Sabahın erken saatleriydi. Kuşlar henüz cıvıldamaya, güneş ise kendini yeni yeni göstermeye başlamıştı. Fakat birtakım hayvan sesleri dışında sokağa genel olarak hakim olan tatlı sükunet, şimdilik saltanatını koruyordu. Ben, işte tam da bu saatlerde çıkardım sokağa. Önce sükunetin çaldığı muazzam müzik aletinden çıkan enfes notaları dinler, daha sonra kuşların da bu tek kişilik orkestraya katılmasıyla iyice mest olur adeta kendimden geçerdim. Şimdi diyebilirsiniz efendim: ''Bu yarı deli adam günün bu saatinde bir başına bir kaldırımda oturmuş ne yapıyor?'' diye. Siz de haklısınız. Durun, size her şeyi izah edeyim. Ben nota satıcısıyım efendim! Mızıka çalar, sükunetin tatlı saltanatı bittiği vakit onun yarıda kalan hoş müziğini elimden geldiğince ben devam ettiririm. Lakin bu sefer kuşlar eşlik etmez müziğe. İnsanlar çoğalmıştır çünkü. İnsanların çoğalmasıyla çıkan bin bir ses mızıkamın başı çektiği ufak orkestraya katılır. Kısaca sokağın kendisi her sabah, her türlü sesiyle ve her şekilde bana eşlik etmekten asla geri durmaz. İşte sokağa adımlarını atan ilk insanlar... Kepenklerin açılmasıyla birlikte başlayacak olan o kaçınılmaz döngüye girmek için ne kadar da hevesliler! Telefoncular, restoranlar, sokak satıcıları, kediler ve köpekler... Kediler ve köpekler olmadan senfoniye nasıl başlayabilirdim ki zaten? Onların da teşrif etmesiyle nihayet mızıkamı elime alarak sözleri acıklı fakat müziği de bir o kadar hareketli bir şeyler çalmaya başlamıştım. Ortamın kalabalıklaşmasıyla oluşan bin bir ses ise her zamanki gibi ister istemez naçiz müziğime eşlik ediyordu. Müziğin ortalarına doğru aklımdan ''Keşke bir solistim olsaydı.'' diye geçirmeden edemedim. Bu hareketli notaların üstünde dans etmek pek keyifli olsa da içinde barındırdığı trajedinin herkes tarafından duyulmasını isterdim. Hoş, sözlerini de sadece ben biliyordum ya! ''Her neyse'' dedim kendi kendime ve kayıtsızca mızıkamı üflemeye devam ettim. En son yeniden kendimden geçtiğimi hatırlıyorum. Kendime gelmemle birlikte önüme açtığım eski püskü paltoya saçılmış üç beş kuruşu fark etmem bir olmuştu. Paraları topladığım gibi ivedilikle karşımda duran ucuz pastaneye doğru yol aldım. Elimdeki paralarla ucuz bir kahvaltı ettikten sonra usulca pastaneden çıktım. Orkestranın diğer üyelerine vermek için de cebime bir parça ekmek saklamıştım. Beni gördüğü gibi yanıma gelen tekirle sokak köpeği, ücretlerini bekler gibi cebimdeki ekmeği onlara vermemi bekliyorlardı. Elimi cebime atarak en az benim kadar miskin olan bu hayvanlara ödemelerini yaptım. Hayvanlar iştahla yemeklerini yerken ben de ağır adımlarla köşeme geri dönmüştüm. İyice arkama yaslandıktan sonra bir süre önümden geçip giden insancıklar sürüsünü izlemeye karar verdim. Sahiden böyle anlarda hep, her birinin bambaşka bir yaşamı temsil ettiğini düşünmekten kendimi alamazdım. Yüzlerce çocukluk, yüzlerce gençlik, binlerce ihtimal, binlerce anı hepsi gözlerimin önünde yürüyüp bir yerlere gidiyordu. Peki karıncalardan farkı neydi bu insancıkların? Her biri belli bir sistemin içinde, oradan oraya yürümekten başka bir şey yapmıyordu sanki. İşleyen bir makinenin sadık birer parçaları gibiler. Ben de makinenin sızdırdığı simsiyah, leş kokan yağ olsam gerek... Tüm bu garip düşlerin arasında birden yanımda bitiveren uzun boylu adamı fark etmemiş olacaktım ki adam gür sesiyle konuşmaya başlayınca bu yarı trans halinden ancak çıkabildim.
