Şehrin ışıkları gökyüzünü siyahtan griye çalmış, tek tük dolaşan martıların çığlıkları, bazı ev ve pencerelerden gökyüzüne uzanan gözleri daldıkları yerlerden uyandırmıştı. Sokağın ortasındaki apartmanın orta kattaki daire sakinleri yola bakan balkonlarına misafirleriyle birlikte oturmuş; iki apartman arasındaki taşlık yol, evden taşan sarı ışıklarla aydınlanmıştı. Uzun ve geniş balkona açılan kapının ardından mutfak gözüküyor, evin kadını ve kızları karpuz kesip kuruyemişleri tabaklayarak dışarıdaki misafirlere var güçleriyle yetiştirmeye çalışıyorlardı. Balkonda ise ortamın ve gecenin ilerleyen saatlerinin getirdiği mayhoşlukla sürahiler elden ele geziyor, tokuşturulan kadehlerin sesleri sokaktan geçen insanların üzerinde iştah uyandırıyordu.  


Akşamdan süregelen bu koyu muhabbet eşliğinde zaman hayli geç bir vakte tekabül etti ve ertesi sabah işe gidilecek olduğu beyler tarafından hanımlara iletildi. Tavırlarından misafir ailenin babası olduğu anlaşılan adam, bir kenarda uyuyakalmış olan kızını nazikçe kucakladı ve evin babasına teşekkürlerini iletip taşlık yol üzerindeki arabasına doğru ilerledi. Bunun üzerine hane halkı da üstlerine birer hırka alıp misafirleri geçirmek için kapıdan çıkmışlar, ilk buldukları terlikleri ayaklarına geçirmişlerdi. Tam da o an, misafir ailenin babası, çocuğunu arka koltuğa yatırmak için kapıyı açmışken küçük kız gözlerini araladı ve karşı evdeki bir silüeti gösterip ağlamaya başladı. Ev sahibi kadının telaşla çocuğun gözlerini kapatmaya çalıştığı sırada ilgili evin perdeleri de ani bir hareketle çekilmiş, penceredeki silüet kendisini tül perdenin arkasındaki karaltıya dönüştürmüştü. 


Komşularının aksine karaltının evi sardunyasız ve ortancasız -fesleğen bile yoktu- bir balkondu, o balkonun içinde de üstüne nadiren asılıp toplanması unutulan sabahlıkların serili olduğu küflenmiş bir çamaşır kurutmalığı vardı. Evin onar metrekarelik ön ve yan bahçelerini ise ayrık otlarıyla beraber domuz dikenleri basmış, boy boy kuru otlar içindeki ev bütün bu yaşamsızlık ve yaşanmazlığıyla sokağın orta yerinde bir sicim gibi kalakalmıştı.


Karaltıyı karaltı yapan, birçok mahalle günlerinde adını kocakarı hikayelerinde geçiren neydi, kimse bilemedi. Özünde iyi bir insandır diyerek geçiştirilmeyecek kadar şahsına münhasır kişiliğe sahip bir kadın, bahçesine top atmaya bile korkulan bir huysuza nasıl dönüşmüştü? Aslında gençliğinde birçok ülkeye seyahat etti, televizyon programlarında görülmemiş festivallere katılıp her lokmada yüzüne tebessüm yayan yemeklerden de tattı ama bir kuşun yüksekçe bir yere konup etrafı izlemesindeki özgürlüğü hiçbir zaman kendisinde bulamadı. Belki de bundandı, bir şeyler vardı sanki onunla birlikte gelen; kimi zaman ülkesi oldu bu kimi zaman da en çok unutmak istediği. Unutmak diye düşündü bir gece yatağında dönerken, neleri neleri unutmayacaktı, ne sözlerdi bunlar ve ne yeminler… Hepsi başını koyduğu yastıkla beraber solardı.


Tesisatçı Rüstem geldi bir gün mutfak lavabosunu açmaya; bekleyebilirdi teknede biriken suların anında değil de birkaç dakikada, hafif tıkırtılı seslerle boşalmasını ama kimleri kimleri aramaya gitmeyen elleri bu kez Rüstem’i tuşlamaktan geri kalamamışlardı. Ve en nihayetinde, yıllar yılı portmantonun bir köşesinde bekleyen, kullanılmamışlıktan tozlanan ve tozlanmışlıktan yıkanıp eskimek zorunda bırakılan misafir terlikleri, içinde bir çift ayak görmekten ve görevini en sonunda ifa etmekten olsa gerek, haklı bir gururla göz önünden kaldırılmışlardı.


Pazarcı esnafından özenle seçtiği halde kırarken kılçıklarını bile ayıklamadığı fasulyeleri iki günlük pişirip üçüncü gününde de suyuna ekmek doğradı. Yeterdi bu onun için, yetmeliydi de bir yerde. Yine böyle yemek masasındaki su bardağını elinde kırmanın hayalini kurduğu bir gün “45’imde bitirmeliydim bu işi” diye homurdandı. Yanında onu duyan biri olsa hala geç değil derdi belki, belki gerçekten yanında onu duyan biri olsa o da ona bir yaştan sonra emaneti elden teslim etmenin daha zor olduğunu söylerdi.


Âşık oldu, aşık etti -sevildiğine olan inancı, küçükken gökyüzünde bir uçak gördüğünde birinin onu düşündüğü inancı kadar batıldı, dalga konusu muydu hep birilerinin tutunduğu küçük ihtimaller, hiç bilemedi-. Gururunu ayrılıkla ayaklar altına alan bir kadından sevmeyi, geçmişini bir yumruk köz yapıp bağrına basan bir adamdan ise sadakati öğrendi. Dünyadan bütün alacağını bir çift yeşil göze feda ettiğinden beri -sürekli gelecek aydan harcayan bir tüccar gibi ya da tüm kış köy bakkalına veresiye yazdırıp yazın bütün hasadını ateşe veren bir köylü gibi- insanları affetmek için onların ölmesini beklemedi. 


Bazen bazı aşklardan geriye o zamanlarda okunmuş bir kitapta altı çizilmiş cümleler kalır sadece. Kalbinde biri oturmazken çizilemez o satırlar, her şiir her an okunamaz ve en nihayetinde o aşk akıllardan silinip hiç yaşanmamış gibi yapılsa bile bir gün; o satırlar, o ilan-ı aşklar, sahipleri ölse dahi bir yerlerde yaşamaya devam ederler. Şiirin ya da öykünün yazana değil de okuyana ait olması bundandı, bazen bazı cümleler onu yazandan çok onu okuyana sirayet ederdi. 

 

Kimseye eyvallahı yoktur denen o karaltı için de en zoru, kapıyı çarpıp gidenlere dur diyemezken pencere arkasından onların adımlarını takip etmekti belki de. Giden her zaman yerini hazırlayıp gitse de onun gibiler yüklenirdi hep gidenlerin yükünü. “Kalanların bavulu daha ağırdır” diye bir söz duymuştu ya hani bilgenin birinden, doğruydu.


Gençliğinden erişkinliğine herkesin hayatında bir fon oluşturan karaltı, yine bir gece yarısı yatağında dönerken aniden kalktı ve üstünü giyindi. Önce tül perdenin arkasından bir müddet sokağı izledi, her şey aynıydı, her şeyin aynılığının korkutucu yanına bu sefer kapılmadı. Sonra ise ayağa kalktı ve yıllar önce çok uzaklara giden bir arkadaşından kalan taburenin üstüne çıkıp ayak uçlarında doğruldu. Yüzüne yayılan gülümsemesiyle birbiri ardına takılmış tül perdeleri teker teker yerinden çıkardı.