“Neredesin?”
Tarık’ın sorusunu duymama ve anlamama rağmen ona cevap vermeyi isteyip istemediğim konusunda kararsızdım. Düşüncelerim çok uzak bir yerdeyken kalbimin üzerinde taşımama asla bir ihtimal olmayan ağır bir yük vardı. Sanki sesler de hisler de benden kayıp giderken olduğum yer ve olmasını istediklerime odaklanamıyordum. Ölmek istediğimden ne kadar emin olursam olayım orada duran gölgeyi görüyordum. Gözlerinden başka hiçbir şey olmayan o gölgenin ne istediğini bilsem de yapamayacağım ortadaydı. Devam edemeyeceğimi biliyordum. Sadece her şeyi bitirmek isterken her şeyin bu anda bitmiş olması gerekiyordu. Payıma düşenden fazlasının peşine bir kez daha düşmemeliydim.
Yarım kalmış ev inşaatlarının arasından geçip yolumuz üzerindeki ilk köye varmak için sessizce devam ederken açlığımı hissetmemle bazı hisler geri gelmişti. Akşam bir şeyler yiyip yemediğimi daha hatırlamazken son yemeğime dair hiçbir şey net değildi. Hastanedeki tetkikler öncesinde bir şey yememem gerektiğini bana söylemişlerdi. Ama o kan alımın ne zaman olup bittiğini anımsayamıyordum. Çok uzak bir geçmiş gibi görünürken bu sabah yemek yemekten ziyade Tarık’tan kaçmak istemiştim. Odamın kapısında yatacağından şüphelenmediğim Tarık ile burun buruna geldiğimde ise pes etmemiştim. Onu ardımda bırakıp bir an önce kaldığım o yerden ayrılmak için acele ederken onu da kendimi de açlığa mahkûm etmiştim.
Uzun yolculuğum için gereken pek çok şeyi yanıma alırken yiyeceklerden uzak durmuş olmama dair bir nedenim yoktu. Sadece aklıma gelmemişti. Acıkmayı unuttuğumdan belki de yemek mesele değil gibi görünmüştü. Ancak beş kilometre yürüdükten ve iki litreden fazlaca bir suyu içtikten sonra her şey değişmeye başlamıştı. Dağ köylerinden birinde küçül bir kafe ya da lokanta bulmayı düşünmeye o yarım kalmış evlerden önce karar vermiştim. Kendim kadar Tarık’ı düşündüğümü kendime itiraf etmezken hiçbir şeyden şikâyet etmeden yürümesine daha fazla katlanamadım. Onun sınırlarını zorlamaya çalışırken kendi sınırlarımı zorlamanın da etki etmesiyle beraber kısa süreliğine bir inat dinlenişi beni bekliyordu. İzlediğim vloglardan birinde görünen o ilk köy karşıma çıktığımda ise ilk defa rahatladığımı hissetmiştim.
On evden fazlası olmayan köyün girişinde ayaklarımın acımasını görmezden geldiğim gibi köpeğin bana bakarak havlamasını da duymamış gibi yaptım. İlk defa bir köpek tarafından düşman ya da zararlı görülmüyordum. Onlar tarafından kovalandığım zamanlar çocukluğumda olsa da onlara karşı ne yapmam gerektiğini unutacak kadar yıl yaşamamıştım. Üstelik köyün yarı asfalt yolunun kenarları üzerinde büyük kayalar vardı. Ne zamandan beri orada oldukları asla bilinmeyecek olan kayaları tanımasam bile benzerleri üzerinde gezinmiştim. Eskisi kadar üzerlerinde rahat hareket edemeyecek olsam da onlara yabancı olamıyordum. Hatırlamayı bir zamanlar bıraktığım bir köy direncim tarafından engellenirken düşündüğüm şey bir şeyleri en hızlı şekilde yiyip yoluma devam etmekti. Ama her zaman daha fazlası olurdu.
Masaya oturduğumda sırtımdaki fiziksel yükten kurtulmuştum. Üç yıl evvel izlediğim o videodaki kafede otururken orayı tanıdığımı düşündüm. Bir ekrandan gördüğüm yerdeyken ne gerçek ne hayali bilmek kolay değildi. Hiçbir şey değişmemiş görünen yerde kaç kilo olduğunu bilmediğim çantam benden biraz uzakta dururken Tarık ise karşımda oturuyordu. Ağaçlara ve kışa hazırlanan köye bakmak Tarık’a bakmaktan kolaydı. Domates çorbasından başka bir şeyi Halil adındaki kafenin sahibinden istemezken yürümeye dönmem gerekiyordu. Durmak ya da bir an düşünmek bana işkence olacakken düşünmeyi istediğim suçlarım bana kendilerini ilk kez hatırlatmamaları içinde olduğum anı daha da zorluyordu.
