İDEAL OLAN KAPİTALİZM (?)


İnsan organizmasının doğasına en uygun toplumsal sistemin kapitalizm olduğunu düşünmek ne derece ve hangi somut kanıtlarla yanlışlanabilir?




Bir gün önünde sonunda kendi kendini içten içe kemiren, kendi sonuna kendisinin sebep olacağı hayali ile insan organizmasının bencilliğini, ego, iktidar gibi her bir zerresine işleyen kavramları göz ardı ederek hayatta kalma çabası sebebiyle çevresine verdiği reflekslerin yıkıcılığını hesaba katmadan kapitalizmin biteceğine inanmak; öylece masum, bir o kadar da dogmatik bir düşünceden başka bir şey olamaz.




Buradaki masum ve dogmatik düşünce önermesi keskin bir iddia olmanın aksine, insanın kendini kabullenemeyip irrasyonel olma zorunluluğuna itilmesinin vurgusudur.




İnsanların çoğu, çoğu zaman farkında olmaksızın, tembellik etme ve konfor arzusu ile evinde, işyerinde, sosyal hayatta ve her yerde; böylesi bir rekabet ortamının, kuralları belirlemede bile güçlü olmanın (iktidarın) ehemmiyeti, yine güçlü kalmayı devam ettirmenin kaçınılmaz olarak gereksinim duyduğu şartlar altındaki bir kaosun, bir savaş ortamının yarattığı stresi yok etmek ister. Her koşulun, her çevrenin istediğimiz gibi olması ile korkularımızdan uzaklaşmamız en öncelikli arzularımızdandır.




Rekabet olan yerde aktörlerin her an tetikte ve diri olması beklenir.




Modern akımların insan üzerindeki etkisi ile günümüz dünyasındaki insanın en büyük yanılgısı: Sanki insanın mütemadiyen doğa için, kendi ve öteki türleri için rasyonel eylemleri tercih etmeye meyilli olduğuna, refleks olarak ben merkezli kendi çıkarları doğrultusunda oluşturduğu etik kurallarının mutlak fayda sağlayacağını düşünmesi ve bu fayda ile bütünü kuşatacağına inanmasıdır. Rekabetin ve kaçınılmaz yarışın olduğu bu şartlar altındaki insanın elbette bu ortamdaki stresi yok ederek kendisinin huzur içinde, sorunsuzca hayatını sürdürmek istemesi son derece mantıklı ve doğaldır.




Yüzbinlerce yıl süregelen, bütün canlılığı kuşatan orman kanunları ile kendini doğaya uyarlayan insanın son bir kaç binyıldır yerleşik hayat, yazı, matematik gibi çeşitli faktörlerin etkisiyle beyninde açılan katmanlarla sürekli ileriye doğru , pozitife doğru evrilmesi bile; düşünce ve tahayyül ile güdü, iktidar ve haz gibi unsurların ilişkisini faydalı olacak bir biçimde birbirine senkronize edememiştir. (Nitekim hırslarımız, ihtiraslarımız ve şehvetimiz doğal bir güdü olmasına rağmen daima bize birer engeldir.)




Bu demektir ki eski çağlarda olduğu gibi ancak kendi ve gördüğü çevresinden algılayabildiği ve alabildiği bilgiyle kendisi ve kendisinden ötekini yorumlayabilen insan: Artık, bedenine ve çevresine aşkındır.




İnsanı, özellikle de toplumu hedef alan teorilerde, bir sisteme oturtulması matematik ve faydacılık açısından nekadar sağlam bir zeminle temellendirilse de, uygulamada sonucun aynı olamadığı görülüyor.




Burada anlaşılacağı üzere karşımıza çıkan kavram, “insanın iradesi"dir.




Akılcılığa dayalı paradigmalar ile ben merkezli refleks olarak bencil eylemlerin birbiriyle çatışması bedenimize, çevremize, bilişsel psikolojimize yaptığı etkinin sonuçları; bizi yine Freud'un "Uygarlık içgüdülerin bastırılması üzerine inşa edilmiştir." cümlesine çıkartıyor.




Yerleşik hayatın başlamasından itibaren binyıllar boyu kazanılan insanlığın toplu yaşama tecrübesi bize birtakım edinimler kazandırarak bu günlere kadar getirmiştir. Makro ölçekte baktığımızda; aristokrasinin yetersizliği ile derebeyliklerin çöküşü, Jakoben'lerin saraya isyanı, imparatorlukların bireyleri kısıtlayan, engelleyen anlayışı ile demokrasi arayışları, Protestanların sefil hayatı kabul etmeyip burjuvaziyi oluşturması gibi olayların; tamamen refleks olarak, kültürel evrimin bir süreci olarak geliştiğini görmekteyiz.




Elbette her bir konu hakkında olacağı gibi bu süreçlerin sonuçlarının insan için olumlu veya olumsuz yönde etkilerini tartışmak faydalı olsa da netice olarak insanın "söz-söylem"den öte kendi hayalinde bir o kadar mantıklı ve faydalı olan ütopyaların yerine, icra ettiği eylemin sebep ve sonuçlarının ne olduğuna bakılması bizi daha sağlıklı bir tahlile götürmesi kuşkusuz olacaktır.




