“Her gün beyaz olan kızdığında, geçirecek dişlerini boynuna. Kozasında tırtılın yahut kurbağa yavrusunda… Güneş gece doğduğunda, sen de susayacaksın.”
“Çok karanlıktı lordum, göremedim. Kocaman bir gölge, simsiyah… Bir at kadar hızlıydı, kedi kadar çevik. Tırnakları upuzun sonra boynuzları… Kıpkırmızıydı gözleri. İnanın bana, üç insan büyüklüğündeydi. Bir çırpıda ambarı yıktı. Bütün kışı geçirecek yemeğimiz oradaydı lordum. Ne yaparız biz şimdi? Hem… Hem köyün kahinini aldı giderken. Kim söyleyecek şimdi bize nasıl yaşayacağımızı? Kim haber verecek amansız yağmurları, hasat zamanını? Bittik biz lordum. Ne olur… Ne olur yardım edin bizlere…”
Gözleri ayçiçeği gibi açılmış bakıyordu bunları söylerken. Tanımlamaları daha önce duyduklarıma uyuyordu. O olmalıydı.
“Köpekler havlamamış mı hiç?”
“Yok beyim, hepsi kaçışmışlar kuytulara.”
“Peki ya kargalar? Bugüne dek kargaların haber vermediği hiçbir canlı dolanmamıştır bu topraklarda. Onları da mı işitmediniz?”
“Ne kargası beyim! Köyde yangın ve sefalet dışında bir şey kalmadı. Hepsi sustu namussuzların. Her gece uyutmayan melunlar, o gece ıslık bile çalmadılar.”
Emindim artık. O, buradan geçmişti. Yine yakarak, yıkarak ve ardında sonsuz acılar bırakarak. Köyün en bilginini, kahini alır giderdi. Son bir şey… Emin olmalıyım.
“O gelmeden birkaç gün önce köyünüze sarı pelerinli bir kadın geldi mi?”
“Evet lordum, geldi. Gözlerinden ışıklar saçan, yüreği tertemiz, kutsal bir kadındı. Köydeki bütün hastaları iyileştirdi. Bize toprağı işlerken işimize yarayacak yeni şeyler öğretti. İlaçlar yapıp bıraktı. Sürekli kahinin yanındaydı. Onunla kaldı, mağaralara gidip uzun zamanlar gelmediler. O kadının bu işle alakası mı var?”
“Kahininiz, onda bir değişim oldu mu kadın geldikten sonra?”
“Günden güne suskunlaştı. O gittikten sonra da mağarasından çıkmaz oldu. Bir şeyler sayıklayıp duruyordu sürekli, yanına gidip ne olduğunu anlamaya çalıştığımız sırada duyduk. Dur bakayım, nasıldı?
“Seslere doğru gider kaderin. Kaç…’ Şeydi, şeydi…
“Seslere giderken kaderin, kaçsan neye yarar, yoldasın artık.”
“Böyle sayıklıyordu, durmadan gülüyordu. Çok korkunçtu lordum. Biz de felaket olacak zannettik, hazırlık yapıyorduk. Ambarlara doldurduk işte neyimiz varsa… Sonra…”
Yine yetişemedim! Bu kaçıncı artık! Yıllardır, on yıllardır bitmeyen bir avın içerisinde kendimi unuttum. Evimi, dostlarımı, huzuru… Ah! Sesler… Kutsal ağaç adına! Yine oluyor.
“Her gün beyaz olan kızdığında, geçirecek dişlerini boynuna. Kozasında tırtılın yahut kurbağa yavrusunda… Güneş gece doğduğunda, sen de susayacaksın.”
Bir anda etraf kararıp sallanmaya başlıyor. Ve sonra bu ses… Köyümden ayrıldığım andan beri, sanki oradan ayrılmamın cezasıymışçasına bu ses yankılanıyor zihnimde. Bu kahin de aynı şeyleri sayıklıyor. Yoksa bir işaret mi bu? Sanırım artık köyüme dönme vaktim geldi.
