burnunun dibinde bulunuyor oluşu, gözüne uyku girmemesine sebep oluyordu. ona bu kadar yakın olduğunu bilmek kalbinin hızlı çarpmasına yetiyor ve artıyordu bile, varlığının sıcaklığını tüm hücrelerinde hissediyordu sanki. yatakta doğruldu ve kalkıp elini yüzünü yıkamak için tuvalete doğru yöneldi. uyumak için daha fazla direnmemeye karar vermişti, çünkü imkansız olduğunu fark etmişti. onu uyandırmaktan korkarcasına, göz ucuyla kıpırdayıp kıpırdamadığını kontrol ederek, ağır adımlarla mutfağa geçti. gözlerini ovuşturarak kahve yapmaya koyuldu ve suyun kaynamasını beklerken hırkasının yumuşaklığının hissiyle gözlerini kapattı. gün henüz doğmuştu; güneş ışığı, açık kalan perdeden istifade ederek içeriye zühur etmişti. kaynayan suyun sesiyle gözlerini açtı ve kahvesini doldurdu. onu, görüş alanıyla kavuşturacak bir biçimde sandalyesine kuruldu. bir yandan avuçları arasına aldığı fincanıyla üşümüş ellerini ısıtırken, öbür yandan kalbini ısıtan bu manzarayı büyük bir zevkle izlemeye koyuldu. yüzünün her bir santimini bir daha göremeyecekmişçesine inceliyordu. sanki içine doğmuştu.

her bir kıvrımını ezberlemek istercesine, büyük bir incelikle seyrediyordu. uzun uzun baktığı şey, içini memnuniyetle dolduruyordu. kalbinde büyüyen bu sevgiye anlam veremiyordu, adeta kendini tanıyamıyordu. hiçbir sebep yokken onu böylesine çeken neydi, çözemiyordu. tüm saflığı ve masumiyetiyle, bütün benliğiyle sevmişti. onun ufacık bir gülümsemesi, belli belirsiz kıvrılan dudaklarını görmek bile ona öyle bir tatminiyet veriyordu ki bu kadarı bencillik olmalıydı. eğildi ve sancıyan ruhuna seslendi: “durmuş bekliyorsun bir kapının eşiğinde, üzerine basıp geçtiğinin farkında bile olmayan vandal bir yürek için hem de!”

izlemeye devam etti, kafasını çevirmeden ve göz yaşlarını silerek; ta ki yatakta yatan adam gözlerinin önünde bir yabancıya dönüşene dek.