“Pragmatik bir nesne olarak ‘mekan’” incelemesi okurken aklıma geldi bu yazıyı yazmak. Sık sık gittiğim mekanları gözden geçirdim, o mekanları ‘elverişli’ (benim için) kılan özellikleri düşündüm; atmosferlerini, içlerindeki kitleyi, kitlesel davranışları, oralardaki hislerimi ve davranışlarımı bütünüyle ele aldım. Yani, insan-mekan ilişkisi içerisinde insanı hem etken bir özne hem de edilgen bir nesne olarak ele alarak özel yaşantı yoluyla bir inceleme yaptım.


İş hayatının yoğunluğu, kişisel sorumluluklar, güncel toplumsal düzende değişikliklerin yarattığı stres, problemler derken duygusal anlamda boğulma yaşıyoruz. İnsan, günlük hayatındaki sorumluluklarının dışında kendine bir alan oluşturmak ister; hatta oluşturmalı. Fiziksel/bedensel yorgunluğu atabileceği, duygusal olarak boşalabileceği ve enerji takviyesinde bulunabileceği ortamların varlığı hep bir deşarj noktası olur. Bu ortamların/mekanların seçimi de kişinin ihtiyaçlarına göre belirlenir. Örneğin sakin, huzurlu bir sessizlik yahut sohbet bize iyi gelecekse ona göre bir atmosfer belirleriz ya da bağıra bağıra şarkılar söyleyebileceğimiz, özgürce dans edebileceğimiz bir ortam istiyorsak yine ona göre seçim yaparız. Söz konusu deşarj olmak deyince çoğumuz ikinci seçenekten yana oluyoruz. Yüksek seslerin içinde duyamadığımız şarkılara dahi eşlik etmeye çalıştığımız, bedenimizi savurduğumuz-salındığımız, sesimiz kısılana kadar bağırdığımız ve birbirimizin sesini duymadığımız halde yanımızdakine bir şeyler anlatmaya çalıştığımız ortamları/mekanları tercih ediyoruz rahatlamak-gevşemek için. Peki bu ne kadar rahatlatıyor bizi ya da ne kadar etkili oluyor? Etkili oluyor mu hatta, yoksa biz mi kendimizi buna inandırmaya çalışıyoruz? Ya da neden buna bu kadar ihtiyaç duyuyoruz?


Başlangıçta dediğim gibi, her birimiz üzerimizde taşıdığımız yükleri, sorunları, stresi, kaygıyı, korkuyu bir şekilde atmak-boşaltmak ihtiyacı güderiz. Günlük hayatın karmaşası içerisinde başka türlü keyifle yaşayabilmek pek de mümkün olmazdı zaten. Fakat yaptığımız seçimler olumsuz duygulardan kurtulmak sebebiyle ortaya çıktığında, bu durum bir kaçınmaya dönüşebiliyor. Hatta gittikçe bağımlılığa -alışkanlık adı altında- doğru evrilebiliyor.

Bizden daha çok ses çıktığında, kafamızın içindekinden daha yüksek bir gürültü olduğunda zihnimizde bizi kemiren, kötü hissettiren şeylerden kaçabilir ve onları görmezden gelme fırsatı bulabiliriz. Kitlesel hareketliliğin içinde uyum sağlayarak bir nevi "kendilik olma" halini gerçekleştiririz; içimizde ortaya çıkarmadığımız o "hayvani dürtüler" karşılık bulur davranışlarımızda. Yani aslında gündelik yaşamda toplumsal yaşantı içinde bastırılmış-baskılanmış "doğal" edinimlerimiz gerçekleşmek için yer-alan yaratır kendilerine bu gibi ortamlarda. Misal dışarıda herhangi bir mekan içerisinde yahut açık bir alanda gözlemlediğiniz birinin davranışları, bu gibi eğlence mekanları içerisindekilerle benzerlik-aynılık göstermez hatta birbirinden apayrı insanlar dahi görebilirsiniz. Fakat başlangıçta esasında bize fayda sağlayan, iyileştirici etkisi olan bu hareketler gittikçe sıklaşarak bize zarar vermeye başlar; alışkanlık haline getirdiğimiz bu eğlence, baştan çıkma arzusu bizi kişisel hayatımızdan uzaklaştırabilir. Yani sorunlarımızdan, sıkıntılarımızdan, stresten uzaklaşmak, rahatlamak için yaptığımız bu tercih zamanla bir ihtiyaca ve ardından muhtaciyete dönüşür: Daha çok arayışına girdiğimiz, en öncelik verdiğimiz, her şey pahasına seçtiğimiz bir arzu nesnesine dönüşürler. Yani başlangıçta bizim etken olarak seçtiğimiz-tercih ettiğimiz bu eğlence alanları zamanla, edilgen olduğumuz, hayatımızı ve davranışlarımızı, seçimlerimizi yönlendiren nesneler haline gelir.

Bu gibi ortamlar bir kaçış noktası olabiliyorken aynı zamanda bir "arayış" noktası da olabiliyorlar. Her ne kadar içimizdeki "istenmeyen duygulardan" kaçınmaya çalışsak da "istenilen duyguları" da edinmeye çalışıyoruz. Ki bu, aslında birbirini nötrleyerek tamamlanmayı (?) sağlayan bir şey; yani dolumu sağlayan. Kendimizi olduğumuz halimizle yansıtabildiğimiz (?) bu ortamlarda "maskelerimizi" de çıkartırız ve en ilkel halimizi ortaya koyarız. İşte bu noktada "gerçek eğlence" söz konusu olur; zamanı unuttuğumuz, hiçbir şey düşünmediğimiz anda akışta canlılık yakalarız. Bu da sosyal ilişkilerimizde etkisini gösterir; bir araya gelinen ortak alanda ortak bir eğlence anlayışı oluşur, maskelerinden arınmış insanların samimi diyalogları gerçekleşir. İnsanı en çok tatmin eden duygu da budur, dışarıdaki toplumsal yaşantı içerisinde sahip olduğu kimlikler, roller, davranış kalıplarından sıyrılıp "kendilik" haliyle samimi bir etkileşime ihtiyaç duyar insan çünkü. -Tabii söz konusu durum dışında mekansal değişikliğe, koşula ve konuma bağlı olarak maskelerden arınma durumu tam tersi şekilde "mekanın gerektirdiği maskeye bürünme"ye de dönüşebilir-


Son sözlerimi söyleyecek olursam ki insan, insan-mekan ilişkisinde pragmatik davranır fakat farkında olmadan bağımlılığa-alışkanlığa dönüştürdüğü bu seçimin edilgen nesnesi olmaya başladıkça durum mazoşizme kayar. Yani fayda arayışıyla çıktığı bu yolda "fayda" ZANettiği şey "kendi tercihlerinin iplerini bıraktığı" ve bu yolla kendisine zarar verdiği, üstelik artık bundan zevk duymaya başladığı (?) bir şeye dönüşür.

Eğlence bir araçtır, ancak o zaman yerinde ve dozunda etkinliğini gerçekleştirebilir, amaç olur ise, hayatımızın ciddiyetini kaybettiği ve kendi kontrolümüzden çıktığı bir durum gerçekleşir. Eğlenelim, günümüzü gün edelim (!) ama hayatın kendisini bir "eğlence alanı" olarak görmeyelim ve kendimizi arzu nesnelerine dönüştürmeyelim.