2000 yaz ayları, Eskişehir…

-Sezeeer! Hadi uyan annem, bak geç kalacaksın.

“Bu ses ile uyumak ne mümkün.” Annem, o kadar çok konuşuyor ki o sivri dili canımı yakmasın diye hiçbir zaman anne beş dakika daha ya diyemedim. Eğer ki annemi tanısaydınız rahatsız olup hiç sevmediğiniz saatlerin zil sesine âşık olur ve ninni gibi dinlerdiniz. Hiç itiraz etmeden kalktım yatağımdan. Elime ve yüzüme vurduğum sulardan sonra, kendime geldim. Tuvalete girdim, saatlerce durabilirdim ama artık ayaklarım karıncalaşmaya başlamıştı. Annem yine söyleniyordu mutfaktan.

-Babası kılıklı girdi mi bir saat çıkmaz! Sezer! İçine mi düştün yavrum he annem, he kuzum!

Saçlarıma yedirdiğim bir avuç jöle sonrası dün gece topuklarına basarak bakkala gittiğim ayakkabılarımı düzeltip evden çıktım. Her yaz olduğu gibi çalışmak için bizim mahallenin terzisi İrfan Abi'nin yanına geldim. “Günaydın usta” diyerek daldım kapıdan içeri.

-Günaydın Sezer! Oğlum bu saçlar ne böyle inek yalamış gibi maşallah. Kime bu süslenmeler?

-Yok be usta, her zamanki halim.

Bir hafta aynı kıyafetle işe gider, saçlarımı yaz boyu hiç taramaz ve kestirmezdim. Sanırım bu yüzden ustam anlamıştı neden süslendiğimi ama ses etmedi. Ustamın “siktir len!” diye bağıran kesme bir bakış ve gülüşünden sonra yerime geçip ütü yapmaya başladım. Gönül için süslenmiştim. Gönül, güzel kadın. Mahallemize yeni taşındılar. Memurun kızı. Ama bir görseniz Gönül’ü, o çiçekli elbisesi ile yerdeki toz olmak istersiniz, eteklerinin uçlarına dokunmak için. Öyle güzel.

İrfan Usta ile laflıyorduk dikiş masasının önünde. Galatasaray’ın ülkemizi gururla Avrupa'da şampiyon yaptığından bahsediyordu. Onun için senenin en güzel olayı buymuş. Ama benim için senenin en güzel olayı sanırım daha demin annesi ile geçen Gönül’ün kaçamak bakışlarını yakalamaktı. Sonunda dikkatini çekebilmiştim. Hep ben bakardım döneceği köşeden. Ona bakmak için ütü yaparken yaktığım birkaç pantolon yüzünden bir-iki günlük yevmiyemi dükkâna bırakmıştım. O köşeden dönüşünü görmek için değerdi. Helali hoş olsun. Konuşmak için cesaretim yoktu. İlkokulda sınıf başkanı olma isteğimi bile cesaretim olmadığı için anneme söylemiştim. Annem de öğretmene iletmişti. Hocam anneme “O da sizin gibi çok konuşursa olur” demişti. Yani benim Gönül’e açılmam için ilk adımın ondan gelmesi gerekiyordu. Günler birbirini kovaladı, o kadar çok çiçekli elbisesi vardı ki her gün birini giyiyordu. Dua ediyordum artık sökülsün, yırtılsın, üstüne olmasın da dükkâna gelsin diye.

Ah bir gelseydi... Hemen bir gazoz açardım, soğuk. Buyurun derdim, buyurun siz oturun, ustam hemen halleder. Koltuk altlarımda karpuz var gibi gerilirdim. Yaptığım işi öyle bir incelikle yapardım ki sanırsınız bir buluş için son denemelerimi yapıyorum. Ustam işini bitirdikten sonra alırdım kıyafeti, öyle bir ütü basardım ki kâğıt gibi. Bu yazdıklarımı onun üstüne yazsam yeri var öyle yani. Sonra teslim ederdim. Aman diyeyim, sizin paranız burada geçmez, bizden olsun der cebimden öderim. İçtiği gazozun şişesini atmaz, dükkânın en güzel köşesine koyar, o gazozunu içerken oynadığı şişe kapağını uğur olsun diye hiç yanımdan ayırmazdım. Öyle bir kadındı işte Gönül. Ben bunları içten içe kendi benliğime söylerken köşeden yaklaşıyordu dükkâna doğru, elinde çiçekli bir elbise. İçeri girdi, bana baktı, öyle bir baktı ki... Güneşe baktığınızda gözleriniz kısılır ya, öyle kaldım işte. Kolay gelsin dedi, boydan kısalacakmış elbisesi. Ustam bana bakıyordu atılmam için, Gönül de bana bakıyordu elbiseyi almam için, buyurun deyip gazoz ısmarlamam için. O öyle bakarken ben öylece kalakaldım. Ustam atladı “Ben alayım” dedi, “iki saat sonra gelin alın, o zamana kadar hazır olur”. Gönül çıktı gitti. O gittikten sonra öyle bir koku kaldı ki dükkân içinde. “Eğer yağmur sonrası o güzelim toprak kokusunu yaratmasaydı tanrı, eminim ki Gönül’ün kokusu olurdu o güzel koku ve tüm insanlık o kokuyu ciğerlerine doldurmak için ıslanırdı.” Çiçekli elbisesi hazırdı. Bekliyordum dükkânda, bu defa konuşacaktım, kafama koymuştum. Bir saat, iki saat, üç saat derken ne gelen oldu ne giden. Dükkânı kapatacaktık artık. Ustam bana baktı, ben Gönül’ün döneceği köşeye. Ustam “Sen götür oğlum, hem konuşmuş olursun işte, belki de seni bekliyordur” dedi. Ne yalan söyleyeyim yüzüm güldü. Doğru dedim kendi kendime, ya beni bekliyorsa? Aldım kıyafeti, bir güzel dürdüm, sonra oturdukları apartmana doğru yürümeye başladım. Sanırım boşlukta yürüyorum. Hatta ben hareket ediyorum ama yeryüzü hareket etmiyor gibiydi. Oturduğu binaya yaklaşırken nefesim daralıyor, heyecandan midem bulanıyordu. Nihayet evin önüne geldim. Kafamı kaldırdığım anda kalbim dâhil bütün organlarım durmuştu. Oturdukları evin camında kocaman “Kiralık” yazıyordu. Öylece kaldım yağmursuz bir havada ama sırılsıklam. Belli ki son kez yanıma gelmiş ve benden bir hamle beklemişti. Beynim adımlarımı saymak dışında hiçbir işe yaramıyordu. Onun evinden benim evime 201 adımda gelmiştim. Sonradan öğrendim ki Balıkesir’e gitmişler. Babasının yeni görev yeri orasıymış. Ondan bana kalan tek şeydi o güzel karanfilli elbise. O günden bu güne kadar odamda öylece duruyor ve yağmurlu günlerde odama hasret ile kokusu doluyor. Terzi dükkânı artık benim. Bazen dalıp gidiyorum o köşeye, ya dönerse diye bakınıyorum. Işıklarını da kapatmıyorum dükkânın, hatta bazı geceler orada kalıyorum.