Kapılar...
Kapılardı bizi birbirimizden ayıran. Onu çok seviyorum ama onunla bir geleceğim olduğunu artık sanmıyorum. Âşık bir kadın olarak yerimde sayıp onu beklemem ve ona kendi istediğim özellikleri yüklemem çok acınası.
Arkadaşlarım, sevdiğim insanlar bu durumu acınası bulmuyor ve benim daha iyisini hak ettiğimi, eğer onu gerçekten istiyorsam bunun için çaba harcamamın yeterli olduğunu düşünüyorlar.
Ama o kapılar olmasa ve biz birbirimizde aradığımız şeyleri hayallerde değil deneyimlerle bulsak daha iyi olmaz mıydı? Olmuyordu. Onu tamamen kaybettim.
Kendi ellerimle, vesveselerimle ve korkularımla onu kaybettim. Belki de başkasına kaptırdım. Bilmiyorum. Belkiler ve belirsizliklerde hep bocalarım.
Geçen gün bu aşkı beklememin bende yarattığı tuhaflığı ve hissizliği düşünürken iş yerimde her zaman olduğundan daha fazla çaresiz ve mutsuz hissediyordum. Yapmacık tavırlara ve zoraki gülümsemelere tahammül edemiyordum. Ben de somurttum. Nedeni yokken. Aslında nedeni yaşamın beni üzmesi, yıpratması, yormasıydı. Elisabeth Bennet kadar kendi içimdeki fırtınayı bastıramıyordum. Konu güçlü olup olmamak değil. Konu duygularınla baş etmek. O karanlıktan kurtulmak.
Ve bana göre hata olan bir şey yaptım. İnstagramdan hiç tanımadığım biriyle buluştum. Ki o sabah uzun zamandır birini öpmediğimle yüzleşmiştim. Her şey bir anlık boşlukta karar verilince sağlıklı olmadı elbette.
Mert adındaki benden altı yaş küçük zübbe beni bekletti. Onu beklerken ya kandırılıyorsam korkusu içimi sardı. Aynı zamanda sahilde otururken denizi ne kadar zamandır görmediğimi fark ettim. Hiç flört edesim yoktu. Bir kere oraya gitmiştim. Geri dönmeye niyetim yoktu. Mert geldi ve buldu beni. Havalı, kendini beğenmiş genç bir adam. Yarı İtalyan’mış. Kadınların peşinde koşan, günübirlik ilişki arayan biri olduğunu başından biliyordum. Ona mesajda sadece yemek yiyebileceğimizi söylemiştim. Tek ihtiyacım biriyle yemek yemek ve düşünmemekti. Rastgele bir yerde pizza ve şarap siparişi verdik. Şaraplardan anlıyordu ve bunu uzun uzun anlattı. Sanırım havalı görünmek istiyordu. Aslında öyleydi. İnsanlar kendini belli etmek için fazla efor sarf edebilir ama bunu gösteriş çizgisinden geçirince irrite haline dönüştürmemeli. Gülüp geçtiğim birçok tavrı oldu. Onu bir daha görmek istemeyeceğimi biliyordum. Ne de olsa iki haftaya İtalya’ya dönüyordu. Ne bekleyebilirdim ki? Hem de onun gibi birinden.
Ben zaten kapıları üzerime kilitlemiş beklerken başkasını içeri alamazdım. Bir bakıma karşılıklı bir etkileşimdi. Nihayetinde şarap da pizza da bitince evime dönmek istedim. Ama o yalnız kalmak istemiyordu. Beni duruğa kadar bırakmaya karar verdi. Sonra benim evime gelmek istedi. Israrla gelmek isteyince reddettim. Her defasında nerelere gitmek isteyecekse uyardım onu. Gittikçe onun zübbelik mekanlarından uzaklaştık. Yine de benimle geldi. Evime beş dakikalık mesafede onu bırakmaya karar verdim. Başka bir güne almak istedim buluşmayı.
“Şimdi beni tek başıma bırakamazsın! Buraya kadar getirdin beni en azından lavaboyu kullanmama izin ver!”
Oraya kadar gelmesinin nedenini benim onu istememe yordu ve onu bırakmamın ne kadar kötü bir davranış olduğunu bana yutturmaya çalıştı. Ben bunu yer miyim? Yemem! Manipülatör erkekler bende travma halindeydi. Tanıyordum onları. Kendilerinin vazgeçilmez olduğunu sanmaları ve karşısındakine bunu inandırmaya alışkın varlıklar.
“Eğer evine gelmezsem benden bir şey sakladığını düşüneceğim. Buradan çekip gideceğim ve beni asla göremeyeceksin!”
Öyle mi? Peki. Seni görmem için bir sebep yok zaten. Arkamı dönüp gittim ve ondan kurtulduğum için rahatladım.
İtiraf etmeliyim palavra olduğunu bile bile bana olan ilgisi, dokunuşu iyi gelmişti. İki saat de olsa bana yetmişti. Zaten fazlası da ciddi zarar.
Onun dışında kimseden uzun süreli bir ilgi ve gözlerdeki pırıltıyı istemiyordum. Kabul edilemezdi.
ANTALYA
18 OCAK 25