Bir anda siren sesleri duyduk…


Annem, kardeşim ve ben dışarıya bisiklet sürmeye çıkıyoruz. Yaz ayı olmasına rağmen hava karanlık ve kasvetli. İki katlı, eski bir evdeyiz. Her yerinde yeşil bitkilerin bulunduğu evimizde arkaya doğru uzanan kocaman bir koridor mevcut. Adeta bir trenin içindeyiz, öyle ki arka taraftan gelen sesler evde birilerinin olduğu yanılgısını veriyor. Ben buna yanılgı derken aslında başımıza geleceklerin çoktan başlamış olduğunun fakında bile değilim.


Bir anda kulağı sağır eden siren seslerinin duyulmaya başlanması, kıyametin kopması gibi tezahür edilebilir nitelikteydi. Perdeleri açıp dışarı baktığımızda havada siyah sis bulutları arasında uçan uçakları görmemiz bizi dehşete düşürdü. Derken boşlukta yayılan radyo dalgası niteliğinde bir sesin “Bu bir nükleer saldırıdır, evlerinizden çıkmayın.” nidaları beynimizle oynadı. Her çocuğun başı belaya girdiğinde ağzından çıkan ilk kelime; kardeşim ve benim de ağzımızdan korku ve kaygıyla çıkmıştı: “Anne”. Annem dehşet içindeki gözleriyle bize bakıyor, o da her annenin yaptığı gibi bizi kollarının arasına alıp ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

Arkadan gelen seslerin yaklaşması ve evin sarsılmaya başlamasıyla her şey daha da trajik bir hal almaya başladı.


Ev, şiddetli bir deprem kıvamında hem sarsılıyor hem de Ankara ekspresi gibi hızla ilerliyordu. Bu ancak bilim kurguda görülebilecek bir sahne olmasına rağmen biz ne olduğunu tam anlayamasak da yaşıyorduk işte.


Sesler iyice yaklaştı ve nihayet karşımızda yüzünden orta yaşlarını biraz geçmiş olduğu anlaşılan, sarı ve küt saçlarının uçlarına dalga yapmış, renkli gözlerine mavi kalem çekmiş, kamuflajın içinde bile bakımlı görünen bir kadınla, yüzüne hiç bakmadığım bir adam belirmişti.

Sarsıntılar ve sesler devam ediyor, nükleer saldırı diye yapılan siyah toz bulutunun kokusu hiç hissedilmiyordu. Gelenler, gazdan etkilenip etkilenmediğimize bakarak sağlık kontrolü yapınca bizi kurtarmaya geldiklerini düşünme gafletine düşmekle, kadının “Her yeri ele geçirdik, derhal buradan çıkmanız gerek, artık burası bizim.” demesi arasında geçen zamanı an olarak nitelendirmem bile zor. Aklıma gelen ilk şey “Arabaya binip hemen gidelim buradan.” demek oldu bizimkilere. Tabii ki kadının bu düşüncemi de yerle bir edip “Eviniz artık bulunduğu konumda değil, sarsıntılar bu yüzdendi ve nerede olduğumuzu ben bile bilmiyorum. Arabanızı bulmanız çok zor.” diyerek gülümsemesi bunun kötü bir kabus olması istencini arttırdı içimde.


Bir anda boyut atlamış olduğumu düşünüp 1943 Nazi Almanya'sında olduğumu düşündüren beynimle kadına “Türkiye'de miyiz? Ve Türk müsünüz?” sorularını sordum. Kadın yine o manidar ve bir o kadar fesat gülümsemeyle sorularıma “Evet.” diyerek yanıt verdi. Ben hala “Nasıl olur?” diye kendimce anlam vermeye çalışırken kadın “Bunu anlamanız zor.” diyerek karşılık verdi.


Ve biz yine de bir umutla arabaya doğru koşarak evden çıktık. Kadının dediği gibi bambaşka bir yerdeydik. Her yer darmaduman, yıkık dökük. İnsanlar duruma çoktan adapte olmuş gibi görünse de hayvanlar ortalıkta acı çekerek dolaşıyordu. Bacağı kopmuş, ağzı parçalanmış, her yeri kan revan içinde olan hayvanların durumunu çok sonra anladım. İşgalciler (böyle diyorum çünkü hala ne olduğunu anlayamadığım durumun içinde onlara hitap cümlesi olarak en uygununun bu olduğunu düşünüyorum); insanlara konumlarından çok uzaklarda evlerinden dışarı atmak dışında hiç dokunmuyorlar. Onlar hayvanlara işkence ediyorlar. Bacaklarını kesiyor, dişleri sağlam kalacak şekilde ağızlarını parçalıyor ve daha bilemediğim bir sürü işkence sonrası enjekte ettikleri bir maddeyle insanlara saldırgan hale getirip ortaya salıyorlar. Bu da korkulacak şeyin işgalciler değil hayvanlar olduğunu gün yüzüne çıkarıyor.

