"Sexing the Cherry", Jeanette Winterson tarafından 1990 yılında yazılmış bir eserdir. Eser kendi içerisinde hem 70’li yılları hem de yirminci yüzyıl İngiltere'sini ele alan ve zamanın, mekanın değişken olduğu bir romandır. Bunun yanı sıra eserin içerisinde aşk, ihanet veya dış görünüm, cinsiyet gibi birbirinden farklı temalar bulunmaktadır. Eser II. Charles’ın krallığı sırasında veba ile savaşan bir halkın olduğu bir zamanda yazılmıştır. Esere genel anlamda bir bakış atacak olursak kendisini Dog Woman olarak adlandıran bir kadın ve bir nehir kenarında bulup evlat edindiği Jordan’ın iki farklı yüzyıldaki hayat hikayeleri biz okurlara aktarılır. Eserin içerisinde bu kadının kendisine bu şekilde hitap etmesinin en temel nedenleri kendi ismini bilmemesi ve dev köpek yetiştiricisi olmasından kaynaklanmaktadır. Jordan’ı ise bir nehrin kenarında bulduğu için ona bir nehrin ismini verir. Eseri incelediğimizde içerisinde birçok fantastik figürler, cinsel elementler görürüz. Okurlara gösterilen bu figürler ve elementler absürt bir şekilde anlatılmıştır. Ben ise "Sexing the Cherry" eserini feminist bir bakış açısıyla ele almak istiyorum.

Sizlere ilk olarak cinsiyet kavramını açıklamak istiyorum. "Gender" kavramı bizim günümüzde kullandığımız şekliyle 1970’lerin sonunda ortaya çıkmıştır ve ortaya çıkma amacı biyolojik cinsiyetler ve bu biyolojik cinsiyetlerin birbirleri arasındaki karakter farklılıklarını göstermek için ortaya çıkmıştır. Zaman geçtikçe gender terimi birçok alanda incelenmeye başlanmıştır ve biyolojik cinsiyetten ziyade insanların kültürel olarak kendilerini nasıl hissettikleri fikri düşünülmeye başlamıştır. Zamanla gender kavramının yanı sıra sex kavramı da ortaya çıkmıştır. Sex; bir bireyin biyolojik olarak kadın veya erkek olma durumuyken, gender ise; o bireyin nasıl hissettiği veya nasıl yaşadığı ile alakalıdır. Winterson da "Sexing the Cherry" eserinde bu görüşü ele almıştır. Eserde anlatıcı değiştikçe anlatıcının simgesi de değişmektedir ve bu simgeler ananas ve muzdur. Fakat düşünülenin aksine bir durum vardır ki muz eserde kadını, ananas da erkeği temsil etmektedir. Eserin ilerleyen kısımlarında iki meyvenin birlikte kullanıldığı görürüz. Bu olaya grafting durumu denilir ve bitkilerin bir ebeveyne ya da tohuma ihtiyaç duymadan birbirlerinden yararlanması için oluşturulmuş bir şeydir. Bu durum ise bir hybrid, yani üçüncü sex ortaya çıkartır ve bu terimi iki cinsiyetten biri olmak zorunda olmayan, ikisinden hiçbiri veya ikisinden de olabilen olarak açıklayabiliriz. Feminist tutum ise insanların sadece biyolojik cinsiyetlerine göre yargılanmaması gerektiğini ve kültürel özelliklerin de etkili olduğunu savunurlar. Winterson bu eserinde toplumsal cinsiyet rollerinin etkisini etkili bir biçimde ele alır.

İlk olarak eserde on yedinci yüzyıl bölümüne bakmak gerekir. Eserde Dog Woman her zaman kendi varlığını sorgulamış fakat bunun yanında kendi gerçek ismini bile bilmeyen bir kadındır. Winterson bu karakteri yaratırken normalde yaratılan güzel kadın algısının dışına çıkmıştır. Dog Woman karakteri biyolojik olarak bir kadındır. Fakat yeteri kadar “feminine” birisi değildir. Dog Woman karakteri bazen kibar bazen de kaba bir şekilde karşımıza çıkar. Görünüş olarak kaba olan bu karakter fiziksel olarak güçlüdür ve saf birisidir. Jordan’ı evlatlık edinen bu kadın görünüş her ne kadar korkutucu olsa da Jordan’a annelik yapmıştır. Bunun yanı sıra oğlu Jordan, annesiyle gurur duymuş ve annesini sevmiştir. Herhangi bir şekilde cezbediciliği olmayan veya güzellik kalıplarına uymayan Dog Woman, ayrıca annelik kavramını da değiştirmiştir. Dog Woman Jordan’ı doğurmamıştır, onu evlat edinmiştir. Diğer bir yandan ise Jordan bulunduğu ülkeye muzu ilk getiren kişi olarak bilinmektedir. Annesi gibi o da normal kalıplara sığmaz ve feminine bir erkektir. Fiziksel olarak minyon ve karakter olarak sessiz birisidir. Jordan karakteri bizlerin karşısına toplum baskısıyla savaşan ve toplumun direttiği kurallara uymak zorunda olan bir birey olarak tanıtılır. Kendisine dayatılan kurallardan memnun olmayan Jordan, kaçış yolunu ülkesinden gitmek olarak bulur.

