Kader motifi, erken çocukluk döneminde edindiğimiz tecrübeler ve bu tecrübeler sonucunda ortaya çıkan duygularla çizilmiş bir yaşam haritasıdır. Başka bir deyişle, kader motifi için yaşamın çekirdeği olduğunu söylemek de mümkündür. Her birimiz yaşamdan çıkardığımız derslerle kendimize bir yol çiziyor ve sonrasında öğrendiğimiz o yoldan sapmamak için bildiğimiz, tanıdığımız duyguları yaşamlarımızda korumaya çalışıyoruz. Bu duygular sevgi, güven, mutluluk, huzur gibi olumlu duygular olabileceği gibi sevgisizlik, güvensizlik, mutsuzluk, huzursuzluk gibi bu olumlu duyguların tam zıttı duygular da olabiliyor. Ancak alışkanlıklarından vazgeçmek istemeyen kişiler ya da onların daha önce hiç tanımadığı bir iklimde yaşamayı güvenli bulmayan ve alarm veren zihinleri sağlıklı bir gelecek inşa etme konusunda doğru kararlar veremeyebiliyor. Böyle bir durumda pek çok insan değişmenin mümkün olduğunu ve her zaman olumsuz duygularla yaşamak gibi bir zorunluluğumuz olmadığını aklına getirmese de Gülseren Budayıcıoğlu’na göre kötü bir çocukluk geçirmiş ve yanlış duyguları aynalamış her birey için bir değişim mümkündür ve kader motifi yalnızca bir kere oluşturulan ve yaşamın geri kalanında değişmesi mümkün olmayan bir haritadan ziyade her an silinip tekrar çizilmesi mümkün olan bir kavramdır.


Gülseren Budayıcıoğlu’na göre kader motifimizi değiştirmek için öncelikle onu tanımamız gerekiyor. Bunun içinse nasıl bir evde dünyaya geldiğimiz, anne-babamızın nasıl olduğu, bize nasıl davrandıkları, içinde bulunduğumuz çevrenin nasıl olduğu gibi sorularla beraber kendimize “Hiç istemememe ve korkmama rağmen sürekli başıma gelen şeyler neler?” sorusunu da sormamız gerekiyor. Bu soruları cevaplamak ise kader motifimizi değiştirmek için attığımız en önemli adımlardan bir tanesi. Kendimizi, geçmişimizi, ruhumuzda taşıdığımız yaraları, zihnimizde yanlış konumlandırdığımız duyguları yeterince iyi tanımak ve herkesten önce bizim kendimizi anlayabilmemiz kader motifimizi değiştirmemizi ve kendimize daha sağlıklı bir gelecek inşa etmemizi de o oranda mümkün kılıyor. Hayatımızda devamlı olarak tekrar eden davranışları, başka bir deyişle sürekli olarak bir öncekinin aynısını yaptığımız motifleri değiştirmek için Budayıcıoğlu’nun sunduğu en büyük çözüm ise yazmak. 


Hepimiz belki hayatın belki zihnimizin yoğunluğu ve sürekli olarak bizi kontrol etmeye çalışan yaralı duygularımızla kendimizi dinlemekten, devamlı olarak gösterdiğimiz davranışların bize fayda mı sağladığını yoksa zarar mı verdiğini düşünmekten çoğu zaman uzak düşüyoruz ve bazı farkındalıklar yaşamak için alarm görevi görebilecek somut şeylere ihtiyaç duyuyoruz. Öte yandan özellikle söz konusu artık alışkanlık haline gelmiş eski yaşantıları terk etmek gibi köklü değişimler olduğunda zihnimize ve kendimize somut bir şeyler göstermek; bazen sesli olarak söylemek yahut da onları yazmak da alacağımız verimi oldukça arttırıyor. Aynı zamanda devamlı olarak kendimizi kontrol etmek durumunda kaldığımızda kontrol edilmesi gereken davranışların, duyguların, düşüncelerin bir çizelge halinde tutulması ve her gün ilerleme olup olmadığının kontrol edilmesi aslında zihnimize ve yoğun duygularımıza şu mesajı da veriyor: Ben bu işi ciddiye alıyorum ve değişmek istiyorum.


