Sırtımdaki ağrı bir adım daha atmamı engellediğinde durdum. Çantam her adımda daha da ağırlaşırken durduğum yeri fark ettim. Faralya’ya dört kilometre kadar bir yol kaldığından neredeyse emindim. Durduğum yerden sonrası yokuş aşağı devam edecek olmalıydı. İzlediğim rotadaki birkaç videoya göz atalı çok olmuş olsa da ne gördüğüm ne izlediğim şeyleri kolayca unutamazdım. Ki yol nasıl devam edeceğini de belli ediyordu. Buna rağmen bir adım daha nasıl ve hangi güçle atabileceğim konusundan emin değildim.

Yarı devrik tabelayı görüp dikkat ettiğimde birkaç derin nefes aldım. Tarık’ın su içtiğini duyarken gözüm istemsizce ona kaydı. Onunla konuşmaya, ona bildiklerimi ama çoğu zaman unutmayı seçtiklerimi anlatmaya başlamışsam da ona neyi anlatmayacağımı biliyordum. Hiçbir şey anlatmak istemesem de anlatmazsam asla gitmeyecekti. Bitirdiğim takdirde gideceğinden de emin değildim. Yaptıklarımla kendime zarar vermiş, yok olmanın yolunu açmıştım. Yine de şu an kendim dışında birine daha zarar verdiğimden emindim. Zararın büyüklüğünü tahmin de tamir de etmem muhtemel değildi. Ölüm zaten her şeyi yok edecekti.

Tarık ona baktığımı fark edip su içmekten vazgeçtiğinde onu rahatsız ettiğim için yine ve yeniden kendime kızdım. Ki bir amacım ya da nedenim olmadan ona bakarken düşüncelerim karmakarışıktı. Yeniden yola koyulduğumuzdan beri tek kelime bile konuşmadığımızdan ne o ne de ben ses çıkarmamaya gayret eder gibiydik. İkimizden birinin yakın zamanda konuşmaya yanaşacağına ise inanmıyordum. Çünkü bu kolayıma geliyordu ve her şeyi rahat ettirecek olan o yoldu. Canım isterse, kelimeler beni rahatsız ederse konuşacağımdan emindim. Henüz onlar yeterince güçlü değilken sessizlik iyiydi. Hiçbir zaman konuşmak en sevdiğim aktivitelerden biri olmadığından Tarık’ın bir an için bile yadırgayacağı bir durum yoktu. Konuşkan, neşeli ve eğlenilecek o insan olduğum zamanlar eğlenceli ve tasasız günlerdeydi. Burada ise eğlenceden, sevdiğim herhangi bir şeyden iz yoktu. Düşüncelerimin de duygularımın da çorak olduğu anlar devam ediyordu. Ve izlediğim ya da dinlediğim yeni bir şeyden bahsetmem de olası bir eylem değilken sesime gerek yoktu. Geçmişten bahsetmek için sesimi kullanmayı henüz düşünmeye yeniden cesaret edemiyordum.

Geç kalmış olsam da bakışlarımı ondan çekip yürümeye başladığımda aklım onunla olan bir ana, anıya kayıp gitmişti. Rahatsız eden bu anıyı neden anımsadığıma dair hiçbir izi bulmak mümkün görünmüyordu. Sadece göğsüm sıkıştı. Nefes alamayacağımı sandım. Her bir “neden” sorusunda birinin avucunun içinde parçalanmaya başlamış bir kalbin ne çektiğini daha iyi ve net bir şekilde anlıyordum. Bulunduğum yerin koşullarından bağımsız olarak üşürken anı her an daha gerçek oluyordu. Yaşandığı andaki kadar taze olduğunda ise neden üşüdüğüme de neden o anı bulduğuma dair de sebep aramam gerek yoktu.

İzmit Körfezi’nin donmasının ellinci yılına denk gelen o gün ağrılarla başlamıştı. Yatağı terk etmeyi de işe gitmeyi de olabildiğince ertelememe rağmen işe gitmek zorunda olduğumun bilincindeydim. Bugün o gün değildi. Ama işe gittikten sonra hiçbir şey değişmedi. Gün boyu ne yaptığımı pek fark etmesem de günün diğer tüm günlerden daha soğuk olduğunun farkına varmamak imkânsızdı. Ki öğle saatlerinde de asla durmayacağını düşündüren bir kar yağmaya başladı. Sessizce yapmam gereken işleri yaparken tek istediğim bir an evvel eve gidebilmek ve yatağıma kavuşmaktı. Ama hayat ve Tarık isteklerimi pek önemsemedi. Tarık onunla buluşup birlikte biraz zaman geçirmek istemişti. En kötü gün seçimini yapmamış olsa da başka bir günü seçmesini tercih ederdim. Geçmişe olduğum yerden baktığımda o günün bildiğim şeyi anlamam ile ilgili hiçbir ilgisi olmadığı aşikardı. Ben o gün orada bilmediğimi anlamıştım. Asıl zor günler ve seçimler ise o andan, oradan sonra başlamıştı. Orası bir dönüm noktasıydı ve ben bunu daha oradaki o masadan kalkmadan önce biliyor, bundan kaçmak istiyordum.