“Çok uzaklarda bir yerde…” dediğimde ona mı cevap verdiğimi yoksa kendimce kendi düşüncelerime bir yön mü tayin ettiğimi bilemedim. Ama orada değildim. Zihnimde yer eden yerde de bulunduğum yerde de değildim. Aklımı toparlamak zordu. Anılar gidip gelirken karar veremiyordum. Yapmak istediğimi bildiğim çoktan benden gitmişti. Yalnız olmam gereken o yerdeydim ama yalnız değildim. Ve bir şekilde adım adım ilerlemek zorunda olduğum farkına varmıştım. Onu göndermek ancak benim kendi gerçeğimle olacaktı. Korksam da eğer sonumu başlatmak istiyorsam bunu kimseye söyleyemediklerimle yapacaktım.
“Resim yapmak için kaçtığın o gizli yerlerden birinde mi? Belki paylaştığımız anılardan dolayı o yerlerden birinde sana eşlik edebilirim.” Yüzüme yayılmasa da gülümsedim. Silik ve belli belirsiz bir gülümseme olduğunu görmesem de tahmin edebiliyordum. Onun ima ettiği o yere yakın ama oradan uzakta bir yerdeydim.
“Çocukluğumda olduğum yerler, hissettiğim şeyler bana kendilerini hatırlatıyor.” Derin bir nefes aldım. Neyden bahsedeceğimi anımsıyordum. Henüz en korkunç anılarımdan birinden uzaktaydım. Ama bu o ilk kötü anıdan pek uzak olduğum anlamına gelmiyordu. Yapabileceğim şey ellerimin arasındaki bir ateş topu gibi beni yakmaya başlarken susmanın kolaylığını ve daha da önemlisi zararsızlığını aşamıyordum. “Ben hatırlarım da anlatırım da… Ama sen duyabilir misin? Bazen bazı anlatılar yüzünden dinlemenin konuşmaktan daha zordur.”
İçimde bir şeylerin hızlı değişimine ayak uyduramasam da ayaklarımın yavaş yavaş yere değmeye başladığını, gerçekliğe uzaklardan da olsa dokunabildiğimi hissetim. Günlerden beri süren körlüğümü ilk kez delip geçen gün ışığında Tarık’ı gördüm. Yorgundu. Uzun zamandan beri uykusuz gibiydi. Buna karşın uykusuzluğunu önemsiz kılacak başla sorunların var olduğu da ortadaydı. Sorsam inat edecekti. Ama inat etmesine rağmen yorgun, kırgın ve ne kadar aksini göstermeye uğraşsa da umutsuzdu. Yüzünde de gözlerinde de bir şey solmuştu. Benimle ilgili pek çok şeyi ben söylemesem de bilirdi ve bu sefer bildiğinin ikimi de farkındaydık.
Çok uzun bir zamanı beraber geçirmiştik. Okulda, yurtta, işte ve dışarıda sayısız anıyı biriktirirken o beni istediğimden fazla tanıyordu. Ben ise onu tanımamak, görmemek için her ne gerekiyorsa yapmıştım. Pek bir yararı olmasa da uzun süre onu benden uzak tutabilmeyi ne olursa olsun başarmıştı. Buna karşın bu anda önemli olan onun beni tanımasıydı. Kafama bir şeyi koyduğumda yol ne kadar zor, durumlar ne kadar çetrefilli olursa olsun o şeyi er ya da geç yapacağımı bilirdi. Neleri sonlandırıp neleri başlattığımı bildiğinden o anda da sonrasında da diken üzerinde olacaktı. Beni pek çok açıdan, farklı zamanlarda birbirine benzer ya da birbiri ile taban tabana zıt olaylarda ortaya koyduğu tavırlardan tanıyordu. Yapılmaz olanı yaptığımı görmüşken karar verdiğimi biliyordu. Yalanlamamın sadece sessizliğe etkisi vardı. Ama yakın gelecek için istediğim hâlâ orada duruyordu.
