Beklemekle devam etmek arasında koşturup duruyor insan. Ne yapacağını bilemiyor. Öylece mekik dokuyor sadece. Ne yana dönse acı, keskin bir bıçak gibi batıyor göğsüne ya da sol kaburgasına.


O kapının önünde beklerken böyle hissediyordu. Kalsa mıydı, gitse miydi? Beklese, kapı açılmayacaktı ya da açılsa bile tekmelenecekti. Gitse, bu kadar beklediğine yazık olacaktı. Son kez gözünün önünden geçirdi yaşananları. Son kez hayal etti hiç yaşanmayacakları. Hayat ne kadar da oynamıştı onunla. Yerden yere vurmuştu ama o yine de çekilmiş köşesine, beklemişti. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Kalktı, yürüdü, yürüdü ve gitti. Bir kez bile dönüp bakmadan arkasına. Artık şehir mi yanıyordu, yer yerinden mi oynuyordu, ne oluyorsa olsundu. O, kararını vermişti. Gidiyordu işte. Beklemeyen yere. Gerçi nereye gittiğini kendisi de bilmiyordu ama gidiyordu ya, var mıydı ötesi? Bir kez yola koyulmuştu işte. Belki varacağı yer canını daha çok acıtacaktı, belki de aksine daha mutlu edecekti. Burada, şuna parantez açmam gerekir ki gerçek mutluluk diye bir şey yoktur. Kitapların aklımıza soktuğudur mutluluk. Hayatın kendisinde sadece acı vardır. Belki biraz huzur. Sadece o kadar.


Devam etti. Yürüdü de yürüdü. Sanki her şey onun yola koyulmasını bekler gibiydi. Şimdi taşlar yerine oturmuştu. Netlik kazanmıştı. Omuzlarına ağır gelen, hafiflemişti. Hep derdi, “Bir yük gibi değil de gül gibi taşımak isterdim göğsümde” diye. Şimdi tazecik, ferah ve parlak bir gül açmıştı göğsünün tam ortasında. “Bu gül benim,” diyordu, "ezdirmem artık. Varsın bülbül olayım ama sadece gülüm için. Kan kaybedeyim ama yeter ki gülüm solmasın!”


Yine yürüdü. Hep zihnini patlatmıştı, şimdi patlayan göğsüydü. Yürüsündü, nasıl olsa yol da yoldaşıydı. Nasıl olsa yol da yürüyüş öğretirdi. Yürüsündü, yürüyebildiği kadar.