Tarık’ın bana olan ilgisini ilk günden beri biliyordum diyemem. Bazı günlerde görmeyi başaramamam da meşhur olduğum konulardan biriydi. Onunla alakalı fark ettiğim şeyler olsa da yanlış anlamayı, yakınlığı aksi bir şekilde yorumlamayı düşünmemiştim. Buna karşın çok uzun süredir bunu, onun bana karşı sadece arkadaşlara özgü duygular beslemediğini biliyor ama görmezden gelmeyi seçiyordum. Seçimlerimiz ise hayatımızın gidişatıydı. Ben o gidişatı asla olması gerektiği, olacağı gibi ilerletmemiştim. Kolayıma geleni seçip beni korkutandan da bir an dahi arkama bakmadan kaçmıştım. Ama kaçmak asla çözüm değildi. Eğer bir şey olmaya mahkumsa yıllar sonra bile gerçek olmanın yolunu buluyordu.

Nefreti saklamak kolay olsa bile sevgiyi ve ilgiyi saklayabilmenin bir yolu yoktu. Eğer bir şeyi ya da birini sevmiyorsan o sevmediğin, belki de nefret ettiğin şeyden uzak durur, ona neyin olup olmadığını önemsemezdin. Hastalıklı bir ruhu olmadığı sürece sevmediğin şeylerle araba mesafe koyar, kendince ve herkesçe doğru olanı yapardın. Sıra sevdiğin şeylere geldiği zaman ise onlarla arana mesafe koymak neredeyse imkânsızdı. Yalnız olduğunda, acı çeltiğinde ya da sadece mutlu olduğunda aklına gelmezlerdi. Her an zaten seninle bir yaşar ve istesen de istemesen de ondan uzak duramazdın. Bakışlar, davranışlar, nefes alıp verişler, sesindeki olan küçük bir ton değişimi bile insanın o en büyük sırrını ayyuka çıkarırdı. Sevgi yerin altından akıp giden bir nehir değildi. Gürül gürüldeyen bir çağlayan, yakıp kavuran bir volkan ve evleri de ocakları da söndüren bitmez bir fırtınaydı.

Tarık’ı ele veren pek çok detay vardı. Kör bir göze parmak sokar gibi değilse bile derinde ne olduğu gün ışığında da gece karanlığında da belliydi. Su üstüne çıkmaya gerek duymadan kendilerini göstermeyi başarmış duygularını görmek isteyen görürdü. Ben görmek istemediğim halde bile görüp kabullenirken başkaları da görmüştü. Görmezden gelmeye, onları duymamaya devam ederken aslında sadece her daim yanlış olan o adımı doğru olan tek karar sanarak ona da kendime de işkence etmiştim. Ve dahası genişleyen halkalar halinde pek çok insan da bile isteye zarar vermiştim. Onun gerçeği kabullenip görmezden gelerek susuşum acılı bakışlardan başka kendine sığınacak yer bulamamıştı.

O gün ise geçen beş yıldan farklıydı. Belki fazla hassastım belki de sadece zamanı gelen her şeyin oluvermesi gibi oluvermişti. Basit bir planımız vardı. Gelecek hafta için beklediğimiz oyuna gitme planlarımızı netleştirip oturduğumuz yerden kalktıktan sonra bir başka yere geçme konusunda kararlıydık. Muhtemelen Fabrika’da biraz daha zaman öldürüp ayrılacak, sakince ve hiçbir olay olmadan günü tamamlayacaktık. Fakat oyun hakkındaki konuşmamız da benim yemeğim de henüz bitmemişken biri Tarık’a seslendi. O her kimse o güne kadar henüz onunla tanışmamış, tanıştırılmamıştım. Ama yanımıza gelmesinin biraz sonrasında tanışmak zorunda kaldım. Tarık ile aynı mimarlık ofisinde çalışıyorlardı. Adı Ece’ydi ve daha ilk andan kendini belli etmekten çekinmiyordu. Aklında olanı ele vermeyi sevenlerdendi. Ki onun aklında olanın Tarık ile ilgili olduğu belliydi. Ondan hoşlandığını da onunla ilgilendiğini de gizlemiyordu. Bu gizlemeyişi esnasında beni uzun süre görmezden gelerek konuşması ona sinir olmak için bana yeterli neden verse de bir süre ben de onu görmezden geldim. Yemeğimi yememe engel olanı asla anlamasam da yemeğimle ilgilenme taklidi yapıyordum. Gülümseyerek ve dokunarak ona bir şeyler anlatırken tüm gün aynı ofiste olup ne için konuşmalarını buraya sakladıklarını bir görünmez olarak düşünmeden edemedim. Şahit olduğum bu konuşma uzadıkça ben daha çok gerilirken kız her an daha da rahatlamıştı. Muhtemelen umursamaz görünüşümden ötürü benim bir tehlike olmadığıma inanmıştı. Ki zaten bana göre de tehlike olamazdım. Ancak bana göre ile benim içimdeki o canavara göre olan düşünceler çoğunlukla birbirini yok etmek üzere bir döngüye başlayalı çok uzun bir zaman olmuştu.