Bu yazılanları analiz etmemiz gerekirse cinsiyet kavramı dediğimiz şey sadece bizlerin biyolojik olarak nasıl doğduğumuzdan oluşmaz. İnsanların kendilerini nasıl hissettikleri de önemli bir kavramdır. Dog Woman eserde her ne kadar fiziksel olarak toplumun dayattığı güzellik algısına uymuyor olsa da kendi ayaklarının üzerinde duran ve insanlara yardım eden bir karakter olarak bizlere tanıtılmıştır. Patriyarkal toplumun normlarına uygun görülmeyen Dog Woman fiziksel görüntüsüyle aslında "erkek gücüne" bir cevap olarak nitelendirilebilir. Ayrıca anne olma kavramı sadece doğum yoluyla olmaz, Winterson eserinde bizlere bunu Dog Woman yoluyla göstermek istemiştir. Dog Woman evlat edindiği oğlunu sevgiyle büyütür ve oğlu ne kadar uzağa giderse gitsin onu unutmaz. Diğer yandan ise Jordan karakteri maskülenlik ve feminenlik arasında olan zıtlıklardan hoşlanmaz. Aşık olduğu Fortunata’yı ararken "cross-dressing" yaptığı sırada ona kadınlar arasındayken çok dikkatli olması gerektiği öğretilir. Cross-dressing yaptığı sahnede Jordan kısa bir süreliğine de olsa toplumsal cinsiyet rollerine göre yaşamaktan kurtulduğunu hisseder. Romanın ikinci yarısına geldiğimizde ise eserdeki zaman algısı tamamen değişir ve yirminci yüzyıl ile karşılaşırız. Bu sefer karşımıza genç bir adamla delirmiş bir female scientist çıkar. Bu iki karakter yine toplumun dayattığı cinsiyet rollerine uygun değildirler. İsmi verilmeyen bu scientist ile Dog Woman arasında herhangi bir benzerlik yoktur. Bu iki karakteri birbirine bağdaştırmamızı sağlayan tek özellik uyumsuz olmalarıdır. Dog Woman eserde bizlere bir fiziksel tehdit olarak gösterilirken, scientist woman ise zekası aracılığıyla bir tehdit haline gelir. Burada önemli olan şey kendi gender’ından beklenilen şeyleri takip etmemeleri ve reddetmeleridir. Bunun yanı sıra yirminci yüzyıldaki genç oğlanın ismi bizlere Nicholas Jordan olarak tanıtılır. Tıpkı on yedinci yüzyıldaki Jordan gibi, Nicholas Jordan da toplumun gender hakkındaki beklentileri arasında sıkışıp kalmıştır. Gemicilik işinin kendisine çocuklar için değil adamlar için olduğu söylenir. Burada belirtilmek istenen şey aslında her iki karakterin de toplumsal cinsiyet roller arasında kendi istediği şekilde hareket edemediği ve istediklerini yapamadığıdır. Eserdeki önemli noktalardan biriside Twelve Dancing Princess masalının feminist bir bakış açısıyla yeniden yazılmasıdır. Winterson eserinde bu hikayeyi “who lived happily ever after, but not with their husbands” diyerek bir dönüm noktası yaratmıştır. Hepimiz biliriz ki çocukluğumuzdan beri peri masalları düşüncelerimizin oluşmasında önemli bir yer edinir ve bu peri masalları cinsiyet rollerini büyük bir açıda etkiler. Winterson on bir prensesin eşleriyle olan ilişkilerini bir şekilde bitirir. Bu sonların nasıl bittiğine dikkatle bakılırsa benim fikirlerime göre toplumda olan ve nedeninin sorgulanmadığı durumlara gönderme yapılmış olabilir. Ayrıca burada Winterson bir prensesin bir denizkızına aşık olduğunu da belirtir.

Yukarıda yazılanları bir paragrafta toplamak gerekirse "Sexing the Cherry" eserinde Jeanette Winterson bu romanında içerdiği figürlerle birlikte gender ve sex terimlerini açıklayarak okurlarına aslında bu terimlerin bireyler için ne gibi önemler taşıdığını belirtmek istemiştir. Feminizm denildiğinde insanlar her ne kadar insanlar bu terimden korksa da feministler hem kadınların hem de erkeklerin eşitliğinin sağlanmasını istemektedirler. "Sexing the Cherry" eseri bizlere ataerkil toplumda ne gibi zorluklar olabileceğini ironi yaparak açıklar. Dog Woman ve Jordan zamanda yolculuk yaparak ve bu yolculuklarını yaparken toplumun dayattığı cinsiyet rollerine uymayarak, biz okurlara sex ve gender kelimelerinin tanımlarını tam anlamıyla yaparlar. Her ne kadar günümüzde hala kadın&erkek, maskülen&feminen gibi kesin zıtlıklar içeren tanımlar olsa da bilmeliyiz ki sadece siyah ve beyaz yoktur. Eğer insanları yorumlamak için gender kavramına ihtiyacımız varsa benim fikirlerime göre bu kavramı yeniden düzenleyebilmemiz hatta bu kavramı parçalarına ayırarak yeniden inşa edebilmemiz gerekmektedir çünkü birey denilen kavram belirli kalıplara sığdırılabilen bir varlık değildir. Kısacası insanlar hakkında konuşurken o insanın biyolojik benliği ve ruhsal benliği hakkında düşünerek konuşmalıyız.