Bıraktığım gibi bulamayacağımı adım gibi biliyordum. Kaç yıl olmuştu buradan çıkıp gideli? Bu canavar ilk kez bizim köyümüzde ortaya çıkıp, köyün kahinini, annemi götürdüğünde bir yemin etmiştim. Ne pahasına olursa olsun onu yakalayacaktım. O gün çıktım buradan. Yolda geçirdiğim yıllarda krallığa hizmet ettim, hem de kendi yolumdan sapmadan. Bu yol beni bir Lord yaptı, bir kale verdi. Hiç gitmediğim, yerini bile bilmediğim bir kale. Ülkedeki kimse gerçek adımı bilmiyor. Ben de hatırlamıyorum artık. Ben, yıllardır Kara Avcıyım. Tüm ülke beni öyle bilir. Şimdi doğduğum, büyüdüğüm, beni ben yapan bu yere döndüğümde, birileri gerçek ismimi hatırlatır diye ümit ediyordum.
Köyün meydanında belirdiğim ilk anda beni gören çocuklar etrafa saçıldılar. Bir süre sonra etrafta bir şölen havası baş gösterdi. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Bizim çocuğumuz, evladımız döndü diye bağıracaklardı etrafta. Adımı haykıracaklardı… Öyle olmadı. Kara Avcı köyümüze geldi. Bize artık kimse dokunamaz diye şenlenmişti ortalık. Bu durumda gerçek kimliğimi açığa çıkarmaktan vazgeçtim. Bazı yeminler insanın geçmişini yok eder. O andan itibaren içimdeki son ışık da ölmüş oldu. Artık tüm benliğimle Kara Avcıydım.
Eski evimin yanından geçtim, kahinin yanına giderken. Görevimi yapıp, canavarın buraya uğrayıp uğramadığını öğrenmem gerekiyordu. Bir süre durup evi izledim. Bir anıt gibi duruyordu öylece, benim kutsal harabem.
Ah! Yine aynı ses… Dizlerimin üzerine düştüm. Kafamı ellerimle sıkıştırdım var gücümle. Patlamasın diye. Çünkü ses, kafamı delip dışarıya çıkmaya çalışıyordu sanki. Ellerimi kafamdan çekip yere sapladım. Düşmemek için. Düşemem. Bu insanlara bu kadar ümit olmuşken düşmek gibi bir lüksüm yok. Yavaşça ayağa kalkıp üzerimdeki sersemliği atmaya çalıştım.
“Uzun süredir yürüyorum ve açım. Biraz da hasta… Merak etmeyin, korkulacak bir şe y yok. Kahine ulaştığımda kendimi daha iyi hissedeceğim…” diyerek sakinleştirdim etraftakileri.
Mağaranın ağzından yavaşça içeri girdim. Kahin beni gördüğünde iki adım geriye çıkıp ellerini bana doğru uzattı. Korku içerisinde ve ona bir adım dahi yaklaşmamamı arzulayarak.
“Senin kanın! Sen! Sonunda döndün evlat!” dedikten sonra korkusu bir anda yerini sakinliğe bıraktı. Sanki içeriye kocaman bir ejderha girmişti ve ardından bir anka kuşuna dönüşmüştü.
“Senin kanın. Sen kutsal olanlardansın. Bu kafatasını sen taşımalısın. Bu köyün kanı sensin.” diyerek boynunda asılı olan, onun kahin olduğunu gösteren kafataslarıyla oluşmuş kolyeyi bana uzattı. Annemle ilgisi olmalıydı bunların.
“Kolyeyi istemiyorum. Kanımın da kutsal olduğu falan yok. Neden burada olduğumu biliyorsun. Onu arıyorum. Sarı pelerinli bir kadın geldi mi buraya yakın zamanlarda?”