Kızı bana, beni kıza tanıtmak Tarık’ın aklına ancak yirmi dakika sonra gelebildiğinde neredeyse iki dakikada bir telefonun ekranına bakıyordum. Konuşmaları uzamaya başlayınca rahatsız olduğumu belli etmek için çeşitli yollar olmasına rağmen hiçbir şey yapmak istememiş, sadece beklemeyi denemiştim. Bazen hiçbir şey yapmamak, tek bir söz söylememek çok şey anlatsa da onlar bunu anlamamıştı. Anladıklarında ise çok geçti. Onunla konuşan kızın adını ancak o zaman öğrenebilmişken pek sevimli de olamamıştım. Ve bu anlar bana inat olacak şekilde o günden sonra sık sık tekrarlanmaya başlamıştı.

İkisi konuşmaya devam ederken ne hissettiğimi ilk anda anlayamasam da dakikalar birer birer geçerken gerçeği görmeme ihtimalim yoktu. O hissi tanıyordum. Birinin diğerlerini nasıl geride bırakıp her şeyin önüne geçtiğini ilk kez görmüyordum. Bu bana ilk kez olmuyordu ve daha öncekilerin varlığı korku ile yutkunmama yetip artıyordu. Birine arkadaşlıktan fazlasını hissetmenin nasıl beraberinde kıskançlığı getirdiğini görmüştüm, yeniden görüyordum. Yeşil gözlü canavarla tanışık olsam da onun için ilk kez yüz yüze geldiğimde karnımda hissettiğim o ağrı tarifsizdi. Sabahtan öğleden sonraya kadar devam eden ağrımın binlerce misliydi ve onunla kıyas götüremeyecek kadar rahatsız ediciydi. Fiziksel ağrıların çarelerine rağmen bunun hiçbir çaresi de çözümü de yoktu.

Bir an her şey durmuş gibiyken buz gibi havada hiçbir önlem almadan, geriye dönüşümün nasıl olacağını hesap etmeden dışarı çıktığımı düşündüm. Daha da çok üşüyeceğimi, çünkü tek yapmamam gereken şeyi o anda çoktan yapmış olduğumu anlarken ilk defa kendimi de olanı da saklamayı bir an içinde becerdim. Görünmez oluşum yüzünden rahatsız olduğumu telefon ile oynayarak belli etmeye çabalarken neyi saklamam gerektiğini biliyordum. Unutmayacağıma ve yanlış adım atmayacağıma emin olmam gerekse de kendimi ikna edecek zamanım yoktu ve akışına bıraktım. Başıma ne geleceğini bilmeden bir oyunu daha kendim başlattım.

Yaşananın ya da hissedilenin farkına varılmadığında, o diğerlerinden ayırt edilip de önemsenen olmadığında devam eden hayat farkındalığın acısıyla beraber bir anda değişip asla bilinmeyen ve öngörülemeyen bir şeye dönüşüyordu. Kötü tecrübelerin çokluğu ise neyi yapıp neyin yapılmaması gerekliliğini öğretiyordu. Ama orada her şey değişmişken alışmam gereken durumların sayısı tek hanelerde kalmıyordu. Dengeyi yeniden sağlayana, yeni acılara öyle ya da böyle alışana kadar pek çok şey ise olup bitiyordu.

O dönem belki de benim bir umutsuz vaka olduğuma inanan Tarık sayesinde kurtuluşum da azabım da aynı anda başlamıştı. Tarık kendisine gösterilen ilgiye en sonunda karşılık verip onu geri çevirmekten vazgeçmişti. Kızı yok sayıp beş yıllık umutsuz bekleyişini, benimle ne olup bittiği belli olmayan yolculuğunu sürdürmeye bir ara vermişti. Ece ile olan birlikteliği uzun sürmese de onun varlığı, aramızda ansızın belirişi bende bir şeyleri değiştirmişti. Kimse, özellikle Tarık bunu bilmese de ben biliyordum. Bu ve o dönem hâlâ bildikleri arasında olduğu gibi aynı zamanda asla öğrenmeyeceklerinin de içindeydi. Ölüm olsun ya da olmasın verdiğim o kararı kabul etmesi için eskisinden de fazla ümitsiz kalacaktı. Verdiği emekleri de kendimden verdiğim tavizleri de yinelemeyecektim. Çünkü ümitsiz kalmazsa asla vazgeçmezdi. Ümitsiz kalışları şimdiye kadar vazgeçmesini sağlamamışsa da son kozum orada, hem görebileceği hem de asla göremeyeceği yerdeydi. Ölüm benimle olmazsa onun öfkesine sebep olacaktım.

“Seni kızdıracak bir şey yapmadım, değil mi?”

Tarık’ın konuşmasına kadar yokuş aşağı yürümeye yolu da çevreyi de fark etmeden bir şekilde devam ettim. Düşünceler ve o ocak ayındaki o ilk anların anılarıyla geçmişe dönerken içinde olduğum anı geride bıraktım. Ama o bana seslendiğinde bedenimin olduğu yere dönüp geçmiş olması gerektiği şekilde geride, o andan çok uzakta kaldı. Hem çok uzakta ve etkisizdi hem de her şeyi değiştirebilecek kadar güçlüydü. Onun gücünün neler yaptığına tanık olmuş biri olarak ondan hâlâ korkuyordum.

