“Gözlerimdeki yaş kalbime değmezse, ruhumdaki firar yollara dökülmezse, içimdeki telaş bana bir şeyler söyletmezse ben olabilir miydim?” diye soruyor kendine, kendini arayan bir yolcu. “Hayattaki en büyük çıkmazların sonunda, her zaman ‘gerçek kendimize’ çıkarız.” diye düşünüyor kendi yolculuğundaki başka bir yolcu da.


Daha gözlerini açamazken geldiği dünyanın karanlığı ürkütür insanı, verdiği ilk tepki ağlamak olur karanlığın bilinmezliğine. Geldiği dünyaya karşı savunmasızdır henüz, içerideki güvenli ortamı terk etmek tehlikelidir onun için. Fakat bilmez ki asıl hayat yolculuğu o güvenli sandığı yeri terk ettiğinde başlayacak ve gözleri açılmaya başladığında öğrenecek ki dışarısı değil karanlık olan, görebilme yetisinin olmadığı o içerisi. İşte insanın gerçek hayatı da böyle başlıyor, güvenli sandığı yerleri terk edebilme cesareti gösterdiğinde ve zihnindeki karanlıktan kurtulup gözlerini açarak baktığında aydınlığa kavuşuyor dünya.


Ne gariptir ki hayat denen yolculuğa ilk ağlayarak başlıyoruz. Bu, hayat boyu geçireceğimiz zorlu sürecin/mücadelenin öngörüsüne karşı bir tepki mi yoksa güvenli alanı terk edişin verdiği korkuya tepkimizin ilk örneği mi... bilinmez. Fakat görünen o ki ağlamak, canlının canlılığa dair bir ilk tepkisi. Yani gayet doğal, içgüdüsel bir tepki. O halde diyebiliriz ki ağlamaktan korkmamalı, ağlamaktan çekinmemeli; ne zaman ağlamak isteği gelirse içimize, bilelim ki yeni bir yolculuğa doğuyor zihnimiz.


Çok defa ‘yolculuk’ sözcüğünü kullandım, peki nedir bu yolculuk? Yolculuk, hayatın ta kendisidir. Nasıl ki bir şeyler yapmak için rotanızı belirler ve yola çıkarsınız, hayatta da bir şeyler yapmak için yoldasınızdır. Tek fark, belli bir rotanın olmayışı ve yolculuğun ne kadar süreceğinin belirsiz oluşu. Fakat bu yolculuğun en önemli özelliği bir sebebinin olması. Yani, gözümüzü açtığımız anda başlayan hayatta ‘görmemiz gereken’ bir şeyler olduğu... Hatta daha en başında göreceğimiz ilk şey, aydınlıkla karşılaştığımızda karanlığın gerçekten ne olduğu. Karanlığın, görmeye başlamadan önceki süreç olduğu. O halde soruyorum: Zihnimizdeki karanlık henüz gerçekten gözümüzü açıp aydınlığı göremediğimizden mi yoksa henüz hayat denen yolculuğa gerçek manada çıkamadığımızdan mı? Belki de önce, ‘karanlık ve aydınlık’ diye tanımladığımız şeylere bakmamız gerekir cevabı bulabilmek için.


Gecedir karanlık, gündüzdür aydınlık. Karanlık, hüzündür gecede; aydınlık, ümittir gündüzde. Gece, savunmasızdır göğün zifiriliğinde, tıpkı insanın dünyaya ilk gelişinde olduğu gibi; gündüz ise hayat bulur güneşin aydınlattığı yolda, tıpkı insanın görmeye başladığında çıktığı yol gibi. Fakat gece direniyor karanlığa ve gündüz umut veriyor göğe ışığıyla. Yani öyle ki her karanlığın sonunda bir aydınlık, her aydınlığın sonunda bir karanlık var muhakkak. İşte cevap burada beliriyor. Ne gece ne de gündüz sonsuzdur kendi içinde, ne karanlık kalıcıdır ne de gündüz. Ne hep ağlamak vardır hayatta ne de hep gülmek. Çünkü gecenin sonsuz sürmediği gibi savunmasızlığımız da sonsuz sürmez hayatta ve gecenin gündüzü takip ettiği döngüde basar karanlık içimizi. Fakat bu ikisi de sürmeli yaşamın döngüsü içinde; gece olmalı aydınlığa kavuşabilmek için, gündüz olmalı yolu bulabilmek için.


Demem o ki karanlık ve aydınlık, hayat denen yolculuğun içinde bize yol gösteren iki unsur. Biri kabuğumuzdan çıktığımızda içinde bulunduğumuz ilk şey, diğeri gözlerimizi açtığımızda gördüğümüz ilk şey. Yani biri başlangıç, diğeri ilk adım. Tıpkı bir kelebeğin henüz tırtıl iken içinde yaşadığı kozadan/kabuktan -o karanlıktan- çıkıp kanatlarına -aydınlığa- kavuşması gibi. Öyleyse önce o kabuğa girmeli insan, önce bir karanlıktan geçmeli ki savunmasızlığı karşısında kabuğu kıracak gücü keşfetmeli. Sonra, yükselen ışığı görebilmeli gökte, artık yaşama adım atmalı gören gözleriyle. Tüm gücüyle kabuğu kırıp kanatlarının yanacağını bildiği halde güneşe kanat çırpmalı.


“Dünyanın sonu,” dedi tırtıl. “Bu iyi bir başlangıç,” diye yanıt verdi kelebek. Son değildi kabuktaki karanlık fakat yeni bir başlangıcın oluşumuydu. İşte o yolcunun dediği gibi: “Hayattaki en büyük çıkmazların sonunda, her zaman ‘gerçek kendimize’ çıkarız.” Ne zaman ki bir karanlık çöker üstümüze, o zaman yeni bir yolculuğun ışığı yükselir hayatta. İşte o zaman kabuğumuzu kırar ve gerçek kendimize, kanatlarımıza kavuşuruz. Yeter ki karanlığın gücünden faydalanalım.


Peki ne kadar süreceği belli olmayan bu hayat yolculuğunda sen nasıl bir yolcusun? Kendi karanlığının verdiği güvene mi sığınıyorsun yoksa aydınlığa kavuşmak için ondan güç mü alıyorsun? Yani henüz hâlâ başında mısın hayatın yoksa ilk adımlarını attın mı yola? Kanatlarının yanacağını bildiğin halde uçarken güneşe, kabuğunu kırarken keşfettiğin o son gücü sergiliyorsun oysaki. Öyleyse tadını çıkar uçmanın; bir kere kanatlarını keşfeden, yanmaktan da kurtarır kendini çünkü…