“Sarı pelerinli kadın bizlere gelmez. Sarı pelerinli kadın yıllardır aradığının peşindedir. Bitmek tükenmek bilmeyen aşkı, bitmek tükenmek bilmeyen yıkımlara yol açar. Aşk yıkıma yol açar Lordum. Senin de yıllardır yaptığın gibi. Anneniz burada. Bu gece güneş doğacak. Asrın en büyük kahini, güneşi selamlayacak bizim için. Seslere giderken kaderin, kaçsan neye yarar, yoldasın artık. Biri gidecek, bereket gelecek. Sonsuz bereket lordum! Sonsuz bereket! Bu gece her şeyin başlangıcı, her şeyin sonu olacak. Bu gece o doyacak, başkası susayacak…”
Annem mi? Burada mı? Sarı pelerinli kadın da burada? Annem öldü! Canavar kaçırdı onu!
Kahin, yeşil bir dumana dönüşüp mağaradan dışarıya çıktı. Onu takip etmem gerektiğini anlamıştım. Söyledikleri kafamda yankılanan seslere ne kadar da benziyordu. Birkaç patika tırmanıp dağın eteğinde bir yere geldik. Dağ, içeriye doğru oyulmuş, taşlardan kocaman bir sunak yapılmıştı. On, belki on iki insan boyunda. Önünde iki tane sütun vardı ve sütunların arasından geçecek şekilde, ucu şu an bulunduğum yere, sonuysa duvara giden taş bir yol. Duvarın üzerinde dilini bilmediğim kocaman yazılar vardı ve önünde sarı pelerinli bir kadın. Kadın, duvarla arasında yanan yeşil ateş ile bir şeyler yapıyordu. Bembeyaz ay yavaşça kızarmaya başlamıştı.
“Güneş gece doğduğunda…”
Ayaklarım benden bağımsız bir şekilde kadına doğru hareket ediyordu. Kılıcıma sarılmak, tüm bu yıkıma sebep olan kadından intikamımı almak istiyordum. Ancak küçük bir çocuk gibi ağlamaktan başka bir şey gelmiyordu elimden. İçimde git gide yükselen bir ateş, bedenime sığmayan bir güç uyanıyordu. Her an biraz daha net görüyordum etrafımı. Her geçen an güçlendiğimi hissediyordum. Sanki… Sanki susuyordum!
“Hoş geldin oğlum. Uzun zaman oldu. Sen beni aradın yıllarca, ben doğru zamanı. Yaklaş… Yaklaş da göreyim ne kadar büyümüşsün…”
“Ama sen… Sen hala hatırladığım gibisin… Anne! Anne! Hayır, hayır. Sen… Sen bir canavarsın. Senin o canavarla bir bağlantın var. Senin gittiğin köylere saldırıyordu o. Kahinleri öldürüyordu. Anlamayacağımı mı sandın ha! Benim annem bu cani olamaz. Sen benim annem falan değilsin! Annem gibi görünen, lanetli bir cadısın sen. Yaşlanmayan, etrafına yıkım getiren lanetli bir cadı!”
“Gel biricik oğlum. Ben senin annenim. Seni koruyup kollamaktan bir an olsun vazgeçmemiş, senin için, sana yardım edebilmek için karanlığı yenmiş annen. Sana her şeyi anlatacağım. Sana unuttuğun her şeyi hatırlatacağım. Sabret ve bana güven. Bak… En sevdiğin oyuncağın… Yıllardır seni kurtaracağım günü kovalarken yanımda taşıdım. Dinle beni.”
“Beni kurtarmak mı? Oyuncak…”
Bir anda huzurlu bir hava esmeye başladı. İçimdeki sonsuz öfke, dışarı çıkmaya çalışan güç biraz olsun hafifledi. Annem olduğunu iddia eden bu cadı ne yaptıysa bana iyi gelmişti. Beni kılıcımı çekmekten alıkoyan büyü hala bedenimde dolanıyordu. Dinlemekten başka şansım yoktu. Sanırım bir sonraki kurban bendim. Avcı, av olacaktı…
“Neden ha! Neden bunca yıkım! Ne yaptı o insanlar sana! Anlat… Neyi hatırlatacakmışsın bana? Neyden kurtaracakmışsın?... Sen… Sen sahiden annem misin?”
