin, bölümün, kitabın tümü zihninizde canlanmıyorsa, yazdığınız tümce bulunduğu yerde sırıtır ya da gereksiz gözükür.


Bu çalışma yazara göre uzun ya da kısa, kolay ya da yorucudur. Ancak, genel olarak, örneğin bir tümcede dört tümceyi dile getirmek, düşünbilimdeki gibi bir tümceyle tek bir tümce yazmaktan çok daha zordur. «Düşünüyorum, öyleyse varım» tümcesi çeşitli yönlerde sayısız sonuca varabilir, ama tümce olarak yalnız Descartes’m yüklediği anlamı taşır. Buna karşılık Stendhal: «…Julien, Verrieres çan kulesini görebildiği sürece, sık sık geri dönüp baktı» tümcesini yazarken, romanındaki kahramanın yaptığı devinimi dile getirmekte, ama bununla hem Julien’in duygularını, hem de Madam de Rönal’inkileri göstermiş olmaktadır.


Kısacası, «Düşünüyorum, öyleyse varım» gibi bir tümce burmaktan çok daha zordur dört ayrı anlama gelen bir tümce bulmak. Descartes’ın bu tümceyi bir çırpıda, düşündüğü an bulduğu kanısındayım.


C. Peki, okuyamamak ağır bir kayıp değil mi?


S. Şimdilik hayır, diyebilirim. Şu anda yayımlanan, ilgimi çekebilecek kitapların hiçbirini kendi başıma tanıyamıyorum. Ama birileri bana bunları okuyor ya da anlatıyor, böylece yayımlanan her şeyi izleyebiliyorum. Simone de Beauvoir bana çok kitap okudu, her türden yapıtı, baştan sona birlikte bitirdik.


Ama eskiden, aldığım kitap ya da dergileri kendim gözden geçirirdim, artık bunu yapamamak eksiklik elbet. Sözünü ettiğim tarihsel TV yayınları için toplumbilimsel ya da tarihsel bir yapıt okumam gerekince, bunu ister Simone de Beauvoir’ın sesinden dinleyeyim, ister kendim okuyayım, aynı kapıya çıkıyor. Oysa yalnız birtakım bilgiler edinmek değil de, yapıtları incelemek, eleştirmek, tutarlı olup olmadıklarına bakmak, kitabın kendi ilkelerine uygun kurulup kurulmadığını saptamak gerekince, başka birinin okuması yetmez. O zaman Simone de Beauvoir’ın kitabı bana birkaç kez okumasını, her tümcede değilse bile, her satırbaşında durmasını istemem gerekiyor.


Simone de Beauvoir çok hızlı okuyup konuşur. Onu alıştığı gibi okumaya bırakıyor, kendimi onun okuma hızına uydurmaya çalışıyorum. Bu da belli bir çaba istiyor. Sonra, her bölümün bitiminde, düşüncelerimizi birbirimize aktarıyoruz. Burada karşıma şu sorun çıkıyor: bir kitabı kendiniz okuduğunuz zaman her an varolan zihinsel eleştiri, yüksek sesle okunan bir kitabı dinlerken pek açık seçik değil. Eleştiri ikinci düzlemde kalıyor, ancak Simone de Beauvoir’la izlenimlerimizi, kanılarımızı birbirimize aktardığımız zaman okuma sırasında yakalayamadığım şeyleri kafamdan söküp alabildiğimi duyumsuyorum.


C. Böyle başkalarına bağımlı duruma düşmek size ağır gelmiyor mu?


S. Ağır sözcüğü aşırı kaçsa da evet. Çünkü şu anda hiçbir şey dayanılmayacak kadar ağır değil. Her şeye karşın, bu bağımlılık epey tatsız. Tek başıma okuyup yazmaya alışkınım, ve gerçek aydın çalışmasının yalnızlık istediği inancındayım. Bununla, kimi düşünsel çalışmaların, kitapların ortaklaşa yürütülemeyeceğini söylemek istemiyorum. Ama* gerçek çalışma, insanı hem yazınsal yapıta, hem de düşünsel akıl yürütmelere götüren çalışma iki üç kişiyle yapılamaz. Şimdiki düşünme yöntemlerimizle, herhangi bir nesnelin karşısında kafada beliren düşüncenin üstünü örten perdenin kaldırılması yalnızlık istiyor.


