Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemiz gibi, üç tarafı kitap ve defterle çevrili masada sandalyenin olduğu taraftan bölgeye giriş yapmıştım. Buradan biraz ilerlersem sıcak denizlere inmemi sağlayacak o alana da ulaşabilirim. O alana gelmek için birtakım stratejik planlara ihtiyacım olduğunu biliyordum ama plan yapma konusunda pek başarılı sayılmazdım. Plan yapmaya çalışırken gündüz düşlerine girmem olasıydı. Ayrıksı ama bir o kadar da hoş duran yabani nergise takıldım. Toprağından ayrı düşmesine rağmen nasıl da renklendiriyor olduğu yeri, masanın Ege bölgesinde, yerinden memnun duruyordu. Biraz önce bitirdiğim öyküde salık verilen çalma listesini açmıştım. Bilinmedik ezgiler eşliğinde, bilinmedik yerlerde olmanın güzelliğini düşlemeye başlamıştım bile. Beyaz perdede siyah italik harflerle gündüz düşleri iftiharla sunar yazısı belirdi. Yabani nergis gibi gittiğim o yere kendi rengimi götürebilir miydim?


Fakat daha büyük bir sorun ortaya çıkıyordu düşümde, benim rengim neydi? Bir keresinde bilinmedik bir yere gittiğim olmuştu; orada Ezgi’nin, Demet’in, Ahmet’in rengi belliydi, hatta Kenan’ın kırmızının siyaha dönük rengini sevmiştim. Sonraları, siyahı ağır basan halinden uzaklaşmam gerektiğini anlamam ise zaman almıştı. Ezgi ve Ahmet’i göresim geliyor bu aralar. Birbirlerini nasıl bulup da beraber kalabilmişlerdi? Yıllar sonra birbirlerine nasıl baktıklarını görmek istiyordum. Eskiden düşlerimde bir yaz günü hep birlikte olduğumuz da olurdu. Neyse ki bu özlemeli ve romantik düşlerden arındım. Böylece rengimin toz pembe olmadığını söyleyebilirim. Galiba kahverengiyle yeşilin bir arada olduğu bir renk halkası çiziyorum kendime. Biraz da sarı olsa fena olmazdı, çocukluğumdan sarıyı da alıyorum. Renk halkasının içinde, göz hizamdaki kurutulmuş lavantalara uzanmıştım. Minik bir parçayı burnuma yaklaştırdım. Bu kez beyaz perdede öyküdeki lavanta kokulu insanlar vardı. Gözlerim kapalı, lavanta kokulu bir boynun içimi kıpırdatışını duymaya çalışıyorum. Uzanıp başımı o boyuna yaslamak, birkaç dakika orada kalmak çekiyor canım.


Gözlerimi açıp lavanta kokusunu içime çektim. Koku; jeopolitik konumumdan uzak, aşağıya doğru inerken sağda solda olan lavantaları hatırlatmıştı. Ellerimi lavantalara değdirerek geçtiğim yerdeydim. Avuçlarıma bulanan lavanta kokusunu içime çektiğim anlarla, kurumuş lavanta parçasıyla, başparmağımla işaret parmağım arasında oynadığım an arasında gidip geliyordum. Arkamdan gelen ayak sesleri, ardımda çalan notalarla birleşiyordu. Birkaç adımı tekrar tekrar atarken sonu olmayan düşsel adımlar, sözü olmayan bir şarkıya benzemişti.


Sonra düşsel adımları, şöyle kenardan kenardan soğuk denizlere doğru uğurlamıştım. Sözü olmayan elbette sesi olmayan, ruhu olmayan anlamına gelmiyordu. Hatırladıkça şaşırıyorum; içime yük olan, zihnimde dönüp duranlardan nasıl kolayca bahsetmiştim. Bir yabancıyla bölük pörçük anılardan bahsetmek tuhaf olduğu kadar da keyifliydi. O yabancılıkta tanıdık bir şeye rastlamak daha fazlasını merak ettirmişti muhtemelen. Çekirdek yaşamında bir mutlu bir mutsuz takılırken bu yabancıyla konuşmak da nereden çıkmıştı? Üstüne üstlük daha o an bilmiyordum ama kendimdeki yabancılarla da karşılaşmak zorunda kalacaktım. Misal, rengimin sarısı olur olmadık yerde kendini hatırlatacak, sızlanacaktı. Sonra olur olmadık başka renkler geçecekti içimizden. Onun rengi mi… İki insanın sessiz kalabilmesine şaşkın gözlerle bakan bir renkti. Sanırım biraz siyah, biraz da turuncu olabilirdi. Sözü olmayan bir müzik gibiydi.


Biraz sonra, yabancılıkla tanıdıklığın merakını ve şaşkın gözlerin yerini meraksızlık ve umarsızlık almıştı. En başta arka planda oynayan ihtimaller, kemirerek sonuçlanmış olabilirdi. Tanıdıklık pek az yer ediniyordu, tanımakla tanıdıklık farklılaşıyordu. Tanımak, “aa burada tanıdık bir şeyler olmalı” gölcüğü yerine, “daha neler var” deniziydi. Oturduğun yerde göle ayaklarını uzatıp gelişigüzel sallandırmak pek keyifliydi. Denize girmek bambaşka… Tanıdık şeylerden yabancılaşma barajına dökülmeye başladık.


Yine de üç tarafı çevrili masamda otururken hatırlayınca bir kez daha gülmüştüm. Gündüz düşleri yerini düşüncelere bırakmıştı. Çocukluğumuzda üzerimize atılan kimlikler, gelenekler, kültürel etkinlikler yıllar sonra bakıldığında komikleşebiliyor. Başımıza bağladığımız, beyazla yazılı kırmızı kumaş parçalarındaki çocukluklarımıza da el sallamıştım böylece. Son olarak bu bir onurlandırmaya dönüşmüştü, içimizden geçen maviliği onurlandırdım.