“Sen beni kızdıracak ya da üzecek bir şey yapmazsın.”

“Yapmaz mıyım yoksa yapamaz mıyım?” Sorduğu soruyu anlamadım. Yoluma devam etmek için birkaç adım daha atsam da yapamadım. Dediği, demeye çalıştığı şeyi görmezden gelme düşüncesi doğru gelmiyordu. Neyi kastettiğini anlamak için ona bakmam, gözlerinde ne olduğunu görmem gerekiyordu. Ve onun için durup konuşmayı seçtiğimde o benden önce kendi sözüne devam etti. “Senin için hiçbir zaman diğer arkadaşlarında farklı olamadım. Senin sayısız arkadaşlarından bazıları seni üzecek kadar değerliyken ben öyle, onlar kadar asla değerli biri olamadım.”

Sözlerinin ardındaki anlam onun diğer sözleriyle ortaya çıkarken benim olduğum yerde durmama aldırmadı. Yürümeye devam ettiğinde yola çıktığımızdan beri ilk defa geride kalan bendim. Tanıştığımızdan beri ise onun tarafından ilk kez görmezden gelindiğim andı. Sorduğu soruya, açıkladığı sözlerine verilecek cevabı duymak istemeyen bir hali vardı. Aynı anda hem sevilen hem nefret edilen şeyler gibi Tarık da bu sorudan hem nefret ediyor hem de cevabı bir an önce duymak istiyordu. Soru onun uçurumuydu. Kaçmak ve kalmak arasındaki o sınırda bir adım atmasa bile rotamızdaki adımlarını benim aksime atıyor, aramızdaki fiziki ve duygusal mesafeyi her adımda arttırıyordu.

“Soruduğun sorunun saçmalığını anladığına eminim. Cevabını beklememen de sadece bu sebepten olabilir.” Ona yetişmek için olması gerekenden daha fazla çaba sarfettim. Aramızdaki üç adım artık olması gereken kadarken ona ne söylersem söyleyeyim her daim aramızda onun haberdar olamayacağı benim unutamayacağım bir yalan olacaktı. “Sen beni incitmeyi hiçbir zaman istemezsin. İlk tanıştığımız günden beri vazifen olmadığı halde beni korumak için hep çabaladın. Ben kendime zarar verecek kararlar verdiğimde düşmanlığımı kazanabileceğinden emin olsan da susmadın. Yapmak istediğim nice şeyi onaylamasan da yanımda oldun. Seni ve senin iyi niyetini çok iyi tanırken hiçbir zaman beni gerçek anlamda kızdırıp düşman etmenin yolu yok. Çünkü ben senin aklından da kalbinden de ne geçtiğini biliyorum. Sen-”

“Bilmemeni zaten nasıl düşünebilirim. Ama senin benimle, bizimle ilgili olanları görmeyi bile bile seçmediğini de biliyorum. Ve bu bana bazen seni asla affetmek istemediğime öylesine inandırıyor ki sana gülümseyerek bakarken senden nefret edip sonra kendime kızıyorum.”

Tarık beni ardında bırakıp yürümeye devam etti. O beni kızdırmamıştı. Ama ben onu sandığımdan daha çok kızdırmıştım. Bu beni bırakıp gitmesine neden olmuyordu. Ancak hiçbir şeyin ve dikkat dağıtıcının olmadığı bu yerde benimle kalırken artık suskun kalamıyordu. Onu zorlayan ve zehirleyen her şey dilinden dökülmek istiyordu. Görmeyi reddettiklerim yüzünden konuşmayı da en az dinlemek istedikleri kadar arzuluyordu. Ona söylemediğim her şey için bir nevi fırsat talep ediyordu.

“Sen de diğerleri gibi onlar kadar benim arkadaşımsın. En az onlar kadar benim için değer taşıyorsun. Eğer beni isteyerek ya da istemeyerek kırsaydın, bunu planlasaydın onlardan çok daha fazla bana zarar verebilir, canımı yakabilirdin.”

“Ve sen ben sana zarar vermemek için, seni bir an olsun mutlu edebilmek için durmadan çaba gösterirken bu kararı aldın.” Öfkesiyle daha fazla konuşamayıp olduğu yerde durup bana döndüğünde konuştuklarımızın ona zarar verdiğini görebiliyordum. Henüz zamanı gelmemiş olanları söyleyemediğim için anlamıyordu. Duyduğunda ise anlamasını beklemiyordum. Onun anlamasa da gitmesini isterken vicdanı ona engeldi. Bazen insanları ne halleri varsa görmeleri için bırakmak, özgür kılmak gerekiyordu ama Tarık bunu bilmiyordu. Geçmişte beni yapmak istediğim her şey için özgür bırakmışsa da asıl yapması gereken bu andaydı. “Bir şeyi yanlış yapmış olmam gerekiyor. Düzeltilebilecek bir şey için gidemezsin, ölmeyi istemeyi aklından geçiremezsin. Ve sen her dersen de ben bunu, yapmak istediğin şeyi asla kabullenemem. Bu dünyada düzelmeyip değişmeyecek hiçbir şey yok.”

“Geçmişi unuttun.” Gülümsedim. Geçmişi mutlulukla örülü olup her istediğini almış olan birinin gözünü diktiği yerin tam aksi yönündeydim. Tarık ve onun gibi olanlar için gelecekten daha önemli hiçbir şey yoktu. Orada her şey yapabilirler, herkes olabilirlerdi. Tüm yanlışların onların çabaları ile düzelip günlerin günlük güneşlik olabildiğini görmüşlerdi. Benim olduğum ve olamadığım o yerde değişmeyecek yaşananlar benim verdiğim gibi kötü ama kurtarıcı kesin kararlar verilmesine neden olurdu.

Ölmek istediğime karar verdiğimde bunun ardında geçmişi değiştiremeyecek olmak tam olarak büyük bir etken değildi. Orada olanların yüzünden korktuklarım, Tarık’ın önemsediği gelecek her şeyi belirlemişti. Yine aynı şeyleri yaşama korkusu benim verdiğim karardaki ilk adımımın nedeniydi. Korkular, korkunç olaylardan sonra yaşanan hisler her şeyi bitirmeyi istemem konusunda keskin bir bıçak gibiydi. Umutları ve hayalleri kesip atmıştı. Hiçbir zaman olmadığım kadar umutsuz olmuşken, bir gün sonrasının iyi olduğundan emin olamazken sadece bu yolu sonlandırmak istemiştim. Gerçek ve eski bir yol üzerinde hayat yolumun sonuna gitmek ise muhtemelen tam da son karar için kendime baskı yaparken bir an için romantik bir yol gibi görünmüştü. Sakladığım tüm o romantik hislerime rağmen ironik şekilde yol beni buraya kadar getirmişti.

“Geçmişi de değiştirebilirsin. İstersen ona esir olmaktan kurtulabilirsin. Ama senin buna cesaretin olduğundan şüpheliyim. Çabalamak yerine pes etmek istiyorsun. Tıpkı diğer savaş boruların öttüğü tüm o zamanlarda olduğu gibi… Tıpkı aşkın sana el uzattığı her seferde onun elini kestiğin gibi beni de buradan kesip atmak istiyorsun. Ama daha çok benden seni kesip atarak kurtulmayı, istediğini yapabilmeyi ümit ediyorsun.”

“Bu yapılabilecek bir şey olsaydı daha önce zaten yapardım. Sen bana rağmen banim her yaptığım şeye bir şekilde katlanan tek insansın.”

Bunu iltifat etmek için söylememiştim. Gerçeği dile getirmek ondan kurtulmak istediğim halde kaçtığım bir şey değildi. Korkunç anları ve anıları söylemeye yanaşmasam da gerçeklerle hiçbir zaman zorum olmamıştı. Ki bundan ötürü bir aileyi, kendi ailemi de parçalamıştım.

“Keşke olmasaydım. Ama başka bir şey yapamıyorum.”

 

 

Tarık’ın ardından yeniden yürümeye başladığımda sessizlik de başladı. O önden gitmeye devam ederken bombalanmış bir şehir gibiydim. Gözümün önünde Kiev’in yıkılmış binaları belirirken orada da bir parça vardı. Eksik parçaları tamamlayacaklar arasında sadece benimle veya onunla ilgili şeyler yoktu. Koskoca gezegenin bir köşesinde olan savaşlarda insana etki etmeyi bir şekilde başarıyordu. Yakın bir coğrafyaya ümitsizlik çöktüğünde, günleri karanlık ele geçirdiğinde insanın bireysel savaşı da tükenip gidiyordu. Benim kendi savaşım benimle neredeyse hiçbir bağı olmayan insanların bombalarla aydınlanan geceleriyle beraber gücünü ilk kez kaybetmişti. Çabalarım azalırken daha fazlasını istemekten geri durmayan bir başka adam şehirlere bombalar yağdırmaktan usanmamıştı.

Doğanın sessizliğiyle beraber kendi sessizliğimin her şeyi susturmasıyla adım seslerini duymazken bazı anlarda kuş sesleri müziğe dönüşmüştü. Yol devam ederken istediğim bu kısmi huzurun devam etmesiydi. Aradığım biraz sessizlik ve son öncesi huzurken düşündüğü gibi tek başıma değildim. Tanıştığımdan beri yanında sessiz kalmaktan çekinmediğim tek insanla yolda ilerlerken bu kez sessizliğin ölümün ağırlığını bile aştığını hissediyordum. Bu kez sessiz kalmak onu zorlamasa bile onun söylediği son söz sonrasında huzur tam olarak gelemiyordu. Yaprağını dökmeyen ağaçlar arasında dağların kendi halindeliğinde ve bazı göçmeyen kuşların sesleriyle dolu olan yolum birkaç kelime ile darmadumandı. Bir yanım onun halinden umut dolup yakın bir zamanda gideceğine ve beni tek başıma bırakacağına sevinirken diğer yarım ölüyordu.