C. Bunun salt size özgü olduğunu söyleyemez miyiz?


S. Ben de ortak çalışmalar yaptım, örneğin Öğretmen Okulu’nda, daha sonra Le Havre’da, başka öğretmenlerle birlikte, üniversite öğretimini düzeltme tasarısı üzerinde çalıştım. Bu tasarıda dile getirilenleri unuttum, sanırım pek önemi de yoktu. Ancak, bir zamanlar David Rousset ve Gerard Rosenthal’le birlikte yarattığımız «Başkaldırmaya Hakkımız Var» ve «Siyaset üstüne Konuşmalar» adlı yapıtların dışında, bütün kitaplarımı tek başıma yazdım.


C. Size böyle özel sorular sormam canınızı sıkıyor mu?


S. Hayır, neden sıksın? Her insanın, kendisiyle görüşmeye gelen kişiye, benliğinin gizli kapaklı yanlarını söyleyebilmesi gerektiğine inanırım. Bence insanlar arasındaki ilişkileri çarpıtan şey, herkesin kendine bir şeyler saklaması, bir şeyi gizlemesidir. Bunu herkese açsın demiyorum elbet, o sırada konuştuğu kişiden bir şey saklamasın diyorum.

Öteden beri giz’in yerini saydamlığın almasından vanayım, günün birinde, gizleyecekleri bir şey kalmayacağı, gerek öznel yaşam gerek nesnel yaşam bütünüyle herkese açılacağı için iki insanın birbirinden saklayacak gizlerinin kalmayacağını şimdiden zihnimde canlandırabiliyorum. Şimdiki gibi bedenimizi karşımızdakine esirgemeden sunarken, düşüncelerimizi gizlememiz olacak şey değil, üstelik benim gözümde bedenle bilinç arasında herhangi bir yapı, doğa ayrımı yoktur.


C. Bedenimizi esirgemeden sunduğumuz kişilere açmıyor muyuz düşüncelerimizi?


S. Bedenimizi herkese sunuyoruz, hem de cinsel ilişkinin dışında bile: bakışlarımızla, dokunma duyusuyla. Siz bedeninizi bana sunuyorsunuz, ben de size: birbirimiz için bedenlerimizle varız. Ama düşünceler bedenin kılık değiştirmiş biçimleri oldukları halde, bilincimizle, düşüncelerimizle aynı şekilde varolmuyoruz birbirimizin karşısında.

Başkalarının gözünde gerçekten varolmak, hiçbir zaman yapılmasa da, sürekli olarak çırılçıplak bir bedenle varolmak istiyorsak, düşüncelerimizin karşımızdakine bedenimizden çıkıyormuş gibi gözükmesi gerekir. Sözleri ağızdaki dil söylüyor. En belirsiz, en uçucu, en yakalanmaz düşünlerin işte bu yolla dışavurması gerekirdi. Başka bir deyişle, geçmiş yüzyılların -tam bir budalalıkla- kadınla erkeğin onum saydıkları şu gizli kapaklılığın, şu giz’in ortadan kalkması gerekir.


C. Sizce bu saydamlığı önleyen başlıca engel ne?


S. Her şeyden önce sıkıntı. Bunu derken, benimkilerden ayrı ilkelerden yola çıkan, onaylayamayacağım sonuçlara varabilecek edimleri dile getiriyorum. Sıkıntı, bütün düşüncelerin karşımızdakilere iletilmesini güçleştiriyor, çünkü başkasının kafasındaki düşüncelere ulaşabilmek için ne ölçüde benim ilkelerden yola çıktığını bilemiyorum. Bu ilkeler belli oranda aydınlığa kavuşturulabilir, tartışılabilir, ortaya konabilir elbet; ama önüme çıkan herkesle her şeyi tartışabileceğim varsayımı doğru değil. Bunu sizinle yapabilirim, ama komşumla ya da yoldan geçen biriyle yapamam; çok üstüne varırsam, benimle sonuna kadar tartışmaktansa dövüşmeyi yeğler.

