Mide ağrıyacak en kötü yerdir, der annem. Tam kalbin orası, hemen altı, ateşin söndürülüp harıla alındığı yer. Mide, hakikaten ağrıyacak en kötü yer. Bulantısını sorma. Birçok yiyecek tatmak geçiyor her gün içimden, düşünceleri ne kadar rahatsız edici olsa da. Tadıyorum olabildiğince, sonra başlıyor midem bulanmaya. Bugün de ağız tiryakiliğinden yemişim bir sürü haram lokma, gece helalinden ve tertemiz bir bulantı çekiyorum. Fenası... asla somut olmadı bu bulantı. Kimse ne gurultu duyabildi ne görebildi sancımı. Fakat bana sorsalar aynadaki yansımamdan da tüm gülüşlerimden de daha gerçekti. Bu mide bulantısı beni yavaşça çürüten, ölümcül ürperti veren şeydi.

Neyse ki... Neyse ki bu gece buradasın. Karşımda uyuyorsun. İlk kez biriyle uyuyorum ben. Sen ilk kez benim karşımda uyuyorsun. Tek kelam etmedik. Yine de söz verdik. Sen uyuyacaktın, uyudun da. Ben de seni rahatsız etmeyeceksem eğer uykusuz ve bulantılı bu gecede ecinnilerde kaçmak adına yanında olacak, seni izliyecektim. İzliyorum da. Hoşlanıyorum da. Ezberliyorum uyurken ne yaptığını, nasıl uyuduğunu. Sorarlarsa 40 sene yanında yatmış gibi bir bir sayabileyim diye. 

Sen, kısa nefes alıyorsun. Uzunca veriyorsun. Yüzün yerinden oynamıyor. Göğsün inip kalkıyor bir tek. 3 saniye aldığında 5 veya 7 saniye boyunca veriyorsun. Pek şaşmıyorsun. Ayrıca horlamıyorsun. Bu derin uykuya daldın demek. Hahah... bu demek: seni izlemem emrivaki olmamış da, güveniyorsun ve benden eminsin de derin uykuya tasasızca dalmışsın demek. Benim bu sözlerim, sana aşığım, diyebilmek. İmalar yaratır, onlara inanır, onlara bel bağlarım. Demek. Aramızda kırmızı bir iplik dolandığına delalet. 

Kırmızı iplik hikayesini az çok duymuşsundur. Japon kültürünü severim hani ben, bu da o taraflardan sayılır. Filminde de ağlamıştım zırıl zırıl. 

Hani o kırmızı iplik var ya hani o kırmızı iplik. Ne kadar karışık olabiliyorsa o iplik o kadar karmakarışık bağlıyız ikimiz. Bu bağı çözemiyorum, daha fazla dolandıramıyorum. Karmakarışıklığı iki ihtimal sunuyor karşıma. Ya biz bu dolaşıklıktan istifade kopmayacak, kopamayacağız ya da bir makas gelip kördüğümü iki uçtan koparıverecek. Yine üçüncü bir yol var. Bugün öğrendim ben. Ya, ya da'nın önüne geçerse özgür olduğumuz bir yol daha var. 

Bir oyun vardı ya, biri parmaklarına bir ipi desenli biçimde dolardı. İsmini unuttum şimdi. Sonra öbürü bir yol bulur, yeni bir desenle ipi kendi parmaklarına dolardı. Fakat ismi o kadar da önemli değil ki. Sonra o, sonra o, birbirleri peşine. İp oyunu diyelim mesela. Bu yol bulmacaların sonu ne zaman biterdi, hatırlamıyorum. Kaderin inceldiği yerden kopan ip oyunu. Sonu belirsiz bir yanma idi. Lakin oyun amma uzun soluklu ve amma pür dikkat gerektiren bir oyundu. Ölüm belki. Şu üzerimdeki ölüm ürpertisi. Yanımdan her gün bıçağın keskin ucunu bana doğrultmuş bir kadın geçerken ölümüm böyle belirli, böyle beklendik olsun istemezdim. Seninle şu oyuna girip birbirimizi yakacağımızı bilmek şaşırtır, bir nebze olsun rahatlatırdı. Böylece sonumun senaryosunu düşünmek bir yana seni uyurken izleyip sonraki hayatı düşünebilirdim: Cenazeme kimler gelirdi ki? Ben olmasam sen ne olurdun bilirdim de düşünürdüm; abim, ablam neyin boşluğunu hissederdi. Ben kimin neresiydim? Lanet gibi aklımda çınlayan isimler son yolculuğumdan haberdar olur muydu? Pişman olur muydular? Ben sen hariç kaç günah işlemiştim? Pişmanlıklarım hayatta kalbimi daralttığı gibi kabirde alanımı daraltır mıydı? Her şey sandığım kadar abartılı mıydı canım?

Yoksa bu dünya kendime yük edindiklerimle beni enayi yerine koyan ortak bir mülkiyet...

Düşünmeliyim.

Canım, benimle bir oyun oynar mısın?

Şimdiden bulantım dinmeye başladı.