Uzun zamandır beri elim yazmaya varmıyor çünkü ha bire sapıtan şekerim, can kızımın bağıra çağıra geçen diş çıkarma dönemi, anlamsız bir şekilde ruhumu kaplayan isteksizlik ve tembellikten dolayı yazamadım… Yazamadım. (Sanki sizin de pek bir umurunuzda ya!)

Yaklaşık bir saat önce bilgisayarın karşısına geçtim. Niyetim neredeyse altı aylık olan kızımla yaşadıklarımı mizah sınırları içinde size anlatmaktı… Yazının başlığı filan hatta yazının kendisi bile hazır, son iki gündür yazıyı kafamda tasarlamışım bir tek kâğıda dökme işi var...

Yarım sayfa yazdım, yazmadım, cep telefonum çalmaya başladı. Saate baktım, sabaha karşı 03.50. Bu saatte arasa arasa benim Gorancı teyzem arar diye düşünerek açmamaya karar verdim. Nasıl olsa birkaç kez çaldıktan sonra “Aradığınız kişiye ulaşılamıyor...” gibisinden Almanca bir şeyler devreye girecek. Tabii siz bu arada Gorancı teyzemi tanımıyorsunuz ama bu tanımazlığınız pek önemli değil. Çünkü bende tanımıyorum!

Bu Gorancı teyzemle sadece gıyabında olmak üzere yaklaşık 4 aydır tanışıyoruz! Teyzem sağ olsun, muntazam ayda üç dört defa, olmadık zamanlarda arar. Ve yine sağ olsun, kendisi tek kelime ne Almanca ne Türkçe ne de İngilizce biliyor ama ısrarla beni aramaktan vazgeçmiyor.

Genelde bu mecburi telefon görüşmemiz sağlamından bir yarım saat sürer. Bazen ben susarım o “Goran dobreçivski Goran, Goran köteki bratisla...” gibisinden uzun uzadıya konuşur. Bazen ben sevdiğim şiirlerden bir demet okurum ya da o anda yazmakta olduğum yazımdan kesitler okuyarak fikrini sorarım.

Eğer çok ters bir zamanda aramışsa ana avrat düz giderim, telefonu yüzüne kapatırım. Bazen o telefonda ağlamaklı olur, bazen ise şuh kahkahalar atar... Zannımca bu Goran denen pezevenk bu teyzemin ya oğlu ya da yavuklusu ve teyzemin elinde bundan başka bir telefon numarası olmadığı için bir umut belki bulurum hesabı ha bire beni arıyor.

Baktım, ısrarla telefon çalmaya devam ediyor, ben de “Buyur Gorancı teyzem, ne istiyon?” diye açtım... Telefonun diğer ucunda Gorancı teyzem yerine yıllardır yüzünü görmediğim, sesini duymadığım eski bir dostum vardı, daha hâl hatır sormadan ağlayarak “Başımız sağ olsun, bizim Deli Aydoğa’nı kaybettik.” dedi ve hıçkırıklarla telefonu kapattı…

Ben o gece ağlamaktan şişmiş gözlerimle yatağa girdiğimde gün çoktan aydınlanmıştı... Ne kadar uyumak istesem de uyuyamıyordum. Yanlış hatırlamıyorsam Aydoğan 37 yaşında olmalıydı, yani ölmek için Aydoğan’ın deyişi ile söylersek “şalteri indirmek” için oldukça erken bir vakitti yahu. (Rahat mı battı eşşoğlusu!)

Öğleye doğru votka şişesinin yarısına geldiğimde dostumun ölüm sebebini öğrenmek için bu acı haberi veren dostumu aradım... Sebebi bizim Aydoğan’ın babaannesinin tansiyon haplarından bir kutu içerek şalterini kendisi indirmesiymiş....

Eminim ki sizin de hayatınıza girip çıkan insanların arasında bazıları var ki o insanı tanıdığınız için kendini mutlu ve bahtiyar sayarsınız. İşte Aydoğan da benim tanımaktan, dostu olmaktan mutluluk duyduğum can bir dostumdu...

Durun hele ben size Deli Aydoğan ile ilgili anılarımı anlatayım:


Bir kış günü beş arkadaş sabaha karşı külüstür bir Reno 12 (Renault) ile Kemer’den Antalya’ya geliyoruz. Arabayı kullanan arkadaş hariç hepimiz zil zurnayız. Ve hep beraber “Biz her Gece Heybeli’de Mehtaba Çıkardık” isimli şarkının topluca ırzına geçtiğimiz bir anda Reno taklalar atmaya başladı ve büyük bir gürültüyle durdu. Antalya Konyaaltı mevkisinde bir Türk mühendislik harikası trafik göbeğinin olması gerekenden çok büyük bir göbek olması ve bununla da sürücü arkadaşın beceriksizliğiyle birleşmesi sonucu nur topu gibi bir trafik kazamız olmuştu.