Demek ki aslında, güvensizlikten, bilgisizlikten, korkaklıktan gelen, karşımdakine her an güvenemeyişime ya da pek az güvenmeme yol açan bir «kendine saklanan yan» var. Nitekim, karşıma çıkan herkesle her konuyu konuşmuyorum, ama elimden geldiğince saydam, yarısaydam olmaya çalışıyorum. Çünkü içimizdeki hem bize, hem başkalarına karanlık gözüken yanın ancak başkalarına açık ve aydınlık olmaya çalıştığımız zaman aydınlığa kavuşacağına inanıyorum.


C. Bu saydamlığı her şeyden önce yazıda aramadınız mı?


S. Her şeyden önce değil, aynı zamanda. İsterseniz şöyle diyelim, yazıda saydamlığı en uç noktasına vardırmaya çalıştım. Ama Simone de Beauvoir’la, başkalarıyla, bugün burada sizinle yaptığım günlük konuşmalar var; sizinle konuşurken elimden geldiğince açık, doğru olmaya, öznel yaşamımı size bütünüyle sunmaya ya da sunmayı denemeye uğraşıyorum. Gerçekte öznelliğimi size hem bütünüyle sunuyorum, hem hiç kimseye göstermiyorum, çünkü içimde söylenmek istemeyen, kendime söyleyebileceğim, ama size aktarılmak istemeyen şeyler kalıyor. Herkes gibi foenim'de dile dökülmek istemeyen, karanlık bir yanım var.


C. Bilinçaltı mı?


S. Yoo, hayır. Ben bildiğim şeylerden söz ediyorum. Her zaman bir tür küçük, dile dökülmeyen parça var, başkalarına söylemek istemediğimiz, ama bilinmek, en azından benim tarafımdan bilinmek isteyen bir parça. Bildiğiniz gibi, insan her şeyi söyleyemiyor. Ama daha sonra, ben öldükten, belki siz de öldükten sonra insanlar kendilerinden gittikçe daha çok söz edecekler, bu da büyük bir değişime yol açacak. Öte yandan, bu değişimin gerçek bir devrime bağlı olduğuna inanıyorum.

Bir insanın benzeri, insan kardeşi için bütünüyle varolması, onun da kendisi için aynı biçimde varolması gerekirdi, gerçek bir toplumsal uyum için. Bugün bu uyum gerçekleştirilemez, insanlar arasındaki tutumbilimsel (iktisadî), eğitsel, sevisel ilişkiler tamamlandığı zaman, Eytişimsel Aklın Eleştirilmesi'nde gösterdiğim gibi, bence insanlar arasındaki gelmiş, geçmiş ve bugünkü çatışmaların temeli olan maddesel darlık ortadan kaldırıldığı zaman gerçekleştirilecektir ancak.

O zaman da yeni karşıtlıklar, benim bugünden zihnimde canlandıramayacağım çatışmalar olacaktır elbet, ama bunlar her bireyin kendini karşısındakine bütünüyle vereceği toplumsal yaşamı kösteklemeyecektir. Böyle bir toplum ancak evrensel olabilir, çünkü dünyanın tek bir köşesinde eşitsizlik ve ayrıcalık sürerse, bunların doğuracağı çatışmalar yeniden ağır basar, ondan ona derken bütün toplumsal ve evrensel yapıya bulaşır.


C. Yazı, giz’den ve karşıtlık’tan oluşmuyor mu? Uyumlu toplumda varlık nedeni ortadan kalkmayacak mı?


S. Yazı giz’den doğuyor kuşkusuz, ama ya bu gizi saklamayı ve yalan söylemeyi, o zaman da ilginç olmaktan çıkıyor, ya da aydınlatmayı, başkalarının önünde kişiliğimizi ortaya vurarak yavaş yavaş eritip tüketmeyi amaçladığını unutmayalım. Bu durumdaysa, benim insanlardan beklediğim saydamlığa doğru yürünmüş oluyor.