İnsanın değişiminin önündeki en büyük engel, yine insanın kendisidir. Çoğu zaman kendi kendimizin önüne koyduğumuz engellerle, zihnimizle ya da duygularımızla mücadelede gösterdiğimiz gevşekliklerle ya da kolayca pes edişlerimizle kendimizi çok daha zorlu bir hayatın içine savunmasız bir şekilde bırakıyoruz. Böylece kader motifimiz her gün, her yeni ilişkide, kendimizle kullandığımız özel dilimizde, kelimelerimizde devamlı olarak tekrar edebileceği o yolu hiç kaybetmiyor. Peki yürüdüğümüz bu yolu biraz olsun değiştirmek, hayatımızı daha kaliteli ve verimli bir hale getirmek hatta daha duygusal bir deyimle mutsuzluklarımızdan sıyrılıp mutlu bir hayata adım atabilmek için ne yazmamız gerekiyor?


Budayıcıoğlu bu yazmak eylemini dedektiflik olarak tanımlıyor ve kader motifimizi tanıdıktan ve sürekli olarak tekrar ettiğimiz davranışları ya da maruz kaldığımız olayları fark ettikten sonra kendimize dedektiflik yaparak bunları her gün bir deftere yazmamız gerektiğini söylüyor. Eğer ilişkilerimizde fazla verici bir insansak edindiğimiz bir deftere her gün o gün yaptığımız bütün fedakarlıklar; ya da insanlara güven duymakta zorlanan biriysek gün içinde yaşadığımız tüm güvensizlikler gibi bizi rahatsız eden ama bırakamadığımız ya da nasıl bırakacağımızı bilmediğimiz tüm davranışları yazmamız ve bunları numaralandırmamız gerekiyor. Yaptığımız her tekrarlı davranışa bir numara verdikten ve onları zihnimizde adı olan somut bir nesneye dönüştürdükten sonra ertesi gün tekrar aynı şekilde bu tekrarları ve yeni yaptığımız davranışları yazmamız ve aynı davranışlara aynı numarayı vermemiz gerekiyor. Bu yazma eyleminin uzun süre devam ettirilmesi sonucunda her gün, hayatın genel akışında hangi numaraları yani hangi davranışları, hangi motifleri tekrar ettiğini görme imkanı bulan kişilerin aslında hangi davranışları da değiştirmesi gerektiğini anladıklarını ve bu davranışlara karşı bir seçicilik kazanarak farkında olarak ya da bazen fark etmeksizin onları terk edeceklerini söyleyen Budayıcıoğlu, kişinin hayatında kendisine ve çevresine neler yaptığını görebilmesi adına her akşam yazdıklarını en baştan okuması gerektiğini de ekliyor. Böylece eylemlerimizin ardında yatan sebepler görünmez, dokunulamaz duygular olmaktan çıkarak adeta karşımıza alıp konuşabildiğimiz ve artık onları bırakmak istediğimizi söyleyebildiğimiz somut olgulara dönüşüyor.


Gülseren Budayıcıoğlu’nun yazma eylemiyle beraber yürütülmesi gerektiğini söylediği diğer çözüm ise kişinin zihnini başkalarıyla değil, kendisiyle doldurması. Her insanın kendisiyle konuşurken kullandığı, sadece kendisine özel olan bir dili vardır ve çoğumuz bu dili olumsuz kelimeler, hakaretler, suçlayıcı ifadeler gibi bize bir çözüm ya da iyilik hali getirmeyen cümlelerle donatırız. Oysa bunun ne bize ne de geleceğimize bir faydası vardır. Aslında kullandığımız bu dil tıpkı tekrar eden diğer davranışlarımız gibi erken çocukluk döneminde bize karşı kullanılan dil, ya da yöneltilen ithamlar, gördüğümüz davranışlar, edindiğimiz duygusal tecrübeler gibi geçmişimize ait şeylerden meydana gelir ve tıpkı kader motifimiz gibi bunun da değişmesi elbette mümkündür. 


