Karşıdan ağır ağır geliyor Karabıyık. Elinde bir şişe, kafasında borsalino şapka ve üstünde janti bir takım elbise. Sakalları kirli ama bıyıkları her zaman ki gibi yerli yerinde. Elindeki meyi bitirip de yere düşünce, koştum tuttum kolundan hafifçe ve sordum: "Niye bu kadar içtin Karabıyık, yine derdin ne?" "Bak şair!" dedi:
"Üzerimde Filistin gömleği, en kan kokan cinsten,
Üzerindeki ABD kravat farksız dar ağacındaki ipten,
Atlarınki gibi gözlüklerim diğer İslam devletlerinden,
Mimiklerimse, gerçek İslam'dan bir haber İran şeriatinden.
Rusya'nın güneyinden topladığım bu ihtişamlı çiçekler,
Meğer çiçek değilmiş, bunlar; katledilen bebekler.
Hangi soykırımdan bahsedeyim, Kırım, Azeri, Çeçen'ler?
Belli hiç ölmediler, o ağlamak için ölüm seçenler.
Fransa'da bir çocuk ağlasa yankısı duyulur ta Çin'de,
İnsanlık yok, hiç de olmadı bu zalimlerin içinde.
Her gün ölen Uygur çocuklarının acısı diriyken içimde,
Dünya'nın gözü hâlâ Kardashian'ın kalça biçiminde.
Ortadoğu Dünya'nın en büyük morgu, bak Suriye, Irak.
Gözden uzak diye sanma Kerkük gönülden de ırak.
İki metrelik çukur olsa da cümle aleme son durak,
Biz çukura başı dik inelim, Dünya'yı onlar yesin bırak.
Bu dediklerimi düşün, biz bunun neresindeyiz? Belki yarın ölenler bizler olabiliriz. Şair, bu Dünya'yı sevgi bile kurtaramayabilir. Kaçınılmaz sonumuz her an gelip bizi bulabilir."