''Efendiler siftahı açmışlar!'' dedi adam neşeyle. Bir yandan da boyuna nazaran pek zarif yapılı elleriyle omzuma bastırıyordu. Adamın sesiyle kendime gelmemle birlikte onun kim olduğunu hatırlamam da çok uzun sürmemişti. Ferman'dı bu gür sesli, uzun boylu adam. Pek de yakışıklı bir herifti doğrusu. Dağınık simsiyah saçları ve yine saçları gibi kömürden gözleri vardı. Yüz hatları ise epey belirgin ve kemiksiydi. Boyu da haliyle uzun ve yüzüne yakışacak şekilde biçimliydi. Doğrusu Ferman'ın bu yakışıklılığını kıskanmıyor değildim. Onun bu güzel görünümünün yanında benim kirli sakallı zayıf yüzüm pek sönük kalıyordu. Yüzüm gibi vücudum da pek zayıftı zaten. Üstelik boyum da o kadar uzun değildi!
''Ne oldu filozof? Yine pek düşüncelisin bakıyorum. Hele içeri gel de az konuşalım.'' İçerisi dediği yer Ferman'ın kitapçı dükkanıydı. Fazla büyük olmasa da içeride çeşit çeşit pek çok kitap bulmak pek mümkündü. Sadece farklı kitaplar değil, aynı kitabın birden fazla baskısı da bu dükkanda bulunuyordu. Adeta bir ''El Ateneo Grand Splendid'' (!) Ferman'a garip bir bakış attıktan sonra sesimi çıkarmadan sanki teklifi çoktan kabul etmişim gibi içeriye doğru yöneldim. Ferman'da her zaman yüzüne takındığı o kurnaz gülümsemeyle birlikte peşimden dükkana girdi. Daha doğrusu bu ''deli'' sürekli gülümserdi. Nedenini hala çözemesem de karakteristik yapısından mütevellit bu durum hakkında farklı farklı çıkarımlar yapmak pek de imkansız değildi. Garip adam doğrusu şu Ferman! Ve yakışıklı. Kabul ediyorum. Epey kıskanıyorum bu herifi. Yine de ne kadar kıskanırsam kıskanayım bu durumu asla ona belli etme niyetinde değilim. Ben de kendimce gururlu bir herifim yani!
İçeri girdiğimiz gibi Ferman, her zamanki dönen koltuğuna yerleşmişti. Epey konforlu, arkaya doğru eğilen, beyaz yakalı heriflerin favorisi olan ofis koltuklarındandı bu koltuk. Rahatına düşkün herif, koltuğunu da keyfinin kahyası aracılığıyla almıştı anlaşılan. Koltuğun hemen önünde ise yere iyice sabitlenmiş geniş bir masa, masanın önünde ise karşı karşıya yerleştirilmiş iki ahşap sandalye durmaktaydı. Fakat hakkını vermeliyim ki sandalyeler; ahşaptan olmalarına rağmen pek bir konforlu, aynı zamanda da epey kaliteliydi. Masa ve sandalyelerin dışında dükkanın kalan bölümü sıra sıra dizilmiş raflar ve birtakım şirin okuma köşelerinden oluşmaktaydı. Birtakım dediğime bakmayın. Bahsettiğim şu okuma köşelerinden yalnızca bir tane vardı.
Usulca masanın önündeki ahşap sandalyelerden birine geçtim. Ferman da bacaklarını masaya doğru uzatmış, epey küstah bir biçimde karşımda oturuyordu. Aramızdaki samimiyetin farkında olduğumdan bu durumu pek dert etmezdim. Yine de şu miskin adamın fazlaca keyifli halleri sinirlerimi bozmuyor değildi. ''Selim! Bize karşıdan iki kazandibi kap gel aslanım.'' Selim diye seslendiği çocuk Ferman'ın dükkanında çalışan gürbüz bir delikanlıydı. Selim, kendisine seslenildiği sıra rafların tozunu almakla meşguldü. Sesi duyar duymaz ise yaptığı işi bırakıp doğruca pastaneye doğru yol almıştı. Delikanlı çıktıktan sonra Ferman tekrardan bana dönerek konuşmaya başladı. Sesi her zamanki gibi neşeliydi.