C. 1971′de bana: «Sonunda doğruyu söyleyebileceğim gün gelecek» demiştiniz. Sonra eklemiştiniz: «Ama ancak imgelem ürünü bir yapıtta.» Neden?


S. O günlerde, bir tür siyasal vasiyetnâme yerine geçecek, yaşam öykümün devamı olacak, sonradan vazgeçtiğim uzun bir öykü yazıp o güne dek düşündüklerimi dolaysız olarak içine koymayı tasarlıyordum. Bu öyküde zihinsel kurgu (fiction) pek az yer tutacaktı. Okuyucunun: «Burada anlatılan Sartre’ın ta kendisi» diyebileceği bir kişi yaratacaktım.

Bunu derken, okur için roman kahramanıyla yazar yüzde yüz çakışacaktı demek istemiyorum, ama kahramanı anlamanın en iyi yolu, benden ona geçen şeyleri aramak olacaktı. Buydu yapmak istediğim: imgelemden gelmeyen, ama yine de kafada uydurulmuş bir yapıt. Bu dediğim, günümüzde, yazma, işinin ta kendisi oluyor. Kendimizi pek az tanıyoruz, ve benliğimizi henüz sonuna dek yansıtamıyoruz. En doğru yazma biçimi şöyle olmalı: "Elime kalem aldım, benim adım Sartre, düşündüklerim şunlar."


C. Herhangi bir doğru, kendisini dile getirenden bağımsız olarak dile gelebilir mi?


S. Gelir belki, ama, ilginç olmaz. Öylesi, yaşadığımız dünyadan bireyi ve kişiyi silmek, yalnız nesnel doğrularla yetinmek olurdu. İnsan kendi öznel doğrusunu düşünmeden nesnel doğrulara ulaşabilir. Ama burada, hem oluşturduğumuz nesnellikten, hem bu nesnelliğin ardındaki öznellikten sözetmek istiyorsak, ki bu öznellik, tıpkı nesnellik gibi insanın ayrılmaz parçasıdır, o vakit: «Ben, Sartre» diye başlamak gerekirdi. Ama bugün böylesi yapılamadığına göre, çünkü kendimizi yeterince tanımıyoruz, kurmaca yoluyla dolaylama yukarıda sözünü ettiğim öznellik-nesnellik birliğine daha iyi yaklaşabilmemize izin vermektedir.


C. Öyleyse, öznel doğrunuza Roquentin ya da Mathieu aracılığıyla «Sözcükler»i yazarken daha çok yaklaştığınızı söyleyebilir misiniz?


S. Belki, ya da isterseniz şöyle diyelim: «Sözcükler»in «Bulantı»dan ya da «Özgürlüğün Yolları»ndan daha doğru olmadığı kanısındayım. Bu, orada anlattığım olguların doğru olmayışından gelmiyor, ama «Sözcükler» de bir roman, doğruluğuna inandığım bir roman, ama yine de bir tür roman işte.


C. Artık doğruyu söylemenin zamanı geldi dediğinizde, insan o güne dek hep yalan söylediğiniz kanısına kapılabilir.


S. Hayır, yalan yok, ancak yarı yarıya, dörtte bir oranında doğruyu söyleme var. Örneğin, yaşamımın cinsel ve sevisel ilişkilerini anlatmadım. Zaten, herkesin kozlarını ortaya koyup açıkça oynayacağı bir toplum kurulmadıkça böyle bir şeyin gerekliliğine de inanmıyorum.


C. Peki siz kendinizle ilgili her şeyi bildiğinize emin misiniz? Hiç hekime gidip ruhçözümlemesi yaptırmak gelmedi mi içinizden?