Kader motifini sevgisizlik üzerine kurmuş bir birey ileride de kafasındaki senaryoyu ya da bildiği iklimi yaşayabilmek için yine kendisini sevmeyecek kişileri arar, bulur ve bunun sonucunda kendi kendisiyle konuşurken kullandığı dilde hep şu cümle vardır, “Sen zaten sevilmeyecek bir insansın. Ne sandın ki?” Oysa olan biten yalnızca tekrar etmesi için çağırılan bir geçmişten fazlası değildir. Kendisiyle bu şekilde konuşmaya devam bir kişi sonunda gerçekten hiçbir zaman sevilmeyeceğine inanır çünkü herkesten önce o da artık kendisini sevmekten çok uzaktır. Kendi tabiriyle hem başkaları tarafından hem de kendisi tarafından sevilmeye layık olmayan birisidir. Oysa kişinin başka insanların fikirlerinden önce kendi fikirlerini öncelemesi ve kendisiyle olumlu bir dilde konuşması, hayatında devamlı olarak tekrarlanan davranışları doğal bir süreç olmaktan çıkararak üzerine düşünülmesi ve gerekirse değiştirilmesi gereken bir konuma taşır. Böylece sorgulama ve sorgulamanın hemen peşinden gelen değişim başlar.


Budayıcıoğlu'nun sunduğu bir diğer çözüm ise dünyada kendimizi koyduğumuz konuma dikkat etmemiz. Kişi hayatın içinde kendini hangi konuma koyarsa aslında dünya da onu o konuma koyar. Kendisini sevilmeyecek biri olarak gören ve bu yüzden kendisini sevmeyen bir birey, hayatın içinde kendisini sevgisizlik konumuna yerleştirdiğinde dünya da onu o konuma yerleştirir ve böylece bu birey her zaman bir sevgisizlik ikliminde kalır. Bu yüzden kişinin kader motifini değiştirmesi için hayatta kendisini nereye konumlandırdığına da bakması gerekir.


Hayatta sürekli aşağılandığımız bir yerde miyiz, hep terk mi ediliyoruz, sevilmiyor muyuz, insanlardan, çevremizden beklediğimiz kabul görme ve ilgiyi göremiyor muyuz? Ya da bunların birkaçını veya hepsini aynı anda mı yaşıyoruz? Bu durumda önce kendimize bakıp ben kendimi aşağılıyor muyum, benim zihnimdeki normallik aşağılandığım, sevilmediğim, kabul ve değer görmediğim bir dünya mı diye sormamız gerekiyor. Pek çok insan normal gördüğü bir davranışla mücadele etme eğiliminde değildir. Bir kadın için şiddet görmek onun normaliyse, şiddet gördüğü bir çocukluk geçirdiyse ve motifinde de şiddet varsa bir yetişkin olduğunda da gördüğü şiddetle mücadele etmesi gerektiğini, bunun kabul edilebilir bir davranış olmadığını fark edemeyebilir. Ve zihnimizdeki bu sınırsız kabullenme yalnız şiddet gibi fiziksel hasarlarda değil, hayatımızda olan ve ruhumuza şiddet uygulayan her kavram için geçerlidir. 


Kendimize karşı kullandığımız dili, kelimeleri düşündüğümüzde eğer orada olumlu cümlelerden çok olumsuz cümleler buluyorsak, herkesten önce biz kendimizi fiziksel ve duygusal şiddet görmeye layık bir yere koymuşsak önce geçmişimize bakmalı, bunun sebeplerini bulmalı ve sonra da değiştirmek için sorgulamalıyız. Gerçekten şiddet görmeye layık insanlar mıyız, gerçekten sevilemez, değer göremez, hiçbir kişi ya da topluluk tarafından kabul göremez miyiz? Peki neden?