Günün yirmi dört eş parçalı dilimlerinin henüz yarısı bile geride kalmamışken zorladığım ve zorlandığım günler oradaydı. Onunla olanlar görece yakın zamanı verseler de bir insan bir başkasıyla tanıştığında yaşamaya başlamazdı. Geçmişi ilk nefesiyle başlasa bile geçmişlerimizi hazırlayan bir geçmiş daha vardı.
Bir dağ köyündeki küçük kafenin sahibi sipariş verdiğimiz domates çorbamı getirdiğinde Tarık artık konuşmaya pek hevesli görünmüyordu. Bir hafta sonra karşısına çıktığı Derin gibi değildim. Eski zamanlardaki Derin’lerden biriydim ve derindeydim. Anıları rahat bırakmayan bu Derin’i onun daha önce görüp görmediğinden emin değildim. Kendimi kontrol edemediğim bazı anlarda onunla şu an yüklerini taşıdığım o küçük kızı göstermiş olabilirdim. İhtimallerimin arasında pek çok şey olsa da kesinlik yoktu. Karşısındakini hem tanıyor hem de karşısındaki o kız yüzünden yabancılık çekiyor olabilirdi. Ve belki de benim bilmediğim bir şekilde dinleme ile ilgili bildiği zorluklar ve eskiden edindiği o tecrübeler yüzünden soruma hiçbir cevabı şu an vermiyordu.
Kasemdeki çorbanın yarısına geldiğimde ona yeniden bakma cesaretini gösterdim. Onun çorbasına dokunmaması bir an anlamsız gelse de sonrasında cevabı gördüm. Bana uyup kendi için de aynı siparişi vermiş olsa bile onun domates çorbasını sevmediğini biliyordum. Aynı yurtta kaldığımız dönemde beraber yemek yediğimiz herhangi bir zamanda domates çorbasını içtiğini değil aldığını dahi görmemiştim. O çorbayı gördüğü zamanlarda yüzünde anlamanın hiç kolay olmadığı bir ifade belirirdi. Yurdun aşçısı olan Hakan Ağabey ona çorbasını övse de ben onunla iddiaya girmeye kalksam da hiçbir şey onu ikna edememişti. Yediğim belki de en güzel olan çorbayı ona ballandıra ballandıra anlatmama rağmen Nuh demiş peygamber demeyi kabul etmemişti. Akşam yemeklerinde menüde ne zaman domates çorbasını görse yüzünü en sevmediği kişileri gördüğünde bile yapmadığı gibi buruştururdu. Ki bazen benim çorbamı içme seremonimden de ona gösteriş yapmamdan da hazzetmediği olur, yüzünü çevirirdi. Herhangi diğer bir çorbaya karşı benzer bir tutumu olmadığı gibi aslında benim gibi bir çorba severden pek bir farkı yoktu. Sadece benim en sevdiğim olan onun ihtimalleri arasında son sırada bulunan bile olamazdı. Aç kalmayı o çorbayı içmeye tercih ederdi.
“Eğer çorbanı içmeyeceksen onu da ben içebilirim.”
Teklifimi sunmuştum. Ve bu onu düşündüğümden değil kendimle ilgiliydi. Açlığım geri geldiğinden belki de daha fazlasını istediğimin farkındaydım. Onun çorbaya el sürmeyişinin de devam ederken yeni bir siparişe gerek görünmemişti. Ama onun bana onay vermediğini, onun için sunduğum teklifi reddettiğini gözlerinde gördüm. Kaşığını eline alıp kâseye daldırdığında sona kadar gidip gitmeyeceği benim için belirsizdi. Yine de bu onu ilk kez o çorbayı içerken görmeme engel olmadı.