S. Geldi, ama kendi başıma anlayamadığım şeyleri anlamak için değil. İlk taslağını 1954′te yazdığım «Sözcükler» 1963′te yeniden ele aldığımda, ruh hekimi bir dosta, Pontalis’e benimle bir ruhçözümlemesine girişip girişmeyeceğini sordum; kendimi daha iyi anlamaktan çok, ruhçözümlemesine duyduğum düşünsel merakla. Yirmi yıllık dostluk ilişkimizden ötürü, haklı olarak böyle bir denemeye girişemeyeceğini söyledi. Zaten bu öneri benim için de havada bir düşünceydi, bir daha üstünde durmadım.


C. Yalnız, romanlarınızı okurken, cinsel yaşamınızın nasıl geçtiğini sezdiren bir sürü şey yakalanabiliyor.


S. Evet, giderek düşünbilimsel yapıtlarımda bile yakalanabilir. Ama onlar cinsel yaşamımın yalnız bir ânını canlandırıyor. Gerçek kişiliğimin bulunmasına yetecek kadar ayrıntılı ve karmaşık değiller. Ee, diyeceksiniz, neden söz ettiniz öyleyse? Yanıtım şöyle: çünkü yazar kendinden bütünüyle söz ederek anlatmalıdır dünyayı.

Yazarın imgeleminde uyduracağı şey, dünyadan nesnel bir varlık gibi söz ederken, aynı zamanda ona karşı çıkan, onunla çelişen öznel varlığına da değinmesidir. Yazar, bu ikisinin oluşturduğu bütünü örten perdeyi sonuna dek kaldırmaya çalışmalı, ikisini de hep hesaba katmalıdır, işte bu yüzden kendisinden söz etmek zorundadır, nitekim iyi kötü, eksik gedik ya da olabildiğince eksiksiz, dünya kuruldu kurulalı böyle yapılmıştır.


C. Peki yazının özgünlüğü nerde kaldı? Nesnellik-öznellik ikilisinden yazmaksızın, konuşarak da söz edebiliriz, öyle değil mi?


S. İlke olarak evet, ama gerçekte konuşma dilinde yazı dilindeki kadar çok şey söylenemiyor. İnsanlar konuşma dilini kullanmaya alışık değiller. Bugün en derin konuşmalar aydınlar arasında geçiyor. Bu, aydınların doğruya aydın olmayanlardan daha yakın oluşlarından değil, ama şu anda birtakım bilgileri, düşünme, örneğin ruhçözümsel, toplumbilimsel düşünme, yolları var. Bunlar aydınların, aydın olmayanların şimdilik beceremedikleri bir işi yapmalarına, gerek kendilerini gerek başkalarını anlamakta belli bir noktaya dek gidebilmelerine izin vermektedir. İkili konuşma, genellikle, herkesin hem kendisinin hem de karşısındakinin her şeyi söyleyip bitirdiğini sanmasına yolaçacak biçimde geçiyor; oysa gerçek sorunlar, söylenenlerin ötesinde başlıyor.


C. Öyleyse artık dile getirilmesi gereken doğru’dan söz ederken, bilip de söyleyemediğimiz değil, daha önce anlayamadığımız şeyleri anlatmayı amaçlıyordunuz?


S. Özellikle kendimi, henüz tanımadığım, bilmediğim birtakım doğruları görebileceğim bir noktaya yerleştirmeyi amaçlıyordum. Doğru bir kurmacayla, ya da kurmaca bir doğruyla, yaşamın eylemlerini, düşüncelerini yeniden ele almak, onları bir bütün haline getirmek, kurmaca çelişkileriyle sınırlarına bakmak, gerçekten bunlarla sınırlı olup olmadıklarını araştırmak, aslında hiç de öyle olmadıkları halde birtakım düşünleri çelişik görmeye zorlanıp zorlanmadığımızı araştırmak, geçmişin belli bir anında giriştiğim eylemin doğru yorumlanıp yorumlanmadığını ortaya çıkarmak söz konusuydu.


