“Kâmil’di o. Ama neden durup benimle konuşmadı ki?”


Güneşin, ışınlarını hiç sağa sola yatırmadan gönderdiği saatlerdi. Hava o kadar sıcaktı ki yetmiş beş yıl boyunca kullana kullana haşince esnettiği teninden akıp giden tere çarpan ışınlar “coss!” diye ses çıkaracaktı adeta. Birbirinin peşi sıra gider gibi görünseler de her an şehrin içinde apayrı yönlere bilye misali dağılıverecek olan araçların motor seslerine, kaldırımlardaki, bankamatiğin önündeki, AVM’nin döner kapısındaki insanların gürültülü sessizliği karışıyordu. Cep telefonlarına, kafalarındaki sorunlara, amaçlı amaçsızlığa dalıp gitmiş, baksa da görmeyen, konuşsa da duymayan kalabalıklar korosu hiç bitmeyen konserine devam ediyordu. 


“Kâmil’di muhakkak. Tanımam mı hiç?”


Tanırdı elbet. Tanımaması ne mümkün! Aynı köyde otlayan ineklerin sütünü içerek boylarını uzatmışlardı. Eh işte Kâmil üç beş karış daha fazla uzamıştı kendisinden. 


“Kâmil koş oğlum, Hakkı Amca geliyoooor!”

“Dur, ben o gelene kadar bir avuç daha toplarım”

“Lan oğlum, bir gün kiraz yerine dayağı yiyecez senin yüzünden, bıraksana be!”


Hiç yememişlerdi o dayağı. Çünkü bir bakışıyla gelenin ne zaman yanında bitivereceğini hesap edip elinin hızını ona göre ayarlamakla kalmaz, hangi saniye tabana kuvvet vereceğini de iyi kestirirdi Kâmil. 


Terini silmek için mendil aradı cebinde. Bulamadı. Kolunun dışıyla alnını sıvazladı mecbur. Oturduğu banktan kalktı, ama aniden taş kesilmişçesine durdu. Saniyelerce kıpırtısız kaldıktan sonra bomboş gözlerle etrafına baktı. Yanındaki bankamatiğin önünden insan eksilmiyordu. Sıra gelene kadar sağ ellerindeki ekrana bakmak için kırk beş derece eğilen başlar, bankamatik ekranına dönmek için kalkıyordu yalnızca. AVM girişinin hemen yanı başındaydı bankamatik. Döner kapıdan bankamatiğe, bankamatikten döner kapıya, yere serpilen şekerin üstünde ilerleyen karıncalar gibi gelip gidiyordu insanlar.


Ama Kâmil gelmemişti yanına işte. Yolun aşağısına doğru ardına bakmadan yürüyüp gitmişti. Benzetmiş miydi yoksa? Ama o boyunu posunu, yanık tenini karıştırabilir miydi hiç? Zamanında kızların yanık olduğu tenini… Kâmil’in yanık olduğu kızsa…


“Kâmil şu önümüzden geçen dayının gızıydı de mi?”

“Heee.”

“Adı neydi?”

“Zehra”

“Pek güzelce.”

“Güzel elbet, çok güzel hem de. Evlencem inşallah”

“Kimle?”

“Zehra’ynan”

“Oğlum olur mu lan öyle şey, akrabasınız siz.”

“Lan oğlum benim anam babam da teyze çocukları, bizim sülale yabancılamaz.”

“Ola ola dayının gızını mı buldun aşık olcak? Gız ne diyo?”

“Habarı yok daha da olcak inşallah.”


Okul yolundan dönerken karşılarına çıkıveren Zehra, Kâmil’in yüzünde aptal bir gülümseme yaratmış ve o gülümseme büyümüş, büyümüş, koskocaman olup gözlerinin önüne perde oluvermişti ki ne onun Zehra’ya hayran bakışını ne de bu konuşma üstüne boğazına takılan yumruyu görebilmişti…


Bükmekte zorlandığı, bükünce de tekrar açamadığı dizinin yerdeki gölgesi epey uzamıştı. Bir an nerde olduğunu anlamak istercesine bir telaşla ayağa kalkıp etrafını kolaçan etti. Kapıdaki güvenlik görevlisini, on ikinci kez dışarı çıkıp sigara içiyor olsa da önceki on bir sigarasına hiç şahit olmamışçasına süzdü. Arkasındaki kafede, havaya karışan çay buğuları gittikçe artıyor, içine çatal kaşık seslerine dolanmış kahkahaları alarak yükseliyordu. Caddedeyse araçlardan oluşan tespih gittikçe uzamaya başlamıştı. Sabır, korna seslerine dönüşerek eriyordu.


Kendi sabrı da uçup gitmeye meraklıydı her zaman, Kâmil’inkinin aksine. O yüzdendi babalarına özenerek avlanmaya çalıştıklarında Kâmil’in daha başarılı olması. Beklemesini de odaklanmasını da dikkatle harekete geçmesini de iyi bilirdi Kâmil. Kendi elleri de acele etmemeyi becerebilseydi o gün…


“Kâmil bugün keklik avlamaya gidelim mi?”