Tarık’ın alerjisi olan hiçbir şey yoktu. Daha önce merak edip neden domates çorbası içmediğini ona sorduğumda olmayan hastalık geçmişini de alerji listesini de o gün en detaylı haliyle öğrenmiştim. O kendini hamam böceklerine benzetmişti. Hiçbir şeye alerjisi yoktu ve şartlar ne olursa olsun yaşayabileceğini de en tuhaf benzetmelerinden biriyle yaparak kendince kanıtlamıştı. Ve bu benimle tamamen zıt olan özelliklerinden sadece biriydi. Çünkü ben tam da dedemin söylediği gibi ‘nazenin’dim. Çabuk hasta olan, en ufak söze bile alınan, aşırı duygusal ve gözyaşı gözünden akmak için bekleyendim. Hatta bunu sadece o söylemezdi. Herkes bu konuda birdi. Çocukken hastalandığım bir seferde komşumuz olan Nejat Amca benim çok da uzun süre yaşamayıp öleceğimi dahi söylemişti. Ki aslında ben de hep aynı şeyi düşünmekten kendimi kurtaramamıştım. İlk zamanlar on yediyi geçmeyeceğimi düşündüm. Bir şekilde o yaşı ve oradaki engelleri aştığımda ise kendime yine çok zaman vermedim. Bir on yıl daha yaşayıp ölürüm diye içimden geçiriyordum. Engeli bir kez daha aşıp yaşamaya devam edeceğime ihtimal vermiyordum. Şimdi ise o on yılın sonundaydım.
“Dinlemek istiyorum.” Boğazımdan kayıp giden çorbanın sonrasında yeniden yutkunup ona baktım. Benim kadar inatçı olabilen ama benim kadar çabuk vazgeçmeyen Tarık’ın artık dinleyeceğini biliyordum. Konuşmak ise benim görevimdi. Ne işe yarayacağı belirsiz olsa bile söylenecek sözler susulmayacaktı. Bazıları ilk kez bazıları ise son kez dilimden düşecekti.
Geride kalan yıllarımın bir yerinde dinlediğim bir şarkı zihnime süzüldü. Pek çok nedenle bizim için önemli olan Teoman’ın sesi “biraz daha…” dediğinde Tarık’ın ilk sorusuna cevap verdiğimi anladım. Nerede olduğumu sorduğunda ve düşüncelerimde nerede gezindiğime dair bir meraka kapıldığında Tarık’ın aklından çocukluğumda olabileceği geçmezdi. Uzun ama kısa bir zaman önce bir Converse’in bağcığını bağlarken hayatımla ilgili neyi bir anda kabul ettiğim ise benim için bile tahmin edilemez ve beklenmez olandı. Çünkü ben inat edip görmediğim şeyleri bir an görüp anlamam ve vazgeçip kabullenmemle ünlüydüm. Çünkü orada ilk kez tek suçlu olarak gördüğüm kendimin aksine annem ve babamdaki suçları görmüştüm. Kendilerine sarılışları, dış dünyayı ve daha da önemlisi beni görmeyişleri yüzünden bir başına kalan o küçük çocuğun bir suçu olmadığını anlamak aklı başındaki ben için kolaydı. Lakin mesele bensem tek bir şey bile yolunda gitmezdi. Ve ben her zaman kendime kızmak için vardım.
“Dedem bana bir kolye hediye etmişti.” Kaşığı boş kâsenin içine yavaşça ama umursamaz bir şekilde bırakıp arkama yaslandım. Tarık ne olduğunu anlamadı. Bilmediğim geçmişe gitmek yerine hatırladığım ilk korkunç anları seçtim. O kolye belki bir tılsım belki bir lanetti. Eğer o kolye olmasaydı olası bir ihtimalde tüm parçalar asla yerine oturamayacaktı. “Altın bir kolyeydi ve onun bana aldığı hatırladığım ilk hediyesiydi. Emekli olmasının ardından aldığı ilk maaşının hediyesi olarak almıştı. Dört yapraklı yonca şeklindeydi. İnce olduğunu anımsıyorum. Altından bir de zinciri vardı. Bana aldığı nice kolyeden, bileklikten ve küpeden sadece biriydi. Ama onun kaderi diğerleri gibi olmadı.”