—Eee, en son aldığın kitabı bitirdin mi? Neydi şu... heh, ''Böyle buyurdu Zerdüşt.''
—Bitirdim bitirdim.
—Beğendin mi bari?
—Çok...
—Anlatsana madem birader! Filozof olan sensin.
O sırada tatlılar da gelmişti. Ferman keyifle çatalını tatlıya batırıp kopardığı büyük bir dilimi ağzına attı. Kazandibine bayıldığını söylememe gerek yok sanırım?
-Eh, anlatayım madem. Aslında bu kitaptan önce, yazarın okunması gereken daha pek çok kitabı olduğunu bilmiyordum. Nietzsche'nin özel hayatını ve şahsiyetini iyi kavramak gerek. Fakat yine de bazı çıkarımlar yapabileceğimi varsayıyorum. Olay bence, yani anladığım kadarıyla köprüden geçmek, köprüden düşmek ve köprü olmakla ilgili.
Ferman boş gözlerle yüzüme bakıyordu. Görünen o ki hiçbir şey anlamamıştı. Ağzındaki çatalla güç bela tepki verebildi:
—Hiğç biğr şey annamadım biğrader!
—Dur hele dur! Şöyle izah edeyim: Köprüden geçenler dediğimiz kimseler, çağın tüm değerlerini ayaklar altına alıp yerine yeni değerler yaratabilen büyük insanlardır (Gerekirse en hassas değerler de buna dahil, hatta özellikle en hassas değerler.). Bu ''köprüden geçenler'' toplumda çok nadir görülür. Her yüzyılda bir veya iki, yani milyonda bir... Bizzat köprü olanlar ise bu büyük insanların köprüden geçmek için kullandığı, benim tabirimle, basit araçlardır. Bir nevi merdiven çıkmak için kullanılan basamaklar yani. Gönüllü yahut farkında olmayarak köprü olurlar çünkü bu insanların doğası budur! Bu yüzden kendisini önemli gören şu avam sürüsüne kahkaha atmadan duramıyorum be birader! Ha bir de köprüden düşenler var ki işte onlar birader, onlar asla görülmezler. Milyonda birin milyonların arasında eriyip gitmesi yani. Ha görebilir misin. Belki... Milyonda bir.
Konuşmayı bitirdiğimde Ferman yine yüzüne o kurnaz gülümsemesini yerleştirmişti. Belli ki bir şeyler anlamış ve aklına hınzırca birtakım sorular gelmişti. Bunları sormaktan da pek çekineceği yoktu anlaşılan:
—Peki Ferhat, öyleyse söyle bakalım. Ben şu üç takımdan hangisine dahilim sence?
—Sen Ferman...
Biraz esnedikten sonra iyice arkama yaslandım. Ardından yüzüme yerleştirdiğim alaycı ifadeyle birlikte bacaklarımı tıpkı Ferman'ın yaptığı gibi küstahça masaya doğru uzatıp yüksek sesle cümlemi tamamladım:
—Sen köprüye bile yanaşmayan miskinlerdensin be birader!
—Hem müzisyen, hem komedyen!
İkimizde fütursuzca kahkaha atmaya başlamıştık. Sahi, o gün ne de çok gülmüştüm! Lakin ortama hakim olan kahkaha tufanı, belli bir müddet etkisini sürdürdükten sonra Selim'in içeri girmesiyle birdenbire yok oluvermişti. Delikanlının ne zaman dışarı çıktığını bile hatırlamıyordum. Belli ki biz konuşurken kapıdan usulca süzülüvermişti. Selim içeri girer girmez koşar adımlarla yanımıza geldi. Çocuğun yüzü bembeyazdı. Kan ter içinde kalmış, nefes nefese bir şeyler anlatmaya çalışıyordu:
—Abi... dışarıda... adam... silah
—Dur hele dur! Bir sakinleş ve usulünce ne oldu, baştan anlat. Ne oldu oğlum?
Ferman'ın yatıştırması üzerine Selim derin bir nefes aldı. Biraz önceki haline nazaran daha iyi görünüyordu. Yeniden nefes alarak bu defa daha sakin bir biçimde, yine de endişesinden ödün vermeden, aceleyle konuşmaya başladı:
—Abi, manyak adamın biri nereden bulduysa elinde silah, kafasına dayamış vaziyette deli saçması şeyler söylüyor. Tüm esnaf, millet, polisler başına toplandı. Kimseyi de yanına yanaştırmıyor. Gelin abi. Bir de siz görün. Gelin gelin! AVM'nin önünde...
