Konuşan: Hatice Aktepe
Okuma tutkusu insanın yüreğini teslim aldığında; gündelik hayatına, konuştuklarına, hal ve tavrına kelimelerin büyüsü sirayet eder. Mevcut dostlarına kitaplardaki kahramanlar, belki düşmanlarına da kitaplardaki kötüler eklenir durur. İçinde yaşadığımız gerçekliğe paralel, okudukça inşa ettiğimiz ve zenginleştirdiğimiz bir dünyadır bu. Bazen bunaldıkça kaçabildiğimiz ve içimizi dökebildiğimiz, bize tuttuğu aynalarda kendimizi doya doya seyredebildiğimiz, sularının hangi kıyılara vurduğunu kestiremediğimiz bir derya...
Okumayı derin bir tutkuya dönüştürmüş ve bunu bir adım daha ileriye taşıyarak okuduğu ve iz bıraktığını düşündüğü kitap kahramanlarına mektuplar yazan Tuba Dere Hanımefendi’ye getireceğim sözü, izniniz olursa. Kasım 2010’da Hece Yayınları’ndan çıkan kitapta on altı tane mektup, bir de öykü var. Zikredilen kitapların hepsini elbette okumadım fakat özellikle okuduklarım için söylemeliyim ki biriyle aynı hislerde buluştuğumuzu fark etmiş olmak, benim için mutluluk vericiydi. Hatta bazı cümleleri sanki ben düşünmüşüm, Tuba Hanım yazmış gibi. İnsanın hissettiklerinin bir yerlerde yankı bulması bir anlamda keyifli bir yolculuktur ve ben de bu okuma yolculuğunu sadece bununla sınırlı tutmayıp kitapla ilgili bir söyleşi yapmak istediğimi kendisiyle paylaştığımda bunu memnuniyetle karşıladı. Gerçekleştirdiğimiz bu keyifli söyleşiyi sizlerle paylaşmak istiyorum. İyi okumalar.
H.A.: Birçoğumuzun, özellikle kitap tutkunlarının, kitap kahramanlarıyla kurduğu özel bir bağ olduğunu biliyoruz. Ama bu, çoğunlukla içten içe kurduğumuz ve dışa pek yansıtmadığımız bir şey. Siz bunu dış dünyaya da yansıtarak görünür kılmışsınız. Kahramanlarınıza mektup yazma fikri ilk ne zaman ortaya çıktı?
T. D.: Kitapla karşılaşan okurlar bunun ilginç bir proje olduğunu düşünüyorlar. Oysa “Kahramanlarıma Mektuplar” bir proje değil, doğal bir okuma sürecinin neticesi. Ben roman kahramanlarını, kurgusal karakterler olarak değil gerçek hayattaki kişiler gibi algılıyorum. Okurken kurgunun bir yerine, sanki anlatıcının yanına yerleşiyorum; kahramanlarla konuşma isteği duyuyorum ve onlarla duygusal bağlar kuruyorum. Esasen pek çok okurun böyle hissettiğini, kitap çıktıktan sonra daha iyi anladım. Evvelden beri okuma sırasında notlar alırım. Metinden yola çıkan, onun çağrıştırdıklarıyla oluşan kısa yazılar. Mesela Huzur’un kahramanı Mümtaz, üniversite yıllarımdan beri dostumdur. Romanı defalarca okuyup Mümtaz’a hitaben günlükler yazmıştım.
Ama bu kitabın ilk mektubu Mevlut’a yazıldı. Hep bahsediyorum, bir süre önce Ayraç dergisinde kitap tanıtım yazıları yazıyordum. Orhan Pamuk’un “Kafamda Bir Tuhaflık” kitabı o sıralar yeni yayımlanmıştı. Kitabı okuduktan sonra tuttuğum notlara baktığımda, onların kitap değerlendirme yazısından ziyade Mevlut’a yazılmış bir mektup olduğunu fark ettim ve metni öyle biçimlendirdim. Ondan sonra da devamı geldi.