Arabayı bulamayınca koşarak eve geri dönüp bisikletlerimizi almaya karar vermiştik. Bu hiç kolay olmamıştı; işkence gören köpekler dişlerini devasa bir şekilde göstere göstere peşimizden koşmuş, değişik bir sürü hayvanın saldırısına uğramıştık. Ne olursa olsun birkaç eşyamız ile bisikletlerimizi alıp çıkacaktık.


Eve girdiğimizde her yer dağıtılmış, arka tarafa doğru bir mutfak kurulmuş, insanlar harap ve bitap şekilde sıraya geçmiş yemek almaya çalışıyordu. Ne kadar zaman geçmişti, neler olmuştu ve bu durum nasıl normal bir seyir almıştı?Herkes hipnoz olmuş gibi dolaşıyordu ortalıkta; göz önünden ayrılmaları yasaktı, tuvalete bile kapı açık ve birinin gözetiminde girmek zorundaydılar. Neler olup bitiyordu bilmiyorum, korku dolu bir boşlukta salınıp duruyorduk sanki.


Bisikletleri alıp hızlıca kaçma girişimindeyken tanıdık bir yüz belirdi, tesadüf bu ya, eski sevgilimin bir arkadaşı yanımıza yaklaşıp bizi güvenli bir yere götürebileceğini söyledi. Şaşkınlık ve korku içinde takıldık peşine. Kimseye görünmeden, etrafta olup bitene dehşet içinde bakarak ve hayvanların acı seslerini duymazlıktan gelerek yol aldıktan sonra, gerçekten herkesin dışarıda olmasına rağmen mutlu ve huzurlu bir ortamda olduklarını anladığımız bir yere geldik. Tanıdık yüzler de vardı burada ve hiçbir şey olmamış gibi doğal, gündelik konuşuyorlardı aralarında. Eski sevgilim; kel kafasından sırım gibi saçlar çıkmış, zayıflıktan yüzü gözü çökmüş, komik bir silüetle karşımdaydı ve sanırım tek gülümsediğim an, o andı. Annesiyle bir şeyler konuştuğumu hatırlıyorum ki oraları detaylandırmaya gerek yok ve de son olarak onu bisikletimin arkasına atıp dolaşmaya çıktığımı. Derken ağzı parçalanmış bir ayının peşimizden koşmaya başlamasıyla mutluluk sandığım şey yine kaybolmuş, yerini korku ve ızdıraba bırakmıştı. O, bisikletten atlayıp kaçmış, ayıyı benim peşimde bırakmıştı.

Sanırım son gelmişti ve tüm yaşamım ağzı parçalanmış bir ayı tarafından sona erdirilecekti. Yine de var gücümle bisikletin pedallarına asıldım. Vücutta patlayan adrenalinin verdiği halüsinatif duyguyla “İyi ki çok fazla antrenman yapmışım.” diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Yine de gücüm tükenmiş, sanki koşmak daha hızlı olacakmış gibi bisikleti atıp koşmaya başlamıştım. Ne kadar süre koştum bilmiyorum; üstünde sarı ve beyaz çiçek desenleriyle baharı anımsatan; yeşil, demirden bir apartman kapısının aralık olarak karşımda belirdiğini fark ettim. Son bir çırpınışla içine kendimi attıktan sonra titreyen bacaklarım, göğüs kafesimde patlamaya hazır ciğerlerim, kan akışımın hızından kulaklarımda oluşan uğultuyla yere yığıldım ve gözyaşlarımda boğularak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım, kurtulmuştum.


Uyandığımda hala ağlıyordum. Saate baktığımda daha yatalı yarım saat olmuştu ve sanki ben yıllardır uyuduğum uzun bir yolculuktan dönmüş gibiydim.


Bu rüya yeni yaşımın ilk bilim kurgusuydu ve kayda değerdi. Neden böyle bir rüya gördüğümü hiç bilmiyorum. Geçen aylarda tekrar izlediğim “Piyanist” mi etkili olmuştu, yoksa dün arkasında “Üçüncü Dünya Savaşı” ibaresini okuduğum “Otomatik Piyano” adlı kitap mı? Ya da birkaç zamandır oynamaya çalıştığım stratejik oyunlar mı beynimin hayal dünyasını başka boyuta çekmişti? Biz en iyisi bu duruma toton açıkta kalmış diyelim, böyle bir karmaşayı basitlikle yüceltelim.