Kuşlar kendi arasında konuşsa da benim zihnimde iki cümle dönüyordu. Tarık’ın sesi aynı cümleleri söylemeye devam ediyordu. Sanki sonsuza kadar da aynı şeyleri söylemeyi bırakmayacaktı. “Keşke olmasaydım. Ama başka bir şey yapamıyorum.” Belki de zihnim bana işkence etmek için duymak istediklerini bulduğundan takılmış bir plak gibi aynı yerde durmayı, aynı sözcükleri tekrarlamayı seçiyordu. Hayatıma giren tüm insanlara en sonun söylettiğim o şeyleri ona da söyletmeyi başarırken artık bir bağım kalmadığına inanmak kolaydı. Eskisi gibi suçlu olmayı yeniden başarmışken başarılarımı diğerlerine benzetmeye çalışmamıştım. Uzun bir zaman boyunca suçlanacak işleri yapmayı bir başarı saymıştım. Suçtan, yanlıştan ve yanlış anlaşılmalardan kaçıp hep aynı kaderi tekrarlamıştım. Kendi kendimi suçlamaya alışmış, bunu bir şekilde tek doğruma çevirmiştim.

Susmak ve konuşmak arasındaki ikilemle yola devam ederken Tarık bir kez bile ardına bakmadığında onun daha önceki seferlerde ne hissettiğini anladım. En azından onun hislerine benzer hisler içinde olduğumu düşündüm. Görmezden gelinmek, yok sayılmak yabancı olup ilk kez karşılaştığım bir durum değildi. Buna karşın ilk defa Tarık tarafından görmezden geliniyor, orada değilmişim gibi yoluna devam ediyordu. Ya da bu her neyse onu yaşıyordum. Sonuçta o da bir insandı. Kızmak, kırılmak veya öfkesinin esiri olup hiç istemediği bir yolu kendi yolu saymak yapabilecekleri arasındaydı. Onu kızdırmış ve kırmıştım. Yıllar boyunca alttan aldığı her şeyle savaşıyor bile olabilirdi. Bana tahammül etmek için peygamber sabrı denen şeye uğraş vererek mi bilmem ama bir şekilde sahip olmuştu. Bu sabrın son kullanma tarihi ise artık bugün olabilirdi.

Faralya’ya giden yolumuzda bizden başka kimse yokken bir süre sonra kuşların sesi de kesildi. Adım seslerini duymaya başlarken başka bir sesi daha fark etmek güç değildi. İnsan sesi yokken doğadan gelen en küçük bir kıpırtının sesi sanki yankılanıyordu. Bu yüzden suyun sesini uzaktayken fark ettim. Onuncu kilometrede yol üstündeki ilk çeşmeni olduğu bilgisine sahipsem de onun varlığını unutmuştum. Yaşanan anların karmaşıklığı yüzünden yolla ilgili detaylara yer kalmamışsa da yol devam ederken onlarla karşılamak, detayları anımsamak karşı karşıya gelmek zamanlar yaşanıyordu.

Çeşmeye Tarık benden önce ulaşıp matarasını doldurmaya başlarken ondan biraz uzakta durup çeşmenin iki yanındaki yalnız ağaçlara baktım. Yeşilden sarıya dönen yapraklar artık dökülmeye yüz tutmuşken ait oldukları dallardan çoktan kopmuş olanlar yerdeydi. Yaşamaları için gerekli olan su yanarında olsa da zamanları bittiği için ait oldukları yerden gitmişlerdi ve tekrar bahar gelmeden yok olacaklardı. Zamanı gelmeyen ve toprağında olmayan çiçekler nasıl açmamışsa zamanı bitenler de gitmek zorundaydı. Ben de zamanımın bittiğini biliyordum. Ait olduğumu sandığım yerde, dalımda kalmak için neden de güç de bulamazken bulunduğum yer olan arafta hiçbir zaman olmadığım kadar azap ve acı çekiyordum.

Kendi mataramı doldurmak için davrandığımda Tarık’ın yürümeye devam edip gideceği sanrısına yenilsem de o oluk kenarına oturdu. Mataram dolana kadar ona bakmayıp dikkatimi işime versem de sonrasında yanına oturdum. Sessizliği bozacağını düşünmediğimden ona ve onun sessizliğine eşlik etmeyi istesem bile bir şeylerini değiştirmek istedim. Konuşup ikimizin arasındaki sessizliği bozsam ne söyleyeceğimi bilmesem de sessizliğin daha da derinleşmesine izin vermeyi düşünemedim. Kendime tezat olduğunu bildiğin düşüncelere aldırış etmeyip onun gitmesini hızlandırmak doğruyken yapamazdım. Geçmişimize, birlikte geçmiş olan zamana istesem de ihanet edemezdim. İstediğim şey ile ona zarar vermek aynı değildi. Ben sadece bu devam edilemeyecek hayatı sonlandırıp rahatlamak, kendimden kurtulmak istiyordum. Onunla ya da başka biriyle bir sorunum yoktu. Kendimi affedemediğim zamanları silip atabilmek asla mümkün olmayacakken ben ona da zarar verecektim. Daha fazlasını ona yaşatmadan kendim her şeyi kontrol edip güvenli ortamı sağlamalıydım.

Yanlış ve doğru olan düşüncelerim arasından sıyrılmak kolay değildi. İlk adımın zorluğu önümde dursa da bu kez bir zorluğu daha görmezden gelmeyi seçtim. İlk adımlardan korksam da her zaman korkusuz bir canavar gibi davranmışken Tarık için de bunu yapabilirdim. Hem istediğime kavuşmanın hem de onu daha az acıtmanın bir yolunu bulabilirdim.