“Bölmek istemem ama bu bahsettiğin kolye anı kutunda duran mı?” dediğinde bu soruya sadece başımı sallayarak cevap verdim. Anlatılması gereken henüz çok sonrasında yaşananlar değil, o hediyenin bana ilk geldiği zamanlardı. Belki biraz da öncesi…
“Dedem zengin, daha doğrusu durumu iyi bir aileden gelmiyordu. Çalışmaya, daha da önemlisi birikim yapmaya erken yaşlarda başlamıştı. Anneannem ise onun tam tersiydi. Babası bir ağaydı. Hani şu televizyon dizilerindeki ağalara benzer şekilde değil ama onlar gibi. Yine de onlar kadar olmasa da bir parça kötü biri olduğunu da duymuştum. Her neyse, birikim yapıp bir şeylere sahip olmak dedem için çeşitli nedenlerle önemliydi. Bu nedenle uzun yıllar sonunda da görece rahat bir hayata kavuşmuştu. Ve torunlarının daha kolay yaşaması, gelecekte büyük okullara ve şehirlere gidecek kadar kenarda kendi paraları olması dilekleri arasındaydı. Bunun için ise sık sık torunlarına hediye alırdı. Altın olan ve ihtiyaç hasıl olduğunda kolayca paraya dönüştürülecek şeyler… O kolye de onlardan biriydi. Benim içinse bu amaçta verilmiş olan ilk hediyeydi.”
“Dedemin emekli olması sonrasında ilk emekli aylığı benim anasınıfına başlamama denk geldi. Yaş günlerimdeki hediyeleri gibi değildi. Bir gün eğer o kolyeyi takmayı bırakacaksam sadece okulum için para gerektiği bir durumda onu bozdurmamı istemişti. Ama ben ona asla o kolyeyi boynumdan çıkarmayacağımı, çıkarsam bile hep benimle kalacağını söylemiştim. Bu dilek gerçek olacak sansam da olmadı.”
Konuşmak zordu. Hâlâ bir şekilde suçlu olduğumu düşündüğüm bir olay olarak öylece orada duruyordu. Bu yüzden hem evin bahçesinin hem de küçük kafenin sınırlarını da belli eden tel örgünün öte tarafındaki yola baktım. Beş yaşlarında bir kız çocuğu tek başına o yolda kendi kendine bir şeyler mırıldanarak ilerliyordu. Bizim oturduğumuz yere baktığında onunla bir an için göz göze geldim. Aramızda bir mesafe olmasına rağmen gözlerini gördüm ve göz renginin ela olduğunu anladım. Ki bu küçük kızı kendime daha çok benzetmeme, kendi çocukluğumu daha fazla anımsamama neden oldu. Üzerine yaşından büyük yükler yüklenen küçük bir kızın hayaleti o kızın ardında göründüğünde ona bir an daha bakamadım.
Çocukların özgüvenlerinin gelişmesi için gelecekte yapacaklarından daha azı olsa da bazı küçük işleri yapmalarıyla ev hayatına aşina olmaları onayladığım bir eğitim şekliydi. Bu eğitim artık tüm çocuklara veriliyordu. Daha doğrusu bazı ebeveynler bu eğitim yolunu artık daha sık ve bilinçli bir şekilde benimsiyordu. Yine de bunun bir sınırı vardı. Benim çocukluğumda olan, annemin bana uyguladığı yöntemle bu bir değildi. Annem de babam da beni tek başıma ve kendi dünyalarında meşgulken yönergesiz, yönsüz olarak bırakmışlardı. Kendi başıma yaptıklarım kendi başıma kalma isteğimi getirdi. Bir şeyleri en iyi yapabilecek olanın kendim olduğuma inandım. Benden başkası daha iyi olamazdı. Aynı zamanda hep daha iyisi ve mükemmel olan için çabalarken bir hilkat garibesine dönüştüm. Neye dönüştüğümü, ne olduğumu göremeyecek kadar kendi derinlerimdeyken geriye suçluluktan başka bir şey kalabileceğini bilseydim belki de bir sınırda durabilmeyi başarırdım. Ya da hiçbir şey değişmezdi.
“Anasınıfında benimle aynı kolyeye sahip olan bir kız daha vardı. Adını tam olarak hatırlayamasam da sanırım Nevra olması gerekiyor. İlk zamanlarda onunla anlaşmıştım. Ki bu anlaşma durumundan ötürü arkadaş olduğumuz dahi söylenebilirdi. Herhangi bir sorun yok gibi görünüyordu. Daha sonra o kolyesini bulamadı. Boynunda olması gerektiğine inandığı kolyesi yoktu. Ve onun kolyesini benim aldığımı söyledi. O gün orada ve yanımda beni savunan kimse yoktu. Kolyemin benim olduğunu söylesem de öğretmen ona inandı ve benim kolyemi benim boynumdan çekip aldı.”