Ne olduğunu anlamadan Ferman'la kendimizi dışarıya atmıştık. İkimizin de gözlerinden şaşkınlık okunuyordu. O an tam olarak nasıl hisler içerisinde olduğumu bile hatırlamıyorum. Tek hatırladığım kendimi birden, AVM'nin önünde garip bir adamın hala kulaklarımda çınlayan son sözlerini dinlerken bulmamdı. Üstü başı dağınık, aynı şekilde dağınık simsiyah saçlarından kir akan, kirli sakallarıyla birlikte yüzünü süsleyen hafif kırışıklıklardan orta yaşlı olduğu anlaşılan epey sefil görünümlü bir adamdı bu. Fakat sözleri öyle soylu ve yüksekti ki o an nasıl ağlamadım ben de bilmiyorum.
''İzleyin insanlar ! İzleyin insancıklar! Düşüşüme tanık olun! Ve bundan mütevellit kendi düşüşünüze... Haydi kahkaha atın ve dalga geçin! Tıpkı size yaptığım gibi dil çıkarın, şaklabanlık edin! Düşüşüme tanık olun! Düşüşüme tanık olun! Düşüşüme tanık olun! ''Büyük bir patlama sesiyle yere yığıldı sefil adam. Son sözleri, kaldırıma akan oluk oluk kanlar gibi zihnime akmıştı. Kimdi bu adam ? Sanki kanı akmadan çok daha önce ölmüş gibiydi. Ben neyi görmüştüm ki şimdi? Tam olarak kimi görmüştüm? İçinde yüzyılın kederini taşıyan birisiydi sanki. Hayır, hayır! İçinde yüzyılın kederini taşıyan birileriydi bu adam! Bu adam, bu sefil adam bir kişi olamazdı. Milyonda birdi bu adam! Milyonda bir! Bilmiyorum, gerçekten hiçbir şey bilmiyorum. Sadece o gün Ferman'ın dehşet dolu yüz ifadesini ve o günden sonra her şeyin değiştiğini hatırlıyorum. Ferman'ın o gün yüzündeki gülümsemesi sonsuza dek silinmişti. Bunu, onun yüzüne baktığım ilk anda çok kuvvetli bir biçimde hissetmiştim. Ferman o gün hiçbir şey demeden arkasını dönüp sarsık adımlarla yürüyerek oradan uzaklaşmıştı. O gün nereye gitti, gittiği yerde ne yaptı gibi soruları es geçiyorum. Sadece her ne olduysa ve benim de gördüğüm bu manzarada ne gördüyse ertesi gün dükkanı açmadığını biliyorum. Tıpkı ondan sonraki diğer ertesi günler gibi... Kim bilir, belli ki milyonda biri görmek böyle bir şeydir. Çünkü ben de artık o sokağa uğramama kararı aldım. O uğursuz çığlıklar her seferinde betonların arasından kulaklarıma ulaştığı yetmiyormuş gibi artık sükunetin müziğini de duyamıyorum. En iyisi ailemin himayesine yeniden girmek. Konservatuvara geri dönmemin vakti geldi sanırım. Yeni bir senfoniye başlamayı düşünüyorum. Başlığını da hala zihnimde yankılanan o çığlıklardan esinlenerek koyacağım. ''Düşüşüme tanık olun!''
Eren Aslan
2023-01-14T13:45:17+03:00Teşekkür ederim Pelin hanım. :)
Eren Aslan
2023-01-14T13:44:30+03:00Teşekkür ederim Meriç, neden olmasın. Yapabilirim.
Eren Aslan
2023-01-14T13:43:10+03:00Teşekkür ederim Kenan bey, var olun. 🙇♂️
Pelin Taşkıran
2023-01-12T23:38:49+03:00Güzel bir hikaye.
Meriç Koç
2023-01-12T21:42:42+03:00Kalemine sağlık. Devamı olacak mı?
Kenan Birkan
2023-01-12T21:41:48+03:00Kendini okutan bir yazıydı. Kaleminize sağlık: