Gönlüm ataşlara yandı gidiyor, 

Ömrüm boş hayale kandı gidiyor


Kepenkleri bir nefes kaldırdım. Her geçen gün ağırlaşıyor bu meret. Eski kuvvetim kalmadı. Bir uğraş dükkâna girdim. Işıkları açtım, düğmenin de iyice boyası atmış, bir elden geçirmek lazım. Burasının eski, rutubetli kokusu hiç arınmıyor. Daha üç gün önce kırklamamışım gibi her yer batmış yine. Bir çırak şart oldu artık. Güneşten rengi sarıya çalan perdeleri açtım. Ha şöyle, gözüm aydınlandı. Kasabadakiler de kımıl kımıl bu hafta. Kuyumcuların düğünü var diye sokaklar iyice bayram yerine dönmüş. Belki bir gelen olur. Ütü masasının altına iliştirdiğim iskemleyi de çıkardım. Yahu ne gerek var bu kadar yükseğe koymaya? Kumandası nerede acaba, yeni gelen kumaşların arasına karışıverdi herhalde. Ne çok unutmaya başladım. Eskiden öyle miydi, sorsalar Edremit’te tüm esnafların numarasını bilirdim. Delikanlılığın kıymetini bilseydim... Dünya ağrısı karabasan gibidir, derdi anam. Üzerine bir çöktü mü insanın, belini büker, akan deli kanını da durultur. Karşısında dinelemezsin bile. Haklıymış. Ahşap masanın çekmecesine koyduğum alaca torbayı görünce aklıma dün akşamki adam düştü. Yatsıya doğru, dükkânı kapatacakken gelmişti. Gök mavisi lüks bir araba durdu kapının önünde. Orta boylu, cılız bir adam indi şoför koltuğundan. Elinde bir torbayla selam vererek dükkâna girdi. Üç beş hâl hatır sorduktan sonra yapılacak işleri bir bir anlattı. İyice tembihledi. Kendisinin değilmiş torbadakiler “beyefendi” diye bahsedip durdu birinden, onun hanımı buralıymış. Düğün için gelmişler, İstanbul’dan. O sırada arabadan fiyakalı bir adam indi. Kalabalığın sesi soluğu kesildi aniden. Beyefendi dediği bu adam olsa. Gözlerimi kısıp baştan aşağı süzdüm. Saçına, sakalına aklar karışmış ama dimdik duruyordu. Boyu gibi bakışları da göğü deliyordu. Ceketindeki ipek mendilden, kolundaki saatin parlamasından kodaman biriydi, belli. Beyefendi, cebinden çıkardığı kalın kahverengi cigarasını bir çırpıda yaktı. Onu izlerken istemeden başım eğildi ama içten içe de sevindim. Böylesine pek sık rastlanmaz buralarda. Şanslısın ulan Nazım. Cigarası bitmeye dururken tek bir nefes daha çekip attı yere. Yeni cilalanmış kundurasının ucuyla ezdi cigarayı. Arabaya binip basıp gitti. Meydan yine gürültüye karıştı, ben ardından bakakaldım. Ne kadar baktım hatırlamıyorum. Bıraktıkları torbayı da masanın çekmecesine sakladım. Dükkânı kapatıp evin yolunu tutarken kafamı kaldırıp karşıdaki Kaz Dağları’na baktım. Yamaçlarındaki koca çamlar ete kemiğe büründü, heybetiyle beni ezdikçe ezdi. Pahalı cigarayı düşündüm yol boyunca. 

Eve vardığımda Emine çoktan sofrayı sermiş, bakır sinide tarhanayı taşıyordu ağır ağır. Çocuklar da uğramaz oldu, Emine’yle biz kaldık koca evde. Bir vakit eğleşip, yattım. Kaç zamandır uykumun tadı tuzu yok. Yün yastık, çivili tahta oluyor bana. Ne zaman böyle oldun Nazım? Yine rüyalarımda koşup duruyorum yarış atı gibi. Adam akıllı yoruluyorum. Bugün nasıl sabah ettim, ne vakit sofraya oturduk, hangi ara evden çıktım hatırlamıyorum. Bir bakmışım, dükkânın yolundayım, dilimde de bir türkü... 


