Şarabını arsızca içmişti kadın mum ışığının gölge oyunlarıyla birlikte. Düşünüyordu, yabancısı olduğu bu dünyada, bu şehirde, bu sokakta nasıl yürüyebilirdi? Ayakları fetişist sevdalarda koşmaktan iyice zedelenmişken nasıl olurdu? Nefesindeki sarhoşluğu kimseye hissettirmeden nasıl dokunabilirdi birilerinin kelimelerine?
Usanmışlığı bir çocuğun çiçeklerle duvarlara ilk aşkını yazması kadar masum ve acımasızdı. Kelimeleri ile uçmayı başaramıyordu rüzgâr yüzünden, rüzgâr en ince yerinden deliyordu kanatlarını. Bavuluna tıktığı düşleri de kurtaramazdı onu kimsesiz katilinden. Bir kere yüreğinin bileği burkulmuştu aşkla yaptığı bilek güreşinde. Kırık bilekle gökyüzüne kimsesizliğini resmedemezdi ki yeniden. Kağıttan evleri vardı cebinde. Yıkılan her bir dünya için yenisini inşa etmeye çalışırdı kırık parmak uçlarıyla. Elleri bu yüzden kirliydi hep. Kendi suçu olmasa da verilen her bir can, merhametinden ezilmiş bir tuğlaydı. Bu yüzden kendiyle olan savaşının hiç galibi yoktu. O damağındaki şarabın ekşiliği de zamanla prangalanmıştı diline, bu yüzden yaşam onu dudaklarından öpmeyi hep sevmişti.
Kör akşama ait sabahın ilk fısıltısında kadehinden halıya resmettiği kanlı hatıralarıyla uyanmıştı. Kırmızı nahoşluğu çok mu kaçırmıştı yüreğinde, yoksa düşünce zincirleri çok mu ağır basmıştı akıl odalarında bilmeden uyanıştı bu. Her kelimesi boşluğa düşmüş adeta çırpınıyordu beyninde. Vücudunun her bir hücresinde sızlayan sancılı ağrılarını umursamamayı öğrenmişti. Bu alışkanlığından dolayı ilk adımında tökezleyerek incittiği bedenine aldırmadan pencereye yürüdü ve gördüğü manzaraya aldırmadan sokağa fırladı. Çünkü yağmur yağıyordu. Çünkü tüm kirli benliğini sırılsıklam ederek nefes alabilmeyi umuyordu. Yağmur bu denli sevilir miydi? Sevilirdi, çünkü gittiği hangi şehir olursa olsun tek yabancı hissetmediği varlık gözenekleri ile bütünleşen yağmur damlalarıydı. Kendisini genç sandığı vakitlere ait bedeninde yarattığı kaostan kalma et eksikliklerini de gökyüzünün tükürdüğü damlalar ile doldurup kamufle ettiğini sanmaktan zevk alıyordu. Belki de hayatın ona sunduğu tek haz buydu.
Tan ağrırken en çirkin varlıksızlığıydı siyah saçları. Pususu dinmemiş gözleri, kemikli harabelere kaçıncı ev sahipliğindeydi şimdi. O yağmurda yıkadığı kirli elleri hiç doyurmamıştı kimsesiz birini. Doyuramazdı da; çünkü biliyordu tuzu eksik gözyaşlarıyla daha aç kalırdı bir başkasının kimsesizliği. Kirpiklerinde binlerce Azrail vardı, her biri gelmiş oldukları cinayet vazifelerini hiçe sayıp kadının ruhunu yavaşça sömürmenin peşindeydi. Tuvallere böyle çizilen bir kadın olur muydu hiç, nasıl yaradılıştı bu. Tanrıların da çocukları vardı ama onların avuçlarından yaratılmadığına emindi. Ve bu kanaati ile birlikte yağmur dindi. Tüm düşüncelerinde biriken cümleleri silkeleyip şarabına dönmenin vaktiydi şimdi...