Kulaklığımın bir tanesini takmıştım. Bir kulağımdan beynimi okşayan hoş ezgiler gelirken diğerinden gelen caddenin gürültüsü beynime işkence ediyordu. Her iki kulağımı da kapatmak istesem de her an bir diyalog içerisinde kendimi bulacağımı tahmin ettiğim için bir kulağım hazır bekliyordu. Müziğin ritmine uyarak küçük adımlarla durağın etrafında ve insanların arasında dolaşıyordum. Bu duraktan önceki durak dikkatli bakıldığında düz bir cadde olduğu için görülebiliyordu. Ben de dikkatle ara ara aşağıdaki durağa göz gezdiriyordum. Bir süre sonra aşağıdaki durakta kırmızı dolmuşu gördüğümde durağın etrafından ayrılarak yola doğru yöneldim. Dolmuşun boş gelme ihtimali olmasa da ilk binenler arasında olmak oturma ihtimalimi arttırıyordu. Dolmuşlar da durak için yolun kenarına ayrılan kısma girmeye tenezzül etmediği için oraya biriken insanlar arasından en öne geçmeye çalışıyordum. Sırtımdaki koca çantamla insanlara da vurmamak için dikkat ederken önümdeki bir amca karşı kaldırımda bir tanıdığını görmüş gibi el sallamaya başladı. O sırada da başını soluna çevirmişti. Kırmızı dolmuşun gürültüsü kendi korna sesini yutar gibi önümden geçtiği anda amcanın sağ tarafına geçebilmiştim. O sırada karşıdaki tanıdığı sanki bir süper güçle dolmuşa binmiş gibi dolmuşun arkasından el sallarken benim bir anda orada olmam öyle denk geldi ki amcanın elinin tersi açık kulağımı kapatmıştı. Amcanın kolunun uyuşukluğunu giderdiği için elini salladığını düşünmeye başladım çünkü eli kulağıma değmemiş gibi davranıyordu. Küfür etmeye başladı. Dolmuşun lastiğinin içindeki havayı, dolmuş şoförünün solumasıyla birlikte ölmesine kadar beddualar da etti. O sırada bir kırmızı dolmuş daha geliyordu. Bu kez ikimiz de anlamsız bir müzik eşliğinde gereksiz hareketler yaparak halay çekmeye çalışan iki kişi gibi ellerimizi salladık. Bu kez dolmuş durmuştu. O saatlerdeki yoğunluktan dolayı aynı yönde giden dolmuşlar birlikte çıktığı için ikinci dolmuş hemen gelmiş. Bu bilgiyi yanımdaki amca şoföre öndeki dolmuşun durmamasını şikâyet ederken öğrenmiştim. Amca, şoförün arkasındaki koltuğa oturmuştu. Benim bir ayağım dolmuşun içerisinde diğeri henüz asfalttan ayrılmamışken dolmuşun hareket etmesiyle demirine tutunarak kendimi içeriye atmıştım. Benim bu çabalarım gerçekleşirken amca ve şoförün muhabbeti bitmişti. Amca, yolu izliyor, şoförün hareketlerine bakıyor, etrafını inceliyor, iki dudağı birbirinden tam ayrılırken bir anda kafasını yanındaki camdan dışarıyı izleyen gence çeviriyordu. Konuşmak istiyordu ama nereden nasıl konuya girecek bilmiyordu. Önceden bozuk paralarımla hazırladığım üç liram, ne koyarsam koyayım düşecek diye tedirgin olduğum montumun fermuarsız cebinde duruyordu. Neyse ki üç liranın hepsi de oradaydı. Bir kişi alır mısın ağabey, diyerek parayı uzattım. O sırada da arkama dönerek kimseyle göz göze gelmeden boş yer var mı diye kontrol ettim. Boş yer yoktu. Ben yine sağ ön koltuğun arkasında ayakta kalmaya mecbur kalırken o camın orta hizalarından geçen sarı demirin ilk dokunduğunda verdiği soğukluğu iliklerime kadar hissedecektim. Döndüğümde şoför elli kuruş uzatıyordu. Ses etmeden aldım. Moralim bozulmuştu. Öğrenci iki buçuk lira, tam üç liraydı. Ben hâlâ öğrenciydim ama büyüdüğümü düşünerek yapmıştım. Şoför, dolmuşuyla beni ezmiş gibi hissettim. Büyüdüğümü hissetmek için dolmuşa bindiğimde şoföre “bir tam” dediğim anı bekliyordum. Bugün olmamıştı. Sağ tarafımda kalan camdan yolu izlemek istedim. Aslında nerede olduğumu da bilmek istiyordum. Dolmuşun içi de dışı gibi kırmızıydı. “Kırmızı Dolmuş” adıyla dolmuşta geçen gerçek hikâyeleri dizi yapsam mı, diye de düşündüm. Yan camlardaki film ve arka camdaki dürümcü reklamı