H.A.: “Ölümsüz Adam” diye hitap ettiğiniz Mümtaz’a yazdığınız mektupla başlayalım. Tanpınar’ın Huzur adlı romanında hayat bulan Mümtaz’a yazdığınız mektupta şöyle bir cümle geçiyor: Zaman geçtikçe ''Huzur'' içimde yeniden inşa olur. Benim de sevdiğim metinleri farklı zamanlarda okuduğumda fark ettiğim bir durumdur bu. Aynı metni okuduğumuz halde metnin farklı bir yanını keşfederiz. Bu anlamda edebiyat bitmeyen bir inşa sürecidir, diyebilir miyiz?
T. D.: Özelinde edebiyatın, genel anlamda sanatın cazibesi zaten burada. Bir şarkıyı onlarca, yüzlerce kez dinlersiniz ama her dinleyiş yeniden değil; yeni bir ''ben''le ve ''ilk dinleyiş''tir. Çünkü yaşamda yol aldıkça, mesafe katettikçe sürekli değişip dönüşüyoruz. Bir kitaptan bile aynı insan olarak çıkmıyoruz aslında. Nazan Bekiroğlu bu durumu Yusuf ile Züleyha’da “Seni sevdiysem, seni her görmemde ikinci kez görmediğimden. Her görmemde seni yenidenmiş gibi değil, yeniden gördüğümden.” diye anlatır. Bir şiiri defalarca okursunuz, her okuyuşta farklı bir mısranın size yaşattığı yeni duygularla savrulursunuz. Metinler farklı zaman dilimlerinde bize farklı şeyler söylerler. Bazı metinler eskir mesela, biz onları geçer, geride bırakırız; bazıları ise her dem taze kalır.
H.A.: Tanpınar’ın Ergani madeninde üç yaşındayken bir gün kendisine rastladığı bahsinden hareketle “Benzerlerimize nasıl iştiyakla çekildiğimizi bilirsin.” ifadesi büyük bir ihtiyaçla kitaplara gömülenlerin hikayesi gibi geldi. Bu yolculukta aradığımız şey kendimiz olabilir miyiz? Ne dersiniz?
T. D.: İnsanlar arasındaki ilişkilerde de böyledir, bize benzeyen insanların bizi daha çok anlayacaklarına inanırız. Çok sevdiğiniz romanlara, şiirlere, şarkılara bakın, hikâyemizle örtüşen yanları bizi onlara çeker, hatta müptela kılar. “Bu kitap beni anlatıyor.” deriz. Sevdiğimiz yazarları da böyle egosantrik bir sebeple seviyor olabiliriz. Hatta kitapları bile tam ona ihtiyacımız olduğu anda/zamanda okuruz. Çünkü kitaplar içimize tuttuğumuz bir ayna. Ayna kavramını Tanpınar da çok sever, romanlarında ve şiirlerinde onu hem leitmotif olarak hem de metaforik olarak kullanır. Kitapların aynasında kendimizi görüp tanıyoruz, belki hayatta aradığımız anlamı da kitap sayfaları arasında buluyoruz.
H.A.: İki insanın birbirlerine duydukları derin aşkın ve bağlılığın muhafaza edilmesi ve sahip çıkılması gereken yegâne şey olduğunu düşünen birisi olarak Huzur’da Nuran’ın beni pek de ikna etmeyen bir sebeple Mümtaz’ı terk edişi, gördüğüm kadarıyla sizi de yaralamış. Tanımadığınız insanlarla bir duygudaşlık yaratması, iyi bir okur olmanın en iyi yanlarından biri galiba. Buna dair ne düşündüğünüzü merak ediyorum.