Torbaya bakmak için bir merakla oturdum koltuğuma. Pantolonu aldım elime, jilet gibiydi. Kaç liradır kim bilir. Dağ tepe koşsan bana mısın demez bu pantolonlar. Yanında da kadifeden bir entari, bunun da bir eksiği gediği varsa hallet, demişti. Torbayı eşeledikçe bir koku sardı etrafı. Misk-i amber yayılıyor sanki. Usulca çıkardım, sanki kadife değil titreyen bir serçe. Belindeki inci taşlar, geceye işlenmiş yıldızlar gibi parlıyordu. Entari demeye utanır insan, buradakiler bilmez ama şehir yerinde abiye derler bu zarafete. Kumaşı da öyle ılık, öylesine yumuşak. Avuçlarımın içinden kayıp gidecek diye korktum. Kanımı kaynatan bu koku da ondan geliyordu. Dayanamadım, bir daha çektim içime, bir daha, bir daha... Tatlı tatlı başımı döndürdü. Canım varmış meğer benim, hatırladım. Öyle çok da kocamamışsın Nazım. Neden bir an başımdan aşağı ürperdim. Kafamı kaldırdım, etrafa bakındım. Yolun kenarındaki çöpü eşeleyen kediden başka kimseler yoktu etrafta. Entariyi masaya bıraktım.

 Sıkıntılı bir duman sardı içimi. Az önce pelteye dönen ciğerimi, mengene gibi sıktı bu duman. Utandım. Sanki ciğerimi görmüş gibi Emine düştü gözlerimin önüne. Kokusunu hatırladım, yüzüm buruştu. Arap sabunuyla çok uğraşıyor, ondan herhalde. Ama iyi anadır, yaptığı aş da yenir. Bu entari yakışır mıydı Emine’ye. En son büyük oğlanın düğününde giymişti bir entari, basmadan. Yansımamı gördüm aynadan. Yanaklarımdaki pembelik gözüme çarptı. Sabah uyandığımdaki sarı benzimi görmekten usanmıştım. Dudağım kıvrılıverdi. Birden yansıma hârelendi babamın tıraş aynasındaki delikanlı hâlime dönüverdi. Tütün kolonyasının kokusu genzimi yaktı yine. O zamanlar içimde deli dumrul koşan bir at vardı. Gürdü saçlarım, anamın kantaron yağından sürdüm mü güneş gibi parlardı. Bir caka satardım ki mahallede, sorma gitsin. Meydana inince genci ihtiyarı bana bakardı. Ama ben bir tek ona bakardım. Ne vakit onu düşünsem, bıçağın sırtıyla ortadan yarılırdı kalbim. Yapma Nazım, bunca yıl sonra. Ah şu Kaz Dağları’nın dili olsa da konuşsa. Ayın on dördü gibi parlardı yüzü. Utandığında yanakları körpecik elmanın pembesine dönerdi. Avuçlarına kınayı çiçek gibi kondururdu. Ellerini biraz sıkı tutsam parmakları kırılacak diye korkardım. Ama o hiç korkmadı. İnsanoğlu değil mi, çiğ süt emmiş işte. Unutmak, ne büyük nimet Allah'ım. 


Kapının sesiyle kendime geldim. Berberin çırağı, elinde parlak tepsiyle titreye titreye geliyordu. Ne uyuntu çocuk. Sataşacaktım, vazgeçtim. Şeker atayım dedi, nasıl olduysa bardak ters geldi, masaya süzüldü. Çocuk utandı, çekindi boş bardağı kapıp kaçtı. Entari... Bir hışım ayağa kalktım. Kurttan kuzuyu kurtarır gibi kucakladım entariyi. Etimle, tırnağımla, var gücümle sarmaladım. Islanmıştı. Kenarda elime gelen ilk çaputla iyice sildim, ovaladım. Ama nafile. Entariye, sapsarı uğursuz bir leke yapışmıştı çoktan. O an ayaklarımın altından çekiverdiler dünyayı. Takatim kesildi, yıkıldım gıcırdayan koltuğa. Ama entariyi bırakmadım. O da beni bırakmıyordu. Tekrar kokladım entariyi. Burnum sızladı önce. Yükseldi. Dişlerimi sıktım iyice, yutkundum. Sonra dudaklarım titredi. Dayandım. Feri giden gözlerim, çivi gibi batan bu sızıya karşı beyaz bayrağı çekti. Uzaklardan, ta içimden bir ses duydum. “Yenildin Nazım.”