Bütün bu sorulara cevap verdiğimizde fark edilmesi gereken diğer şey ise artık bu duygusal tecrübeleri edindiğimiz o küçük çocuk değil de yetişkin bir birey olduğumuzdur. Sevgisizlik, ilgisizlik, görmezden gelinme gibi eylemler her bireyi etkilese de bundan en çok etkilenen kişiler elbette çocuklardır. Dünyaya bir sahip bulma eğilimiyle gelen ve ilk sahibini anne-babası olarak gören çocukların duygusal ve fiziksel ihtiyaçları sahipleri, yani anne-babaları tarafından yeterince karşılanmadığında bu durum onların tüm hayatlarını etkileyebiliyor. Ancak birey artık yetişkin olduğunda eğer kendisine hala sahibini arayan küçük bir çocuk değil de kendi kendisinin sahibi olduğu yetişkin bir birey olduğunu hatırlatırsa yaşadığı yoğun duyguları daha doğru yöntemlerle kontrol edebilmesi ve verdiği tepkileri değiştirebilmesi elbette mümkün. Bu açıdan yetişkin olmuş bir bireyin artık savunmasız, zorluklara karşı mücadele etmekten aciz ya da yeterli bilişe sahip olmayan bir çocuk değil de çaresizlikten kurtulabilecek çeşitli güçlere sahip bir yetişkin olduğunu her zaman hatırlaması gerekir. Çoğu zaman bizi en çok korkutan, hareketlerimize ve fikirlerimize en çok ket vuran duygu hissettiğimiz çaresizliktir. Yetişkin olduğumuzda ve gerek fiziksel gerek duygusal bazı güçler edindiğimizde ise artık bu çaresizlik ikliminden uzak olduğumuzu, başka bir tabirle o çaresizlikten kurtulduğumuzu kendimize ve kader motifimize öğretmek ise değişim için gerekli olan imkanları bize sağlar.


Hepimizin bildiği gibi insan sosyal bir gruba dahil olma, yaşadığı çevre, ailesi ve içinde bulunduğu her ortam tarafından kabul görme ihtiyacı duyan sosyal bir varlıktır. Ancak her şeyden önce kişinin kendisini kabul etmesi gerekir. Yaşadığı olumlu ya da olumsuz her şeyle önce kendisinin barışması ve kendi kendisinin sahibi olarak hayat yolunda yürümesi gerekir. Dünyayı değiştirmek herkesin hayalini kurduğu fakat sadece bireylerin kendilerini değiştirmesiyle mümkün olan bir durumdur. Unutulmaması gereken şey; hayatın zaten böyle olduğu, her birimizin böylesine olumsuz yaşantıları hak ettiği değil, aksine kendimize duyduğumuz kabul, güven ve sevgiyle yaşantılarımızı ve fikirlerimizi değiştirdiğimizde her birimizin sahip olduğu dünyasının da değişmesinin mümkün olduğudur. Ve elbette bu değişim üzerine hiç emek harcanmamış, acı çekilmemiş ve hazır bir şekilde önümüze gelmiş bir değişim de değildir. İnsanın en büyük ve en haklı mücadelesi kendisiyle verdiği mücadeledir. Her insanın bu mücadelelerle kendisine, küçük bir çocuğun kırık ruhu ya da yanlış konumlandırılmış fikirleriyle değil de bir yetişkinin algısı, güveni ve gücüyle daha sağlıklı, ruhsal ve zihinsel olarak daha verimli bir hayat kurması her zaman mümkündür. 


Zira hayat, inanmak ve mücadele etmektir.



Kaynakça:


Güseren Budayıcıoğlu, “Kader Motifimizi Nasıl Değiştirebiliriz?” Erişim: 6 Kasım 2019

https://www.youtube.com/playlist?list=PLQFCVko494OuvKcq2rSAtlhXP1IVttRuv