her defasında aradığını bulduğunu sanıyordu. bazen bir gülüş, bazen bir bakış, bazen de bir dokunuştu ona aradığını anımsatan. keza tüm bunlar onu, bulduğunu zannettiği şeyin aslında bir yanılsamadan ibaret olduğu gerçeğiyle de yüzleşmek zorunda bırakıyordu. duyguları hüznün pınarına meyillenip menderesler çizerek akmaya devam ederken bu pınarın soğuk suyunu avuçları arasına alıp suratına bir bir çarpıyordu gerçekler. ne zaman içi içine sığmasa, hızla akan bir nehir gibi coşup taşsa kader karşısına çıkardığı dik bayırlarla önünü kesiyor; tüm neşesini silip süpürüyordu.


hızlı adımlarla arşınladığı boş sokakta araba kornaları, ani köpek havlamaları, hayatın telaşına karışmış insanların uzaktan gelen konuşmaları anlamsızlaşıyor ve kulaklarında giderek büyüyen bir uğultuya dönüşüyordu. kendi düşüncelerinde isminin başına zayıf, güçsüz, çaresiz ve yalnız gibi nice sıfatlar yüklemekten çekinmezken onun dışarıya akıtamadığı her bir damla yaş içindi sanki; yağmur damlaları gökyüzünden usulca düşmeye başladı.


onu farklı kılan neydi? ya da ötekileştiren kendi miydi? güneşi ardı sıra takip eden bir ay, yağmurun arkasından havaya karışan toprak kokusu, haşin dalgalarıyla kumlara vurarak kıyısına kavuşan denizler vardı. oysa birbirine doladığı kollarıyla yüzünü ıslatan damlaları silmeye tenezzül bile etmeden ıslak ve soğuk bir kaldırım taşında durmuş oturuyordu. gökyüzünün de bu gece acıması yoktu; yağmur gittikçe hızlanırken sokağın ucundan yayılan renkli ışık hüzmeleri, gözlerinde artık bulanık birer lekeden başka şey değildi.


betonların arasında filizlenmiş bir kaldırım çiçeği gözüne ilişti. bir çift ayağın hışmına uğramış olduğu belliydi. özenle söktü ezilmiş kökleri ve cebine koyduğu çiçekle o tenha sokağı terk etti.