Toplum tarihlerine ve şartlarıyla geçirdiği evrelere baktığımızda tıpkı anakarada yaşayan, büyük dalgaların sürüklemesiyle ailesinden uzaklaşıp çevre adalara savrulan ve orada yaşamaya mecburi devam ederken oradaki otların daha yüksekte olması sebebiyle daha fazla boynunu uzatma gereği duyduğu için boyunları evrilerek anakaradaki ailelerinden daha da uzamasını sağladığı kaplumbağaların geçirdiği biyolojik evrim gibi sebep sonuç ilişkisini görmekteyiz. Buradaki mercek altına alınması gerekilen husus, önermelerle, teorilerle, deneylerle kendi vücud yapılarını bozmadan besinlere ulaşbilme çözümleri aranmasından ziyade kaplumbağaların ancak boyunlarının uzaması ile hayatta kalma yetisini doğal seleksiyonun bir gereği olarak görüp, doğal olan süreçleri izlemektir.

Elbet ki söz konusu 21. yy. insanı ise mevsivlere, sinyallere, türlere, atoma "kısmen" de olsa dolaylı veya doğrudan müdahale edebildiğimiz bilgi birikim ve donanımı ile kaplumbağalara, karşılaştığımız ve sorun veya engel olarak gördüğümüz başka konularda bir çözüm arayışında olmak son derece akla uygun, hatta insanın erdemli olma adına görev ve ödevidir.




"İnsan, bedenine ve çevresine aşkındır" cümlesiyle özetlemeye çalıştığım hususu biraz daha açacak olursak: bilişsel ve bireysel yaşantımızda, toplumda, her an her yerde karşılaştığımız durumları, ulaştığımız bilgi birikimi, kültürel evrimler ve tahayyül gücümüz ile doğadaki yani özellikle biyolojimizdeki ve bilişsel psikolojimizdeki keskin olan kuralları unuturcasına ütopyalar kurabilme becerimize aldanıp, önermelerimizin , teorilerimizin söz konusu durumlar için daha faydalı olmasını umuyoruz ki, ancak böylelikle erdeme ulaşabileceğimizi düşünerek masumca bir sanrıya kapılıyoruz.




Bilgi, birikim ve edinimlerimiz ile hayal dünyamızda oluşturduğumuz ve son derece teoride faydalı olan ürünlerimizi kurgularken yarışın, rekabetin olmadığı, güçlü-güçsüz ayrımı olmadan bireyin ve toplumun konforunu odak noktası yaparak, yine bireyin bu teorilere ve kalıplara uyum sağlaması beklenilmesi veya masumca uyum sağlamasının umut edilmesi; söz konusu insanın hali hazırda evrilerek geldiği biyolojik ve psikolojik vaziyeti, arzu edilen bu uyuma müsaitliği ve sürdürülebilirlilik sorunsallığı ile bakmamız bizi daha da gerçeğe yaklaştıracak yol olacaktır.




Yüzbinlerce yıldır orman kanunlarına kendisini uyarlayarak yaşamış ve hâlen daha küçük bir kısmı törpülenmiş olarak ta olsa bu kanunla yaşamaya devam eden insana, bütün bu birikimlerini terk edip keskin bir viraj almasını beklemek ne derece mümkün olabilir?




İnsanlığın geldigi mevcut biyolojik ve kültürel durumda, doğal reflekslerle gelinen sistemde, yani günümüz kapitalizminde; doğadaki, özellikle insanın insana yaptığı yıkıcılığı ve tehditlerini yok etme umudu ile daha faydalı, daha adil bir yaşam sunmasına inanmak istediğimiz eleştirel yaklaşımlara insanın biyolosi ve psikolojisi ile analiz ettiğimizde ego, iktidar, bencillik, hayatta kalma çabası gibi unsurları mercek altına almamız gerektiğini görüyoruz. Söz konusu insan olduğundan tüm memeli canlılarda bulunduğu gibi insanda da var olan bu kavram ve durumlar ile insanın hali hazırda zaten tam bir orman kanunu canlısı olduğu, hayatta kalma ve konfor gibi arzularının öncelik kendisi, ailesi ve çevresi olduğunu apaçık görmekteyiz. Öncelik ben, ailem çevrem diye başlayarak ırkçılık ve türcülüğe kadar bizi götüren reflekslerimiz bizi kuşatmış haldeyken, tüm insanlığı hatta tüm canlılığı ve tabiatı kuşatacağına inanan insan geçici olarak kendisini kandırmaktan başka bir eylemde bulunamayacaktır.




Bireysel fikir olarak baktığımızda, hatta herkesin hayal ettigi savaşın olmadığı herkesin gereksinimlerini karşılayarak mutlu bir şekilde yaşamını sürdürebildiği bir dünyayı arzulasak ta; yaşamımızı icra sırasında bu bahsettiğim insanda var olan ego, iktidar, hayatta kalma çabası gibi bu insan duyguları, bizi kuşatıcı olacağını düşündüğümüz teorilerimizde hiç bir zaman rasyonel eylem ve sonuçlara götürmeyecektir.