C. Belki kendi dizgenizden kaçmaydı?


S. Evet, düşünce dizgem her şeyi kavrayıp betimleyemediği zaman onun dışına çıkmam gerekiyordu. Söz konusu dizgeyi ben kurduğuma göre, büyük bir olasılıkla yeniden ona savrulabilirdim; dolayısıyla benim için doğru’nun bu dizge dışında tasarlanamayacağı kanıtlanmış olurdu. Ama böyle bir şey adı geçen dizgenin derininde yatan doğruya ulaşamasa da, belli bir düzeyde geçerli olmaya devam ettiğini de gösterdi.

Doğru’nun hep yeniden bulunması gerekir, çünkü sonsuzdur. Ama bu, bizim birtakım doğrular elde edemeyeceğimiz anlamına gelmez. O uzun öyküyü yazabilseydim, kendi öznel doğrumu işlerken, talihim de yardım ederse, birkaç doğru yakalayabilirdim sanıyorum. Üstelik bunlar yalnız benimle değil, beni kapsayan çağla ilgili doğrular olurdu. Ama doğrunun bütününü yakalayamazdım. Bugün kimse ona ulaşamasa da, erişilir olduğunu sezdirirdim.


C. Yazabilseydiniz, şu anda bu yapıtla mı uğraşacaktınız?


S. Evet, zaten bir bakıma öteden beri hep onunla uğraştım.


C. Oysa, Simone de Beauvoir’ın anılarından, 1957′den bu yana müthiş bir ivecenlikle çalıştığınızı öğreniyoruz. Simone de Beauvoir, «saate, ölüme karşı tüketici bir yarışa» giriştiğinizi söylüyor. Bana kalırsa, böyle bir sabırsızlık duyduğunuza göre, mutlaka söylenmesi gereken bir şeyi söyleyebilecek tek kişi olduğunuzu sanıyordunuz. Doğru mu bu sezgim?


S. Bir bakıma evet. O yıllarda başladım "Eytişimsel Aklın Eleştirilmesini" yazmaya. Ve yapıt beni kıskıvrak bağladı, bütün zamanımı aldı. Corydane hapları çiğneyerek, on saat durmadan çalışıyordum, günde yirmi hap çiğnediğim oluyordu, ve gerçekten o kitabı bitirmem gerektiğine inanıyordum. Amphetamine’ler bana her zamankinin üç katı hızlı bir düşünüp yazma yeteneği kazandırıyordu, bir an önce yapıtı tamamlamak istiyordum.

Budapeşte olaylarından sonra ortaklaşmacılarla bozuştuğum günlerdi. Tam bir kopma değildi bu, ama bağlar gevşemişti. 1968′den önce, görünüşe göre ortaklaşmacı hareket bütün solu simgeliyordu ve Parti’yle bağlarını koparmak, insanı bir tür sürgüne mahkûm ediyordu. Bu soldan kopunca, ya sağa kayılıyor ya da bir tür bekleme içine giriliyordu. O zaman da insana yalnız ortaklaşmacıların düşünmeyi yasakladıkları şeyleri sonuna dek düşünmek kalıyordu.

«Eytişimsel Aklın Eleştirilmesi»ni yazmak, benim için, Ortaklaşmacı Parti’nin düşünce üzerindeki baskısının dışında kendi düşüncemle de hesaplaşmak oldu. «Eytişimsel Aklın Eleştirilmesi», Marx’çı kalarak ortaklaşmacılara karşı yazılmış bir kitaptır. Gerçek Marx’çılığın ortaklaşmacılar tarafından çarpıtıldığına, yanlış yola saptırıldığına inanıyordum. Bugünse yüzde yüz aynı şeyi söyleyemem.


C. Bu konuya ilerde döneceğiz. O hızlı gitme duygusu, yaşlanmanın ilk belirtilerinden biri değil miydi acaba? 1954′te, Moskova’da, ilk sağlık kazasını geçirdiniz.


S. Zararsız bir kazaydı o, ilk kan basıncı yükselmesi, fazla çalışmaktan ve S.S.C.B.’ne yaptığım pek hoş olmayan, beni yoran ilk geziden ileri gelen geçici bir rahatsızlık diye yorumladım. Ama daha sonra, De Gaulle işbaşına geldiği zaman da aynı rahatsızlığı geçirdim. «Altona Mahpusları»nı yazıyordum, 1958 kışında, ve günün birinde, çok kararsız olmaya başladım.

