Konuşmayı hiç istemiyorum. Saklanıyorum sözcüklerin yankısından. Ben çocukken duyduğum kelimeler bana ağırlık yapmış, kırmış her köşemi. Sonra da yanlış kaynamış dilimde kelimeler. Konuşmaya, anlatmaya çalışmanın bende eğreti durduğu çok aşikar. Yeni açan kasımpatının yaprakları bile farkında bu eğretiliğin. İstemiyorum, istemiyorum diyorum ama sanki bir alışsa dilim bu haykırışa bir daha susmayacakmış gibi de geliyor. Bütün yorgun anneler, genç ölen çocuklar, eksik yapbozlar, patlak toplar duyacak sesimi. Kökünden fırlayacaklar ağaçlar. Yağmur, benim konuşmama eşlik edercesine vuracak toprağa. Aşık gençler bulutlara kadar uçacak sevinçten. Ama beceremiyorum işte. Dünyayı, dünyamı sessiz sinemadan çıkaramıyorum. Konuşmak, anlatmak bu kadar zor olmasaydı keşke. Keşke herkesi elimdeki kalemle önümdeki küçük mavi defterim gibi görebilseydim. Hayat o zaman daha katlanabilir olurdu. İki insan arasındaki mesafeler bu kadar uzak olmasaydı da (hem ruhen hem fiziki) sümbülün gelişini kolayca dökebilseydim gözlerine. Oğuz Atay’ın da dediği gibi keşke ‘Yazmak, anlatmak, konuşmak kaçınılmaz olsaydı.’ Gerçi ben ne yapıp edip kaçacak bir yol, delik bulurdum. Her yerden ve her şeyden yalın ayak kaçtığım gibi. Meselelerden kaçarken kendime tutuluyorum.