Elim yıllara rağmen yeniden istemsizce boynuma gitti. Sebepsiz karın ağrısı kendisini hissettirirken yirmi iki yıl evvel olduğum yerde olduğumu fark ettim. Yapmadığım bir şeyden ötürü suçlu bulunurken kendimi anlatamıyordum. Benim anlattığımı kimse duymuyor, kendi inandıkların doğru kabul ediyorlardı. Küçük Derin’in ağladığı gibi ağlayamıyordum ama orada olan Derin’den daha çok acı çekiyordum. Sanki ilk defa orada doğmuş, nefesimi orada içime çekmiş ve ölmüş gibiydim.
“Sonra ne oldu?”
“Eve gittiğimde, yani dedem beni okuldan alıp eve bıraktığında olanların hepsini anneme anlattım. Bir tür okulu şikâyet eden çocuk gibi görünsem de sorunum okulla değildi. Orada olan şey yüzünden, haksızlığa uğramam nedeniyle hakkımı aramasını istiyordum. Kendi yapmama imkân olmayanı, yapamadığımı ondan istiyordum. Ama benim yanımda duracağını sanmam bir hayalden başka bir şey değildi. Hatırlamadığım bir şekilde evde onun eşyalarını saklama huyum varmış. Bundan ötürü bana inanmadı. Annem o kızın kolyesini de sırf eğlence olsun diye benim saklayıp saklamadığımı öğrenmek istedi. Yapmadığımı söylesem de evdeki oyunlarım nedeni ile bana karşı şüpheliydi. Öğretmenimle konuşacağını söylese de bunu hiçbir zaman yapmadı, belki yapmayı bile düşünmedi.” Ona olan kızgınlığım da kırgınlığım da bir an için bütün kelimelerimi elimden aldı. Annem bile bana inanmazken orada olanların bana inanmayışı eskisi kadar çok acı vermiyordu. Çünkü bu kez annemin bana inanmayışı, güvenmeyişi canımdan can alıyordu.
“O akşam babam eve geldikten sonra evin kapısı çaldı. Annem geri gelmediğinde ben de onun peşine düştüm. Onu gördüğümde Nevra’nın annesini de gördüm. Kızının kolyesi aslında evdeymiş. Annesi kızının kolyesini yeniden düşürmemesi için okula giderken takmaması için kolyesini ona vermemiş. Ama kızı muhtemelen bunu unutmuş. Bu nedenle ise benim kolyemi kendi kolyesi sanmış. Annem de kusura bakmamalıymış. Böyle yanlış anlaşılmalar zaten hep olurmuş. Annem de ona söylediğine göre zaten bu meseleyi önemsememiş, yanlış anlaşılmanın ortaya çıkacağını düşünmüş. Çocuklarmış işte… Sorun çıkarmadan bir gün bile geçirebilseler hayat cennet olurmuş.”
“Annene çok kızgınsın.” Yıllar önceki o günden kopup olduğum ana geri döndüğümde Tarık’ı gördüm. Ama yüzündeki ifadeden de kendimi görebiliyordum. Beni ne zaman dönüşü olmayan bir öfke ile görse korku kaşlarının çatılmasına, gözlerinin endişe ile parlamasına neden oluyordu. Neyin ne kadar beni üzdüğünü anlamaya, bakışlarıyla durumun vahameti hakkında bir değerlendirme yapmaya çalışırdı. Karar veremediğinde ise daha fazla soru sorar, cevaplarım onda bir nihai duygu uyandırana kadar bildiğini yapmaya devam ederdi. “Bu senin ona ilk kızgınlığın ya da kırgınlığın mı?”