“Kaybolduğum günden bir önceki gece, güneş gece doğuyordu yine. Sen bir öküzü tek elinle yerinden kaldırmış, telef etmiştin. Hem de o ufacık halinle… Doğaya ters giden bir şeyler olduğu belliydi. Seni de yanıma alıp mağaraya gittim hemen. Ne tür bir büyünün sana musallat olduğunu öğrenmek için. İksirleri, büyüleri, kitapları, ayinleri, her birini denedim ne olduğunu anlamak adına… En sonunda kara büyüye başvurmam gerekti. Eğer birinin kaderini öğrenirsen, onun için o kader artık kaçınılmazdır. O büyüyü yapmasaydım belki de şu anki sen olmayacaktı. Gerçeği öğrenmek için geleceğini mühürledim, istemeden. Sen bir canavara dönüşecektin. Ölümsüz, her yere yıkım getiren, dünyanın sonunu getirecek canavara. Sen parşömenlerdeki yıkım kehanetisin oğlum. Senin neye dönüşeceğini öğrendiğim anda, bir sonraki ‘gece güneşine’ kadar bir yol bulmalıydım. Senin yanında kalmazdım. Kendimi geliştirmek, büyük bir büyüyü yapabilecek güce ulaşmak için güçlenmeliydim. Hemen yola koyuldum. Beni canavarın kaçırdığını zannettiler, çünkü sen o sırada köyü darmaduman etmiştin oğlum. İçgüdüsel olarak beni aradın hep. Ben de güçlenmek için yeni öğretiler… Bir süre senin gideceğin köylere senden önce gittim. İnsanlara, senin yaratacağın yıkımdan sonra hayatlarını tekrar düzene koymaları için yeni şeyler öğrettim. Onları iyileştirdim. Umut verdim. Sonra sen gelip her yeri yok ettin. Daha sonra her şeyi halledebilecek bir kara büyü buldum. Bunu yapabilmek için en az senin kadar güçlü bir büyücü olmam gerekiyordu. Bunun içinse maalesef ki kan… Büyük gücün bedeli büyüktür oğlum. Büyü yapabilenlerin kanları, güçle dolu kanlar gerekiyordu. Ondan sonra seni canavar halindeyken buldum. Beni tanıdın, dinledin. Kucağımda uyudun. Her zaman uysal bir çocuktun, en karanlık anlarında bile. Sonra seni köylerin güçlü büyücülerini kaçırman için ikna ettim. Onları kaçırdıktan sonra bana getiriyordun, ben de onların kanını alıyordum. Böylelikle yıllardır benim peşimden köylere gidiyor, bir can alıp yerine umut bırakıyorsun, gerçek haline dönerek. Şimdiyse yavrucuğum, yeterince güçlendim. Kehanetin tamamlanma zamanı geldi.”
Elinde antik bir kılıç taşıyordu. O yeşil sıvının içerisine batırıp üzerime doğru gelmeye başladı. Anlattığı her şey yavaşça zihnimde canlanıyordu. Ben… Ben yıllardır aradığım, savaştığım canavar olabilir miydim sahiden? Yıllardır kuyruğunu kovalayan bir köpek gibi kendi etrafımda mı dönüyordum? İnsan yıllarca savaştığı canavara mı dönüşüyor gerçekten? Hala kıpırdayamıyorum. Vücudum içimi parçalayacak gibi büyüyor. Çığlıklar atıyor, acılar içinde kıvranıyorum. Ancak canavara dönüşmemi engelliyor annem. Sahiden beni kurtaracak bir yol bulmuş demek ki… Dönüşmüyorum, hem de kehanetlerin kafamın içerisinde bağırdığı bu zamanda bile!
