Odamı inleten matkap sesleriyle uyandığım bir sabah, kahve suyunu koyar koymaz elime kağıt kalem aldım. Kafam kazan gibiydi. Evi yokladım, matkap sesi gelmiyordu. Beni uyandıranın ne olduğunu düşündüm tekrar. Mutfak masasına oturdum, sanırım rastgele olmayan ama oldukça dağınık birkaç cümle yazdım, sonuncuya takıldı kafam. 


"Ne ölçüde becerikli ve akıllı olduğumun hiçbir önemi yokmuş, bunu onların istediği şekilde kanıtlamam gerekiyormuş." 


Başkasının anladığı kadar var olmak... Nefret ediyordum. Bu cümleyi bir yerde duysam çok yüksek ihtimalle katılırdım fakat bizzat üzerime hangi ara sindirdiğimi merak ettim. Kendime yapıştırdığım "kanıtlayamamış" etiketinin sorumlusu ben miydim?


Bugüne kadar hep anlatırken baktığım gözlerin aslında bana bakmadığını düşündüm. Bu da beni hep uzaklaştırdı. Sustukça insanlara boşlukları doldurma alanı yarattım, doldurdular. Bana bakmayan gözlerinde artık o kişi oldum. Rahatsızdım.


Anlatmalıydım. Anlamıyordu. Ah. Anla/t. Anlatmak için anlamak mı gerekiyordu? Ben miydim esas anlamayan? Bu döngü beni yorduğunda hep daha da çekiyordum kendimi. Fazla sancılı durumu olabildiğince yüzeyselleştiriyordum. Eh, iyi beceriyordum bunu. Öğrenmiştim, insanlar alt yazıları okumayı sevmiyordu, ben de kanıtlayamamıştım kendimi. Gerisinin sahiden hiçbir önemi yoktu.


Kahve demlenmişti, matkap sesi de muhtemelen hiç var olmamıştı. Salondaki koltuğuma geçtim, eğreti bir şekilde oturup kitabımı açtım ve okumaya koyuldum: "Kim bilir, belki bu duyguların zaten aslı yoktu; kitaplardan kapma, yapmacık duygulardı..."