Saatine baktı, trenin gelmesine daha yarım saat vardı. Tren garına doğru yavaş adımlarla ilerlemeye başladı. Attığı her adım vicdanına yüklenen yeni bir ağırlık oluşturuyordu. Buradan kaçmak zorunda olduğunu biliyordu ancak bu kaçış sadece kendini kurtarmasına yetmişti. Gözü kollarındaki sigara yanığı izlerine kaydı, bu izleri gördüğünde neden kaçtığını tekrar hatırladı. Yaşama güdüsü vicdanında daha ağır basmıştı. Bluzunun kollarını yara izlerini kapatacak şekilde düzeltmeye çalıştı, kimsenin bu izleri görmesini istemiyordu. Bu yaraların sebebi kendisi olmasa bile utanıyordu. Onu diğer insanlardan ayıran, ötekileştiren, insanların bakışlarındaki anlamı acımaya döndüren bu izlerden utanıyordu. Çünkü yaralarına ilişen her göz ona acıyordu, sadece açıklamakla yetiniyordu.

Sonunda istediği oluyordu. On senedir cehennemi yaşadığı bu yerden kurtuluyordu ancak bu kurtuluşun ferahlığını yüreğinde duyamıyordu.


Ben Münire, yirmi üç yaşında ilk kez kendim için bir karar verme cesareti gösterdim. Bu kaçışı uzun uzun planlamadım. Son yaşadığım acıdan sonra burada kalırsam delirmekten korkarak kaçma güdüme engel olamadım.

On üç yaşındayken yüzünü daha önce hiç görmediğim babam yaşındaki adama iyi bir başlık parası karşılığı satıldım. Hayallerim, özgürlüğüm, yaşayacaklarım, çocukluğum, ruhum, her şeyim o banknotlara sığdı. Kocam olacak adamın içindeki cani yanın gözlerindeki yansımasıyla ilk kez karşı karşıya geldiğimde, yavaş yavaş bedenime yayılan baygınlık hissi ile bir süre bilincimin kapanmasına sebep olacak kadar derinden etkilendim. Evlendiğimiz ilk akşam bu dünyada yaşadığım son akşam olacağını düşünecek kadar çok korkuyordum. O gece keşke korktuğum gibi olsaydı ve ölseydim. Yaşadığım on senenin ruhumda açtığı yaralar beni binlerce kez ölmekten beter etti.

Her gün akşam vakti yaklaştığında kalbime çöken ağırlık hissi, kapıda onun gelişini haber veren anahtarların çıkardığı sesi işittiğim an bunu duyan kulaklarımı yerlerinden söküp atma isteği ve onu gördüğüm an bakışlarıyla karşılaştığımda yaşadığım acizlik duygusu beni mahvediyordu. Onunla beraber olduğum zamanlarda geçirdiğim en zor geceler bunlar değilmiş, sonradan anladım. İlk çocuğumuza hamileyken karnıma attığı tekmeleri savuşturmaya çalışırken, bana karşı duyduğu öfkenin somut bir temelinin olmaması ve bunun çözümsüz olduğunu bilerek karnımdakini kurtarmaya çalışmak en zor anlarımdan biriydi ama en zoru değildi. Her geçen gün öfkesinin dineceğine dair umudum tükeniyordu.

Okula gitmem, oyuncaklarımla oynamam gereken yaşta kucağıma aldığım çocuğumun benimle aynı kaderi yaşamaması için her gece dua ediyordum. Kızım Meryem’in gözlerinde gördüğüm çocuklara has masumluğa dalıp gittiğimde gerçekten yaşadığımı hissediyordum. Babasının şiddeti daha karnımdayken başlamıştı, acaba o bunları hissetmiş miydi o zaman? Ruhu yaralı bir çocuk mu doğurdum ben? Şimdi annesinin acizliğini görüp ona kızıyor muydu, yoksa üzülüyordu mu? Farkına varıyor muydu ki üç yaşındaki çocuk bu olanları? 

Meryem dört yaşının başlarındayken bir gece eve zil zurna sarhoş gelen babasından sebepsiz yere yediği dayağı ve annesinin onu kurtarmak için hiçbir şey yapamadığını görünce zihninden neler geçmiştir? Soruyorum ama bilmek istemiyorum. O adamın bize karşı duyduğu sonu gelmez nefretin sebebi belki de Meryem’in kız olmasıdır. Bunu sadece tahmin edebiliyorum çünkü dayak dışında kurduğumuz farklı bir iletişim şeklimiz olmadı. Her gece mütemadiyen sebepli veya sebepsiz beni dövdü ve ben sustum. Meryem’e elini kaldırmaya başladığında, bana verdiği zararları ona da vermek istediğinde harekete geçebilmek ve onu durdurmayı en azından denemek çok istedim ama yapamadım. Sanki biri kıpırdamama imkân vermeksizin gibi ellerimi ve ayaklarımı bağlamışçasına hareketsiz kaldım. Canımdan bile çok sevdiğimi söylediğim çocuğumu kurtarmak için hareket edememiş aciz bir varlık, anne müsveddesi olduğumu gördüm. Bu tren istasyonunda o köhne evin rutubetli havasını burnumda duyumsayarak geçmişi tekrar tekrar yaşıyorum.

Dün gece her zamanki gibi dayak faslını atlattıktan sonra kızımla yatağımıza çekilip bugünü de atlattığımıza şükredebilseydik iliklerime kadar işleyen bu acı beni kaçmaya zorlamayacaktı. Elimde kızımın kanına bulanmış en sevdiği oyuncağı ile bu tren istasyonunda kaçışımı düşünmeyecektim. Sadece bugün de yaşıyoruz diye şükredecektim. Olmadı. Seni o adamın ellerinden, öfkesinden, şiddetinden kurtaramadım Meryem.

 

-Meryem’in annesi kaçmış duydunuz mu?

-Kadın hastaydı, tedavi edilmesi gerekiyordu. Bu durumu eşine kaç kere izah etmeye çalıştık ama hiç oralı olmadı ki.

-Adam çok seviyordu Münire’yi ne yapsın. Onun iyiliği için evinde kalmasının daha doğru olduğuna inandı. Hastaneye yatırılırsa aldığı ilaçlarla ruh gibi yaşamasındansa kızıyla ve eşiyle olmasının ona daha iyi geleceğine kendini inandırmıştı. Çok yazık oldu.

-Münire her gece kendisine zarar veriyormuş. İşin kötüsü son zamanlarda bu şiddet eğilimini Meryem’e de yansıtmaya başlamış.

-İki sene öncesine kadar ne kadar sakin bir yaşamları vardı. Karı koca çalışıp geçimlerini sağlıyorlar, kızı Meryem’le mutlu mesut geçinip gidiyorlardı. Ne değişik bir hastalıkmış, Allah düşmanımın başına vermesin. Şizofrenmiş. Münire’nin annesinde de varmış, genetikmiş.

-Karısını hastaneye yatırmadı, hastalığının bu kadar ileri boyutta olduğunu kabul etmedi, ne oldu? Münire, Meryem’i öldürdü, kaçtı işte.

-Münire zihninde kendine bambaşka bir dünya yaratmış. Detaylarına pek hakim değilim ama sözde on üç yaşında zorla evlendirildiğine her gece şiddet gördüğüne inanıyormuş.

-Umarım başkalarına zarar vermeden bir an önce bulunur.