T. D.: Kurgu çok ilginç bir dünya, kitaplar okurlarına aynı duygu ve düşünceleri yaşatabileceği gibi birbirinden çok farklı duygu ve düşüncelerle okurları ayrıştırabilir de. Her okuma bir bakıma yeniden yaratımdır ve her metin okurların zihninde yeniden yazılır. Okur, metinden belki yazarın hiç düşünmediği, kastetmediği bir şeyi anlayabilir. Bunu kitabım yayımlandıktan sonra ben de yaşadım. Bu bakımdan aynı filme ağlayan insanlar gibi aynı eseri okuyanlar arasında kurulan duygudaşlık da önemli tabii. Bir kitabı birlikte okumak nasıl anneyle çocuk arasındaki bağı güçlendiriyorsa aynı kitabı okuyup aynı şeyleri hissedenler arasında da elbette bir yakınlık oluşuyor.
H.A.: Tanpınar bahsinden çıkamayacağım galiba. Uğradığı ve kendi ifadesiyle “İtibar Suikastı” bana çok hazin gelir. Galiba bir yazar için yazdıklarının kendi devrinde yankısız kalması çok talihsiz bir durum değil mi?
T. D.: Yalnız Tanpınar’ın yaşadığı bir talihsizlik değil bu, edebiyat hatta sanat tarihi, yaşarken kıymeti bilinmemiş sanatkârlarla dolu maalesef. Bunun tam tersi, bir ''ölü sevicilik'' durumu da söz konusu. Ben de işte tam bu sebeple Tanpınar dışında, hep yaşayan yazarların kahramanlarına mektuplar yazdım. Yazarlar hayattayken yazdıklarının kıymeti bilinsin istiyorum, ortaya koydukları eserlerin okur içindeki yankısını duysunlar.
H.A: “Masala ve rüyaya inancım tamdı.” derken burayı biraz açabilir miyiz? Bunun edebiyata dair önemli bir detay olduğunu düşünüyorum.
T. D.: Masal ve rüya, yine Tanpınar’ın üzerinde çok durduğu kavramlardan. Masallara ve rüyalara inanarak büyümek, öyle yaşamak bir kişilik özelliği bence. Bir ayağınız düşsel bir dünyada, diğeri gerçek yaşamda ise siz Araf’ta kalırsınız. Hem ikisine de aitsiniz ama tam olarak ikisinde de değilsiniz. Düalite burada başlıyor; olağanüstü ögelerle örülü bir yaşamın gerçekliğine sığınmak, rüyadan kopmayı istemeyip uyanmayı reddetmek, sanatçı için aynı zamanda yaşamak sancısının da sebebi olabilir.
H.A.: Gene bir alıntıyla devam etmek istiyorum. “Çünkü iyi bildiğim bir şey var. Şu yeryüzünde en tatlı yaşamak, bir kurgu içinde olandır.” Aklıma Truman Show filminde, Truman’ın, filmin sonunda düştüğü şaşkınlık geldi. Bir kurgu içinde yaşadığını bilmeden yaşamak... Bazen de acaba biz de bir kurgunun içinde miyiz fikri... Size de zaman zaman geliyor mu bu his?
T. D.: İnsan kimsenin olmasa bile kendi zihninin yarattığı kurguların içinde yaşar. Böyle ifade edince şizofrenik bir yaklaşım gibi görünebilir. Ama her an düşünme hâlinde olan, rüyada bile hiç susmayan zihnimiz bize hatıralarımız ya da hayallerimizle örülü çeşitli senaryolar sunar ve biz bu senaryo denizinin içinde yüzeriz. Mesela hepimiz ''hayal''lerimizin yazarı değil miyiz? Algımız sürekli geçmiş, gelecek ve an arasında sıçrayıp duruyor. Tabii burada benim "bir kurgu içinde yaşamak''tan kastım daha çok bunu bilinçli olarak tasarlamak yani herkesin oynadığı bu oyunu yazarlık serüvenine dönüştürmek. O kurgunun/düşsel gerçekliğin içinde uzun süre kalmak hatta bile isteye oyalanmak, bence yazmanın en güzel yanı.
H.A: “Düşler ve gerçekler birbirine benzer geceleri.” Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık kitabında geçen bu ifadeye yer vermişken, edebiyatçıların ya da sermayesi düş olanların en çok da geceleri sevmesi biraz da bundan olabilir mi? Ne dersiniz?