Kim bilir! Belki büyük mutasyonlar ile bilişsel evrimler geçirdikten sonra olabilir. Neden olmasın!




Peki ya nihai amacı konfor ve mutluluk olan insan, iş başa düştüğü anda güçlü olma, hükmetme, yönetimlere el atma, iktidarını kurma gibi güdülerini törpüleyip iş bölümünde gönüllü olarak inşaatları yapabilecek, kömürü yerin ikiyüzelli metre altından çıkaracak, tarlada sürekli ekin ekebilecek mi?




* * *

"İspanyollar ve Portekizliler Brezilya'ya girdiler. Her ikisi de yerlilerden topraklarını istiyorlardı. İspanyollar silahları ile girdiler ve yerliler hepsini öldürdü, çünkü kaybedecek bir şeyleri yoktu. Portekizliler ise taraklarla, makaslarla, hediyelerle girdiler. Yerlilere onlarda olmayan ve kaybedecekleri şeyler verdiler. Yerliler onlarla istekli olarak işbirliği yaptı ve hala Brezilya'da Portekizce konuşulur"

* * *




İnsan olarak, ihtiyaçlar hiriyarşine göre herşeye sahip ve iktidar olma arzusu içinde olup kurumlara, toplumlara ideolojilere iktidarı sağladıktan sonra bir okadar zor olan devamlılığını sağlamak son derece önemli olacaktır. Yakın geçmişimizde kilisenin sağladığı skolastik düşünce sistemi toplumların inanç ve vicdanlarını sömürmüş, sanayi devrimi ile şehirleşme başlayan zamanlarda inanç sömürüsü halen devam etse de ekseriyetle yerini modern insanın ihtiraslarını, emeğini, bedenini, şehvet güdülüleri sömürmesi gibi benzerleriyle çoğaltabileceğimiz bir listeye bırakmıştır.










Üretim araçlarına sahip ve yönetimleri ellerinde bulunduran iktidar grupları yönetilen halkları, kurumları, doğal olarak kendi iktidarlarının işleyişinin istikrarı için geliştirdiği polikalar ile sürekli, özellikle de proloterya'yı rölantide tutmasını gerektiğini bilmektedir. Burada önemli olan nokta, iktidarın, insandaki iktidar olma güdülerini tatmin edip ne kadar yönetime dahil olup olmamayı belirlemesi ve ayarlayabilmesidir.

Bu husus yöneten iktidarlar için yönetilenler üzerinde meşrutiyet kazanma gereksinimi ortaya çıkararak ve toplumun da kendisini yönetime dahil olduğuna inanmasını gerekli kılmıştır ki ancak bu şekilde isyan-savaş tek darbe almadan kazanılır, iktidar tarafından..!




Önemli olan bir diğer husus ise iktidara geçme çabası içinde olan her insan, topluluk ve ideolojiler için bu yer o kadar iyi ve kendisi ve toplumu için faydalı olmayabilir. Bunu bilen iktidar grubu veya tafarlar ise önlem almayı gerekli görmüştür, görecektir. Nitekim binlerce yıl önce Antik Yunan'da bile tartışılan, günümüz dünyasında modern yönetim anlayışı olarak sığındığımız demokrasi'nin toplumlara çok faydasının olmayacağı kanılarının ve yönetimde olacakların, toplum adına karar vericilerin elit kesimden oluşması gibi fikirlerin sınıfsallık yaratmada itici güçleri arasında olmuştur.

böylesi durum ve koşullar yine ego, iktidar, haz ve arzu gibi insan iradesinde etkileyici rol oynayan unsurları hesaba katarak, bu bağlamda ekonomik ve sosyal bir piramitin doğal ve kaçınılmaz olarak oluşmasını gerekli kılmıştır.

Kapitalizmin emeği, duyguları, kadını, çocukları, hayvanları hatta doğal ortamları bile sömürmesini haklı ve vicdani olarak eleştirirken, insanın da kendini uygarlık adı altında güdü ve arzularını kısmen törpülemesine rağmen çevresine, doğaya hatta hemtürlerine kendisinin ve ailesinin var olabilmesinin devamı için hatta kültürünün de devamını sağlayabilmesi için her halükarda kaçınılmaz olan yıkıcılığı gerçeğini görmezden gelip bir hülyaya kapılmadan analiz etmek daha faydalı olacaktır.




Gerçekler acı olsa da; gerçektir.




Diyebilirim ki: Evimin duvarında Che'nin kendi yaptığım karakalem resmi asılıyken, Doğal hukunun üstünlüğüne inanan ve malesef mağarasından-kabilesinden yeni çıkmış insana yerleşik hayat şehirleşme endüstri ve bilim dünyası gibi formlara kendi güdü, haz ve arzularını entegre edememiş ve edebilecek donanımı şuan için bulunmadığı halde uygarlık hevesinde olan insan için; kapitalizm diye adlandırdığımız sistem son derece doğal ve insan için uyumluğuna en yakın olandır.




"Sosyal devlet" anlayışı da kapitalizmin kamuflesi ve zekatıdır.