Acılarımın hepsini kabullenip gülümsedim annemin ışık saçan yüzüne. Birazdan… Birazdan annem içimdeki bu zehri sökecek ve ona tekrar sarılacağım. Ah annem… Yıllarca senin intikamın için harcadım hayatımı. Senin öldüğünü düşünüp anına huzur vermeye çalışırken seni buldum…
“Anne! Kurtar beni ne olursun. Ne olursun kucağında uyuyayım bir kez daha…”
Pelerin bir anda havaya doğru kalkıp uçmaya başladı. Sonra yavaşça küllere dönüşerek yok oldu. Annem her attığı adımda yerden biraz daha yükseldi. Havada yürüyordu… Üzerindeki kıyafetler yavaşça yok olmaya başladı, tıpkı pelerini gibi... Sarı saçları simsiyah oldu. Havalandılar. Kıpkırmızı gözleri, sivri dişleri, uzun tırnaklarıyla üzerime doğru geliyordu gülerek. Elindeki kılıcı batırdığı yeşil sıvı göz alırcasına parlıyordu, kılıcın üzerinde. İyice yaklaştığı sırada kılıcı göğsüme doğru savurdu. Büyük bir kesik… Yeşil sıvı hızlıca vücuduma yayılmaya başladı. Yavaşça eritiyordu sanki bedenimi. Altından siyah, kaslı ve gittikçe büyüyen bir şey çıkıyordu. İçimdeki güç… Ortaya çıkıyordu. Git gide büyüyor, güçleniyor ve dönüşüyordum.
İnsanların yıllardır korkuyla anlattığı canavara dönüşmüştüm. Sanırım bu lanetli kaderden kurtulabilmem için önce bu yaratığa dönüşmem gerekiyordu ve annem elindeki büyülü silahla bunu yaptı. Şimdi her şeyi bitirecek hamleye gelmiş olmalı sıra.
“Yıllardır gücüme güç katarak ilerliyorum bu sefil dünya içerisinde. Bu karınca sürüsü insanlar, küçücük hayatlarında yavaşça yok oluyorlar. Neden yavaşça yok olsunlar ki! Biz de onlar gibiydik güzel oğlum, hatırlıyor musun? Hiçbir şeyden haberimiz olmadan, küçücük bir köyün içerisinde ölmeyi bekliyorduk. Şimdiyse gücümün sınırına ulaştım. Kanını emmem gereken tek bir kahin kaldı, evrenin en güçlüsü olabilmek ve dünyayı yeniden yaratabilmek için. Sen oğlum. Bir kahinin kanını taşıyan, yaklaşık bir saat sonra ölümsüz olup dünyanın sonunu getirecek olan sen. Seni bu lanetli kaderden kurtarmanın tek yolu, senin yerine geçmek oğlum. Ah! Güzel oğlum. Seni bu lanet kaderle baş başa bırakamazdım ya! Ha-ha! Dünya bu sefil insanların boyunduruğu altında yaşamamalı! Bizler gibi güçlü, her şeye hükmedebilecek canlılar yaratacağım ve dünyayı bu sefil karıncalardan kurtaracağım. Önce seni kurtaracağım oğlum. Ha-ha!
Ay tamamen kırmızı olmuştu. Her gün beyaz olan kızmıştı bugün, burada yaşanan dengesizliğe. Dünya, kendi sonunu yaratmıştı. Bu gece her şeyin başlangıcı, her şeyin sonu olacak…
Dişlerini boynuma geçirdi. Her saniye biraz daha küçüldüm, ta ki insan formuma dönüşene dek. Her an içimden bir şeylerin kopup gittiğini hissettim. Yavaşça yok oluyordum. Küçüldüm… Küçüldüm… Beyaz bir ışık topuna dönüşüp patladım. Annem ise büyüdü… Büyüdü ve siyah bir topa dönüşüp patladı. Karıştık… Benim içimde galaksiler, yıldızlar, gezegenler oluştu. Kalan tüm boşluğuysa annem doldurdu. Yeni hayatlar var etmeye çalıştığım her an, üzerlerine çöktü.
Kaçsan neye yarar, yoldasın artık. Tırtıl kozasını delip güve oldu. Karanlığın içerisinde hayatta kalabilen tek kelebek…
2019