dolmuşun içini kararttığı için karanlık bir odada gibiydim. Işık gelecek tek bir yer kalmıştı. Orası da ön camdı. Ön camın tek başına koca bir bütün olsa da sadece yarısı şoföre yetiyor olacak ki bu dolmuşla her gün defalarca şehri turluyordu. Şoförün tam önü olan sol taraf normalken sağ tarafta dolmuşun gittiği güzergâhlar yine kırmızı olan bir ışıklı tabelayla, kırmızı püsküllü süslerle ve küçük bir reklamla tamamen kapalıydı. Reklamda “Nevzat Pastanesi” yazıyordu. Pastaneden çok Nevzat’ı merak ettim. Kimdi bu Nevzat? Bir pastanenin adı neden Nevzat olur? Bu sorulara cevap ararken ön camın sağ tarafı kadar gereksiz bir şey olduğumu fark ettim. Bu dolmuşa bindiğimden beri iyi şeyler beni bulmuyordu. Dolmuşun gürültüsünden şarkıyı da pek duyamamaya başlamıştım. Diğer kulaklığımı da takacaktım ama o sırada arkamdan uzanan el yapma der gibiydi. “Bir kişi uzatır mısın?” dedi. Uzattım, para üzerini geldiği yere gönderdim. Dolmuştaki kahraman, ben olmuştum. Para üzerinin geldiğini gören ve hâlâ parasını göndermeyen iki kişinin de güvenini kazanmış olmalıyım ki onların da parasını uzattım ve para üzerini güvenle teslim ettim. Kahramanlığım bir yana kalsın ben o insanlardan inecekleri durağa yaklaşırken ayağa kalkarak bana yer vermelerini, benim hayır hayır oturun siz dememi ama ısrarla ben ineceğim diye benim oturmam için yer vermelerinin beklentisi içerisine girmiştim. Arada bir arkama dönüp yer var mı, acaba neredeyiz, görünüyor mu gibi bakışlar atarken o insanlarla göz göze gelmeye çalıştım. Beni unutmamalarını istiyordum. Sürekli yeni binenler oluyordu. İndi bindi anında da o yere geçmek o kadar zordu ki bir türlü olmuyordu. Zaten ilkokulda sandalye kapma oyununu oynarken de müzik durduğunda ayakta ilk kalan ben olurdum. Yine bir el kaldıran kişi için durmuştuk. Bir hanımefendi, minibüsün içindeki demirlere tutunmuş bir ayağı merdivende diğeri asfaltta “… geçiyor mu?” dedi. Ben anlamamıştım ama cevap veren de yoktu. Şoför direksiyonun üzerine uyuyacak gibi eğilmiş şekilde cin gibi gözleriyle arkadan minibüs geliyorsa ondan önce gitmeliyim, yolcuları kaptırmayayım diye gaza bastı. Hanımefendi mecbur kalarak kendisini zor olsa da içeriye atabilmişti. Ortalarda oturan birisi, hanımefendiye cevap olarak geçiyor, dedi. İlk başta neden söylemedi diye düşünürken o zorluklarla binen hanımefendinin parasını da uzattım. Ayakta giden yolcu ilk başta sadece bendim ama artık sayamadığım bir kalabalık vardı. Kısa süre sonra “müsait bir yer, kaptan, kapı, sağda bir yerde” sesleri duymaya başlamıştım. İnenlerin yerlerine oturanlar ayakta sadece ben kalana kadar devam etmişti. Bir süre sonra kulağımı kızartan amca da indi. Amcanın yeri bana kalmıştı. Ön camın şoför için gerekli gördüğü kısımdan yolu görebiliyordum. Öndeki araç yüzünden şoför, burası park yeri mi diyerek dolmuşu durdurmak zorunda kaldığında “Ben de ineyim ağabey, kapıyı açar mısın?” dedim. Kapı tamamen açılana kadar zaten kapının önüne gelmiştim. Binerken yaşadığım şeyleri yaşamamak için bir anda kendimi bıraktım. Oksijeni de özlemiş olacağım ki derin bir nefes aldım. Otogarın tabelası yakındı, sadece bir dakika yürüyecektim. Durmuşken ineyim demiştim.

Bir dakika boyunca düşündüm. Bu şehirden gidiyordum. Bir daha bu şehre dönmeme kararı alarak gidiyordum. Karar veremedim. Bu gidiş başlangıç mı yoksa bir son mu olacaktı? Kulaklığımdan gelen sesi tamamen duyabilseydim bir şarkı da "gitme" der miydi? Kulaklığı tamamen taktım ve müziğin sesini sonuna kadar açtım. Müziği beynimin içinde hissettikten sonra durdum. Otogara ve arkama baktım. Karar vermem gerekiyordu. Karar vermeye çalışırken Ali Atay, "Gitme, kaybedince daha çok seveceksin!" diyordu...