“Babamdan izin alırsam olur”

“Tüfeğin yerini bilmiyon mu? Gizlice alıver yav”

“Bakam hele, olmadı yarın öbürsü gün çıkarız”

“Bugün olsun Kâmil bugün”


Başka gün avlansalardı ya, niyeydi bu acele? Farklı olur muydu ki o zaman yaşananlar?


“Bugün pek bir bereketsiz geçiyo, emme bak şimdi nasıl kıracam şeytanın bacağını. Nah şu karşıdaki havalanmadan düşecek elime.”

“Dur sakın, havalanmadan basma.”

“Kaçamayacak diyom.”

“Ramazan Abi var orda durrr!”

“!!”

“Cemaaaaaaaal!!!!”


Fakat ilginçtir, bugün her şey saniye saniye birer film karesi gibi gözünün önündeyken ve kulakları yankı yankı Kâmil’in adını haykırışıyla doluyken o gün ne o haykırışı duymuş ne de keklik yerine yere düşen Ramazan abiyi görmüştü. Tetiği çektikten sonra taştan heykele dönüşüvermişti adeta… Sonra o heykel canlanıp tüfeği ani bir hareketle Kâmil’in eline tutuşturmuş ve bayır aşağı almış yatırmıştı…


Bunu niye yapmıştı hiç bilmiyordu. Sonrasında çıkarıldıkları mahkemede neden “Tetiği çeken Kâmil’di, benim hiç ilgim yoktur.” dediğini de bilmiyordu. On beşinde bir çocuktu, korkmuştu elbet. Kâmil ıslahevindeyken Zehra’yı kaçırıp evlenmesi de mi çocukluktandı, bilinmez. Sorsanız, yıllar sonra Zehra bir akşam yemeğinde “Kâmil çıkmış” dediğinde onu, “Haberleşiyonuz mu yoksa siz?” diyerek niye öldüresiye dövdüğünü de açıklayamayabilir.


Belki de bütün bu cevapsız soruların boynu bükük kalmasın diye hayat her yerde bir Kâmil çıkarmıştı karşısına. İstanbul’a göçtüğünde ustabaşı Kâmil, kendi eliyle diktiği iki göz oda gecekondusunun kapı komşusu Kâmil, hatta askerde komutanı Kâmil! Kamil, Kâmil, Kâmil, Kâmil…Yer gök Kâmil’lerle doluydu. Bir isminin bir de bakışının laneti gölge gibi izlemişti onu. Mahkemede, sorgulayan kırgın bakışlarını “Neden be Cemal?” mührüne dönüştürerek gözlerine bastıktan sonra o mührü sökememişti bir türlü… Bugün bile o bakışlar sadece feri gitmiş gözlerinde değil, yüzünü acımasızca kazıyan her çizginin içinde, ellerini kaplayan sayısızca lekenin üzerindeydi. İnsan en çok neyi hatırlar? Unutmamak istediğini mi yoksa en çok unutmak istediğini mi? Hafıza kalesi yıkılsa onun un ufak parçalarından elimize yapışıp kalanlar hangisi olur?



“Amca bırak yakamı, benzetiyorsun Kâmil filan değil ismim.”

“Beni cezalandırmak için mi konuşmuyon ha söyle?”

“Ya bırak be adam, deli midir nedir? Çattık!”

“Konuş dedim!”

“Amca elimden bir kaza çıkacak git başımdan!”


Başlarına birikme yolundaki kalabalığı durdururcasına bir ses duyuldu:

“Dedeeee! Şükür burdasın!”

“Tanıyor musunuz amcayı? Alın başımdan Allah aşkına, tutturmuş konuş Kâmil diye.”

“Dedem Alzheimer hastası, hoş görün lütfen.”


Mahcubiyetle çarpışan endişe, birbirlerinden uzaklaşan hava moleküllerine karışıp dağılırken akşam ezanı okunuyordu.


“Ah dede ya nasıl korkuttun beni. Sana da inanamıyorum anne, rahatça alışveriş yapmak için onu kapının önünde oturtup gitmene gerçekten inanamıyorum!”

“Aman yeter başlama beynimi yemeye yine dedem de dedem diye. Baban olasıca nalet öldüğü yetmezmiş gibi bir de bunu başımıza bıraktı.”

“Anne yeter! Hiç mi utanman yok ya!”

“Yalan mı? Baksana seni beni bile tanımıyor ama kimse bu Kâmil, dilinden düşmüyor. Kim bilir kaçıncı adamın yakasına yapışmışken yakaladık? Dur, şurdan para çekeyim de öyle gidelim eve.”


Saatler boyu orada oturduğu halde kimsenin fark etmediği ihtiyarın belki de tek şahidi olan bankamatiğin isyanı ekranından okunuyordu:


“GEÇİCİ OLARAK HİZMET VEREMEMEKTEYİZ”