“İlk olup olmadığını bilemem ama bu ona karşı hatırladığım ve asla unutmayı başarmaya yaklaşamadığım ilk kırgınlığımdı.” Unutmayı seçtiğim ama unutmama rağmen etkisi bir an hayatımdan silinmeyen o anlar hep oradaydı. Kafamın içinde bir yerlerde yaşamaya, benimle beraber nefes almaya devam ediyorlardı. Unutma hediyesi bana verilmemişti. Ve unutulmasına imkân olmayan o anların bıraktığı izler de varken hiçbir şey geçmeyecekti. Öfke de benimle beraber sonsuza kalacaktı ve ben ne kadar daha fazla onu istemesem de ondan kurtularak bir hayat kurmayı beceremiyordum. “Bu sözde ‘yanlış anlamanın’ ne anlama geldiğine dair ufak da olsa bir tahminin var mı? Bana ne hissettirdiğini ya da başkalarının gözünde beni nasıl bir konuma getirdiğini bilebiliyor musun? O kız benim o kolyeyi ondan çalıp taktığımı söylerken değiştirilmeyecek bir geçmiş yarattı. İma etmedi. Doğrudan beni suçlayarak herkesin içinde hiç çekinmeden söyledi. Anasınıfındaki tüm çocukların gözü önünde söyledi. Benim bunu yapmış olduğumdan kendince emindi ve onları da buna inandırdı. Benim unutamayacağım o anın bana ya da sonrasına ne yapacağını umursamadığına eminim. Herkesin ortasında hırsız ilan edilerek anılara kazındım. Kimse görmez ve bilmezken ise aklandım. Suçum olmadığı ortaya çıktığında bunu kimse görüp duymadı. Ben herkesin gözünde hâlâ suçluydum. Bu yüzden o gün bittiğinde ben de değiştim. Bir daha kimsenin eşyasına dokunamaz oldum. Özellikle ise annemin hiçbir eşyasına dokunamıyordum. Sanki o da dahil herkes dokunduğum, yakın olduğum yerden bir şey almamı bekliyormuş gibi hissettim. Yeniden suçlanmaktan korktum.”
“Özge bunu bilmiyor, değil mi?”
“Kimse bilmiyor.” Bir an durdum. Ona anlatmamla beraber bir şeyler değişmişti. “Artık senden başka kimse bilmiyor demem gerek sanırım.”
Ben eski bir anıdan bahsederken aklına neden Özge’nin geldiğini biliyordum. Onunla o yıl üniversitedeki ilk dönemin sonundan itibaren yakın olmamıza rağmen ne kadar zaman geçse de eşyalarına dokunamazdım. Yurttaki ikinci yılımda onunla oda arkadaşı olduğumuz halde bir kez bile dolabının kapısını açmamıştım. İşi acele olduğunda ya da bir şey unutup okula gittiği zaman onun eşyalarına dokunamamam onu çıldırtırdı. Neden olduğunu, neden onun eşyalarına dokunamadığımı ona anlatsam beni anlardı ama söyleyememiştim. O eski bakışlar hâlâ gözüm önünde durup rüyalarıma girerken ona nedenimi açıklamaya cesaret edememiştim. Çünkü bir şekilde biliyordum ki ona tek bir şey söylesem bu beni aynı yere döndürürdü. Ama sadece bu sırrı saklarsam ve okula geçerken unuttuklarını yanıma alırsam onun istediğini yapmadığımdan birkaç gün küserdi. Sonrasında siniri geçince yeni eskisi gibi olurduk. Lakin bu sulh ortamı o yine bir şey unuttuğunda yeniden bozulurdu.
“Ona bunu anlatabilirdin. Anlayacağında eminim. Bilseydi pek çok kötü gününüz hiçbir şekilde yaşanmazdı.”
“Senin için bunu söylemesi kolay. O küçük kızın ne hissettiğini asla anlayamazsın. Onu ben bile anlayıp sakinleştiremiyorken hâlâ en küçük ihtimalde aynı paniği yaşıyor. Senin ya da bir başkasının bilmediği ama benim bildiğim bambaşka birine ait gibi görünen suçlar yüzünden hiçbir şey yapmasa bile suçlanacağına inanıyor.”
Küçüklüğüm, henüz küçük bir kız çocuğu olduğum zamanlardaki halim hakkında üçüncü bir şahıs gibi konuşmak tuhaf değildi. Onunla aynı korkuları yaşasak da aynı kişi değildik. Her şey her an değişirken aynı olamazdık. Oradaki ve o zamandaki Derin masumdu. Yaşadığı tüm o anlardan sonra neler olduğundan habersizdi. Henüz kötü olan hiçbir şey yapmamıştı. Yalan söylemek hakkında bir deneyimi yoktu. Annesi kendisiyle ilgilensin diye eşyalarını sakladığı için artık pişmandı. Ama eğer yapabilsem bunu yapmaya devam etmesini, hatta daha da kötü olanı yapıp onun eşyalarına zarar vermesini söylerdim. Çünkü o yaşadığından daha kötülerini hak ediyordu. Küçük bir çocuğa hak etmediği bir ilgisizliği verip onu tamiri olmayacak şekilde yararlarken bir daha hiçbir şeyi hak edemezdi.