Simone Berriau’nun evindeki günü anımsıyorum: bir bardak viski içiyordum, küçük bir masaya koymak istedim bardağı ve en doğal şeymiş gibi boşluğa bıraktım; beceriksizlik değildi bu, denge bozukluğuydu. Simone Beıriau olup biteni gördü ve bana: «Hemen hekime gidin, durumunuz hiç iyi değil» dedi. Gerçekten de, birkaç gün sonra yine «Mahpuslar» üzerinde çalışırken, bir de baktım yazmıyor, karalıyorum: oyunla ilgisi bulunmayan, Simone de Beauvoir’ı müthiş ürküten anlamsız tümceler çiziktiriyorum.


C. O an siz de korktunuz mu?


S. Hayır, ama çöktüğümü anladım. Hiçbir zaman korkmadım. Çalışmayı bıraktım: sanırım iki ay hiçbir şey yapmadım. Sonra yeniden işe koyuldum. Ama o iki ay, «Mahpusları»ı bir yıl geciktirdi.


C. Kanımca o dönemde okurlarınıza, kendinize, «Sözcükler»de, deyimle derinizin altına işlemiş buyruklara karşı müthiş bir sorumluluğunuz vardı: ya bir şeyler yazmak ya da geberip gitmek istiyordunuz. Biraz gevşemeniz ne zaman başladı?


S. Son yıllarda, «Flaubert»i bıraktıktan sonra. Bu kitap için de, corydane’lar çiğneyerek, müthiş çalıştım. Belli aralıklarla, on beş yıldır üzerindeydim zaten. Başka şeyler yazıyor, sonra yine Flaubert’e dönüyordum. Oysa bitiremeyeceğim onu. Ama çok mutsuz değilim, çünkü söyleyeceklerimin önemli bölümünü ilk üç ciltte söyledim sanıyorum. Yazdığım üç ciltten sonra, dördüncüyü başka biri de yazabilir.

Bununla birlikte, tamamlayamadığım Flaubert pişmanlık acısı gibi içimde. «Pişmanlık» aşırı bir sözcük belki; neyse, nesnelerin gücünden ötürü yarım bıraktım onu. Yoksa bitirmek istiyordum. Üstelik, dördüncü cilt benim için en zor, en az ilginç olanıydı: «Madam Bovary»nin biçemi. Ama yukarıda dediğim gibi, yapıda yarım kalmış olsa da, ana bölümler yazıldı.


C. Bu dediğiniz yapıtınızın bütünü için de geçerli mi acaba? Ortaya koyduğunuz yapıtın başlıca özelliklerinden biri bitirilmemiş olmasıdır denebilir… Bu iş…


S. Canımı sıkıyor mu? Hayır. Çünkü bütün yapıtlar yarımdır: yazınsal ya da düşünsel yapıt yaratanlar, yapıtlarını bitiremezler. N’eylersiniz, zaman denen bir gerçeklik var!


C. Peki, bugün artık zamanın soluğunu ense kökünüzde duymuyor musunuz?


S. Hayır, çünkü söyleyeceğim her şeyi söylediğime aklım kesti, bakın, aklım kesti diyorum. Bu yargı, aslında söyleyebileceğim, ama söylemeye fırsat bulamayacağım şeyleri kesip atma anlamına da geliyor, çünkü yazdıklarımın işin asıl kesimi olduğuna inanıyorum. Geri kalanın üstünde durmaya değmez, diyorum kendi kendime, birtakım eğilimler bunlar, şu ya da bu konuda bir roman yazma arzusu gibi, sonradan vazgeçtiğimiz girişimler.


Gerçekte, bütünüyle doğru değil bu dediğim: önünde yıllar bulunan sağlıklı birinin gerçek gerekliliğini duyabilseydim, daha yapıtımı bitiremediğimi, söylemek istediklerimin hepsini söylemediğimi öne sürerdim. Ama şimdi kendime bunu söylemek istemiyorum. On yıllık ömrüm kaldıysa, ne âlâ, hiç de kötü sayılmaz.