“Dedemin doğup büyüdüğü, annemin ise uzun zamanlar geçirdiği köye her yaz beni de götürürlerdi. Hasat zamanından önce şenlikleri vardı. Birlikte yemekler yapılıp yenir, çocuklar ise etrafta oynayıp eğlenirdi. Bazı yıllar orada olmayı sevsem de pek eğlenmezdim. Düşünmek için orada çok büyük bir sessizlik vardı. Hiçbir şeyle meşgul olmazsan insanı o düşünceler er ya da geç mahvedecek kadar güçlenecek sanırdım. Ve o zamanlar bile hâlâ fazlasıyla çocuktum ama düşünceler o zamanlar bile peşimi bırakmazdı.”

“Bahsetmek istediğim aslında orada ne hissettiğim değil. O köyde de böyle pek çok çeşme vardı. Nedensizce farklı adlandırılırlardı. Bazılarına çeşme, bazılarına pınar ya da bunar, bazı ne farkı olduklarını bilemediklerime akar ve hatta bazılarına ise ırmak dedikleri olurdu. Nedeni, farklı isimlendirilmelerinin anlamını sorduğumda tatmin edici bir cevap alamazdım.”

“Benim o çeşmeler ya da pınarlar, her nasıl isimlendirmek istersen onların arasında en sevdiğim ise yanında en eskisinden bir çamaşırhane olandı. İçerisi her daim karanlıktı. Tesisat döşenmediği için elektrikle aydınlatılamıyordu. Sadece kazanlardaki suları ısıtmak için yakılan ateşten içerisi biraz da olsa aydınlanıyordu. Dışarıda güneş parlarken içeriye girdiğinde kendini kör olmuş sanabilirdin. Yine bir hikâyesi, zaman rağmen hayatta kalışı vardı. Çünkü benim o köyde bulunduğum zamanlarda artık neredeyse köydeki tüm evlerde çamaşır makinesi olduğu için oradaki sistemi, kadınların oraya geldiğinde ne yaptığını çok az görebilmiştim. Yine de en çok eğlendiğim ve güldüğüm zamanlar oradaydı.”

“O köye en son gittiğimde seferde o çeşmemsi pınardan akan su hâlâ soğuktu. Köyde o pınardan akan suyun kayaların arasından çıkıp geldiğini duymuştum. O suyun başında durup onun akışını izlediğim basit zamanlarda oradaki suyun kaynağının asla tükenmeyeceğimden ve ne zaman gidersem gideyim akmaya devam edeceğine inanıyordum. Ki oradan akan o soğuk su hâlâ bitmemiş. Su sonsuz bir yaşama ve güce sahip gibiydi. Neredeyse canlı olduğunu, bana bir şeyler anlatmaya çalıştığını düşünürdüm. Belki kontrolsüz gücümün arada beni bulması onu hatırlamamdan oluyordu. Onu hatırladığımda zihnimde beliren asla kirletilemeyecek bir beyaz ve asla sıcaklığı değişmeyecek kadar soğuk su… O beyazlığı hiçbir yerde bulamadım. Hayatın yollarına da yaşanışına da alışamadım.”

Kelimelerim tükenene kadar cesaret edip ona bakamasam da yüzümü ona çevirdiğimde onun bir duvardan farkı yoktu. Beni duymamış gibi önündeki yola, yolun öte tarafındaki dağlık alana bakarken onun o halinden farklı değildim. Ben de onun konuştuğu çoğu zaman onun ne dediğini duymuyordum. Duyduğum şeylerin ise bana genellikle hiçbir katkısı olmuyordu. Kötü olanı duymayı seçerken çoğunlukla kötü olan bendim. Varlığımın başından beri tamamen iyi olduğum hiçbir anı anımsamıyordum. İyi bir şeyler yapmak istediğim halde iyiliğin bana hiçbir şekilde dokunmadığını, beni seçmediğini kabul etmeliydim. Artık daha fazla kendimden kaçıp saklanmak yerine teslimiyetle sona varmalıydım. Tarık’ı da bu hale getiren benken sorumluluk artın onda olmamalıydı. Üzerine yüklenen sorumluluğumdan kurtulmalıydı. Ne ona ne ondan sonraki olacaklara zarar vermemeliydim. Birine bir iyiliğim dokunacak olsa çoktan bunu yapıp belki de kendimi affedebilecekken yolu bulamamıştım. Buradaydım. Parçalanıyordum.

“Anlatacağın her şey ölmeni, ölmek istemeni haklı çıkaracak anlar olacak, değil mi?” Bu soru bir an ne yaptığımı bana gösterdi. Sorusuyla beni beklemediğim bir yerden yakalarken bunu düşünmemiştim. Ama kimse güzel anıları düşünerek ölmeyi istemezdi. Belki gelecekte o anlara benzerlerini bulamamaktan korkar belki de onların sayesinde yeniden yalanlara tutunup kendi canını yakacağından çekinirdi.