T. D.: Mevlut, geceleri şehrin sokaklarını arşınlarken hayaller kurduğu için mektubumda öyle yazmıştım. Gece, daha doğrusu karanlık, sanat için hep ilham verici görülür, gizler ve sırlar saklar gece. Hem ürkütücü hem de veluttur. Ama ben sabahları da çok severim. Günün ilk ışıkları, sabahın taze nefesi, şehrin uyanışı bana en az gece kadar hatta ondan bile güzel gelir. Birkaç gün kimse uyanmadan yollara düşün, bir bakın etrafta ve o anda ne güzellikler keşfedeceksiniz…
H.A: "Gölgeler ve Hayaller Şehrinde Olmak” başlıklı mektupta klasik bir mektubun dışına çıkmanız biraz şaşırttı beni. Mektubu bir kitap kahramanına yazan da hayali bir başka karakter. Rüya içinde rüya gibi. Ayrıca mektubun sonu da rüya bahsiyle bitiyor.
“Rüyadaki insanın gerçeği rüyanın bizatihi kendisidir.”
T. D.: “Gölgeler ve Hayaller Şehrinde Olmak” zaten mektuplardan oluşan bir roman. Mektupları arkadaşı Alex’e yazan Fuat, o romanın ana kahramanı. Ben de Alex’in torunu olarak Fuat’a bir mektup yazdım. Romanın kurgusuna bu şekilde mukabele etmeye çalıştım. Dikkat ederseniz kitaptaki bütün mektuplarda kurgu var, bunlar aynı zamanda öyküsel metinler. Tümünün sonunda imzalar farklı isimlerle atıldı. Çünkü bence her kitabı farklı bir insan olarak okuyoruz. Her kahraman bizdeki başka bir yönü açığa çıkarıyor. Tıpkı gerçek hayatta ilişki kurduğumuz insanlar gibi. Buradan bakınca ben mektupları da başka başka kişiler olarak yazmış olabilirim.
H.A.: “Olur Nasipse” başlıklı mektupta yaptığınız tersten bir okumayla, yazarın değil, karakterin yazarı inşa ettiği bölüm oldukça düşündürdü beni. Kurgu metinlere hiç bu gözle bakmadığımı fark ettim. İnsan mı edebiyatı, edebiyat mı insanı inşa eder, orada işler biraz karışıyor mu ne dersiniz?
Not: Bir de eklemeden geçemeyeceğim. Girit usulü yumurtayı ve soğuktan demlenmiş çayı ben de merak ettim.
T. D.: Kitabın kahramanı Kemal Güner’le dostluk ettiğim ve ona mektup yazdığım için böyle bir tersten okuma oluşuyor, evet “…kitabı okurken bir ara sizin malum seçim serüveninizi filme çekmiş olabileceğinizi bile hayal ettim. Sizi Ercan Bey oynuyor.” yazmıştım. Ne mutlu ki bu hayal gerçek oldu, 2020 yılında ''Nasipse Adayız'' beyaz perdeye aktarıldı ve film birçok ödül aldı. Mektubumun penceresinden bakarsak Kemal Güner’i, Ercan Kesal oynadı.
Eserin yazarı inşa etmesi de olası, çünkü yazmak aynı zamanda bilinçdışını bilince getirme, kendini ve hayatı keşfetme serüveni. Pek çok yazardan duyduğumuz bir serzeniştir; kahramanlar yazarlarına karşı gelip isyan ederler ya da kurgu yazarın iradesinin dışına çıkar, alıp başını gider. Yazar onu kontrol edemez olur. Bakın yine aynı noktaya geliyoruz, hiçbir kitaptan aynı insan olarak çıkamayız. Yazarken de okurken de…
Bu güzel söyleşi, zihin açıcı sorular için size teşekkür ederim. Mektupları, üzerinde düşüne taşına bu denli titiz okumanız, bir yazar olarak beni memnun etti, sağ olun, var olun.