Bir mucize eseri olsa gerek, birkaç ufak sıyrıktan ve kol kırılmasından başka bir hasarımız yoktu. Ama durmamızı sağlayan elektrik direğin yolun ortasında boylu boyunca yatmaktaydı.

Neyse, biz kazanın şoku ile haşır neşir iken bizim Deli Aydoğan yolun ortasındaki çimlerin üzerine diz çökmüş bir şekilde dizlerini iki eliyle döverek bozuk plak gibi “Kaçın laa kaçın patlayacak!” diye feryadı figan ediyor. Reno’nun sahibi İhsan Aydoğa’nın ensesine okkalı bir şaplak yapıştırdıktan sonra “Ne baarıyon lan hayvan? Depoda 250 bin liralık benzin var, patlasa puff diye sönüverir.” demesiyle trafik polisleri dahil herkes gülmekten yerlere yatıyorduk...


Bu Aydoğan’ının ilk ölüm haberi değildi. Bundan önce 1996’nın yazında çalışmakta olduğum tatil köyüne sabah erkenden “Aydoğan öldü.” diye haber gelmişti. Bereket, aynı gün öğleüzeri olayın yanlış bir anlaşılmadan kaynaklandığı Aydoğan’ın ölmedi haberi yetişmişti imdadımıza...

Sonradan Aydoğan’dan öğrendiğimize göre olay şöyle gelişmiş:

Sıcak bir ağustos gecesinden içmeye başlayan Aydoğan sabaha karşı Antalya limanından soyunup çırılçıplak denize giriyor bizim deli. Belli bir süre kulaç attıktan sonra bir bakıyor evleri limandan daha yakın “Ee, buraya kadar gelmişken geriye dönmeyeyim.” deyip yallah eve doğru yüzüyor... Bitkin ama ayık bir halde falezlere (kayalara) tırmanıp, anadan üryan asansöre binip 9. kattaki evlerine çıkıyor ve paspasın altından yedek anahtarla eve girip vurup kafayı yatıyor.

Sabah balıkçılar Aydoğan’ın elbiselerini, cüzdanını, ayakkabılarını bulunca polise haber veriyorlar. Gelen memurlar bizim deliyi tanıyorlar. (Gerçi o zamanlar tüm Antalya polisleri tanırdı bizimkini.) Kısa bir değerlendirmeden sonra memurlar Aydoğa’nın intihar ettiğine kanaat getiriyorlar. Aydoğa’nın babasını tanıyan bir polis sayesinde ellerinde Aydoğan’ın eşyalarının olduğu poşete eşliğinde babasının dükkanına gidiyorlar. Polisler lafa nasıl başlayacaklarını bilemeden eveleyip gevelerken Hamdi amca “Ne oldu, yine ne yaptı benim eşşoğlusu?” diye sövüp saymaya başlayınca gençten polisin bir dayanamayıp “Hamdi amca bu sefer iş ciddi... Başın sağ olsun, galiba senin oğlan Aydoğan intihar etmiş.” deyivermiş.

Hamdi amca ise “Nasıl olur ya? Ben sabah dükkâna gelirken odasında yatıyordu eşek sıpası.” demiş. Ama söz konusu olan Aydoğan olduğu için “Durun hele, bu şu sıpaya bir bakıp geleyim.” deyip Arabaya atladığı gibi eve gidiyor.

Tabii bizimki kıçında uçuşan pireler eşliğinde derin uykuda. Hamdi amca bunu böyle çırılçıplak uyurken bulunca kan beynine hücum ettiğinden olacak yer misin yemez misin deyip buna sille tokat girişiyor. Aydoğan’da ha bire “Baba ne vuruyon ya?” dedikçe Hamdi amca daha bir hiddetlenerek “Sus eşşoğlusu!” deyip basıyor tokadı...


Aydoğan’ın maceraları bitmez. Laf aramızda, deliydi meliydi ama insan gibi insandı benim güzel dostum.

Aydoğan en çok... Kedileri severdi,

“Caart, kaba kağıt!” demeyi severdi,

“Valla yalanım varsa birasız kalayım ki…” diye yeminler ederdi.

“Aristo gibi kıçında don durmasın.” diye beddualar ederdi

Lan Aydoğan, olum beni duyuyorsan? Yuh olsun sana eşşoğlusu. Şimdi o buz gibi biraları, doyulmayan sohbetleri, ipe sapa gelmez deliliklerini bırakıp gidecek ne vardı la?

Mısmıl olun.

Şalterinize sahip çıkın, indirmeyin, indirtmeyin.