C. Nasıl doldurmayı düşünürsünüz bu on yılı?


S. Şimdi hazırlamakta olduğum TV yayını gibi çalışmalarla, bu çalışmaları da yapıtımın bir parçası sayıyorum. Simone de Beauvoir’la başladığımız söyleşileri içeren, Sözcükler'in arkası olacak bir kitapla; bu kitap izleklere (temalara) göre düzenlenecek, artık kişisel biçemim bulunmadığına göre, Sözcükler'in biçemiyle yazılmayacak.


C. Evet ama bu tasarılara daha az şey yatırıyorsunuz.


S. Daha az yatırabildiğim için. Çünkü yetmiş yaşında, geri kalan on yıllık ömrümde, yaşamımın en parlak romanını ya da temel düşünbilim kitabını ortaya koymayı umuyorum. Yetmişle seksen arasındaki ömrün ne olduğunu hepimiz biliriz.


C. Demek ki asıl neden, yarı körlüğünüzden çok yaşlılık?


S. Yaşımı yarı-körlüğümden ötürü duyuyorum, ki bu bir kazadır, daha başkaları da gelebilirdi başıma, bir de kimsenin yadsıyamayacağı bir olgudan, ölümün yaklaşmasından ötürü. Oturup onu düşünmüyorum elbet, hiç düşünmüyorum; ama günün birinde çıkıp geleceğini biliyorum.


C. Eskiden de bilir miydiniz?


S. Hiç üstünde durmazdım, gerçekten hiç düşünmezdim ölümü. Hattâ bir ara, otuzuma doğru, ölümsüz olduğuma inandığımı biliyorsunuz. Ama şimdi artık kendimi ölümlü duyumsuyorum, ölümü düşünmeden. Yalnız, ömrümün son aşamasına geldiğimi, dolayısıyla birtakım yapıtlara girişemeyeceğimi biliyorum. Büyüklüklerinden ötürü, yoksa zorluklarından değil, çünkü anlama yeteneğimin aşağı yukarı on yıl önceki gibi durduğuna inanıyorum. Benim için önemli olan, yapılması gerekenin yapılmış olması. İyi ya da kötü oluşunun hiç önemi yok, ama tattım bu tadı. Ayrıca, daha on yılım var.


C. Thesbe’deki Gide’i anımsatıyorsunuz bana: «Yapıtımı ortaya koydum, yaşadım…» Yetmiş yaşındaydı bunu derken ve aynı dinginlikle, sizin gibi görevini yerine getirmiş insan doyumuyla söylüyordu bunları. Siz de aynı şeyi mi söylüyorsunuz?


S. Tastamam.


C. Aynı anlayışla mı?


S. Daha başka şeyler de eklemek gerekir. Okuduğum kitaplara bakışım Gide’inkinin aynı değil. Kitabın eylemi konusundaki düşüncem de öyle. Onun gibi, ileriki toplumu düşünmüyorum. Ama salt bireyi alırsak, bir bakıma, evet; eh, yapacağımı yaptım, diyorum.


C. Yaşamınızdan hoşnut musunuz?


S. Çok. Biraz daha talihli olsaydım, daha çok şeyi ele alıp daha iyi işleyebilirdim sanıyorum.


C. Biraz daha talihli olsaydınız ve kendinize biraz daha iyi baksaydınız. Çünkü «Eytişimsel Aklın Eleştirilmesi»ni yazarken sağlığınızı hovardaca harcadınız.


S. İyi ama, neye yarar sağlık dediğiniz şey? «Eytişimsel Aklın Eleştirilmesini yazmak, hiçbir şişinme duymadan söylüyorum bunu, bizim için önemli, uzun, dolu bir yapıt kaleme almak, sağlıklı olmaktan çok daha değerlidir.


Haziran, 1975.


Kaynak: Yazınsal Denemeler (cafrande.org aracılığıyla)