“Domates çorbasını neden sevmiyorsun?” Tarık’ı ayağa kalkmaya yeltendiği anda sorma düşüncesinde dahi olmadığım bir soruyla onu durdurdum. Sorular sorup cevapları duymayı beklemeden kaçmasını istemiyordum. Ki aslında o bir soru sormamıştı. Anladığını belli etmek için sözünü söyleyip kenara çekilmeyi planlamıştı. Ana benim gerçek sorularım vardı. Hiçbir zaman sormaya yeltenmediğim, ilgisiz göründüklerimi bitmeden bilmek istiyordum. “Bununla, bu çorbayı sevmemenle ilgili hiçbir zaman tam bir cevap vermediğini düşündüm. Ana nedenini anlayamadım. Ama bugün o çorbayı içtiğini ilk kez gördüm. Bilmediğim, senin söylemeyi asla düşünmediğin bir şey olduğunu anladım.”

Tarık’ın beni, benim ne yaptığımı sorguladığını gözlerinde görüyordum. Ne yapmaya çalıştığıma dair kendine bir açıklama yapamıyordu. Ben sadece ona değil kimseye gereğimden fazla ve özel sorular sormazdım. İnsanlar da onlarla ilgilenmediğimi, bazıları ise kendini beğenmişin teki olduğumu düşünürdü. Ne düşündükleri, en azından bu yaptığım şey yüzünden ne söylediklerini önemsemezdim. Çünkü insanların anlatmak istemedikleri olduğuna, sınırları geçmenin neden oldukları yüzünden yaşananlara inanırdım. Benim anlatmak istemediğim, bir an yanına yaklaşamadığım onlarca an varken kendime yapılmasını istemediğimi başkalarına da yapamazdım.

Arkadaşlarım hakkında zamanla çok fazla şey öğrensem de oturup bir anda sanki birlikte son seferimizmiş gibi her şeyi öğrenmeye kalkıştığım bir zaman yoktu. Kendiliğinden olanları zorla olanlara tercih ederdim. Bu sayede detaylarda olanı görürdüm. İnsanın kendini anlatması bana göre imkânsıza yakınken gerçekleri sadece yaşanan ve kaybolan anlar verirdi. O en zor anda verilen bir karar bencilliği de karşında olan insana verdiğin değeri de ortaya çıkardı. Ki zaten sözler yanıltır anlar anlatırdı.

“Birilerinin sana bu soruyu sorduğunu biliyorum. Belki de cevap olarak söylediklerinden dahası yoktur. Ama yine de ben sormak istedim. Cevap vermene-”

“Eğer o soruyu sen sorsaydın cevabı onlar da sen de bilirdin. Ama herkesten önce sen o cevabı öğrenirdin.” Bunun cevaba giden yol olduğunu anlarken gözlerini gördüm. Kahverengi gözlerinde hâlâ hüzün varken kızgın görünmüyordu. İnatlaşmaya çıkacak sandığımız yolumuz onun teslimiyetine doğru ilerliyordu. “Belki benim yüzümden inanman zor olabilir ama annem de senin gibi en çok domates çorbasını severdi. Son isteği de en sevdiği oldu. Hem doktor hem de şartlar onun bu son isteğin gerçek olmasına izin vermedi.”

“Özür dilerim.”

“Özür dilemen için bir sebep yok. Belki de sana daha önce anlatmalıydım. Ancak bu olay senden önce oldu. Kimsenin de haberi yokken bahsetmek istemedim.” Bir an durup birkaç kez nefes aldı. Mataradaki suyundan bir yudum alırken ben bir şey diyemedim. Sadece bekleyip patikadan farksız yoldan bize bakmadan geçip giden köpeği izledim. Onun gibi tek başıma bu yolda olabileceğim yeniden aklıma gelse de olması gereken belki de buydu. “Tüm bunlar senin yurda gelip okula başladığın yazın başına oldu. Eve gitmeyi zaten istemiyordum ama onun son zamanları olduğunu da bir şekilde biliyordum.”

“Hastalığı neydi?”

“Hasta değildi. En azından o yatağa bağlanana kadar bir hastalığı yoktu.” Daha fazlasını sormaya cesaret edemedim. Bir kaza olduğunu düşünsem de sanılarım bir an içinde parçalanıp gerçeği verdi. “Ben on yaşındayken annem babamın onu aldattığını öğrendi. Nasıl ya da kimden öğrendiğini bilmiyordum. Öfkesinden başka bir şeyi hatırlamıyorum. O akşam babamla öfkesi her an daha da harlanarak konuşuyordu. Sonrasında isteri krizi geçirdiğini görsem de o andan sonra ben orada yoktum. Annemle ikisi uzun süre kavga etmişler. Kavganın sonlarına doğru ise annem kendini balkondan aşağı atıp intihar etmeye kalkışmış. Belki de babama ceza vermeyi istemiş ama başaramamış.”

“Bu konuyla fazla ilgili olduğun için bilirsin ki tüm intihar girişimleri başarıyla ve istenen ile sonuçlanmıyor. O da bir anlık bir kararla fazla düşünmeden bir karar vermiş. Büyükbabam onu yakalamak ve durdurmak istese de başaramamış. Onu yeniden gördüğümde evimizdeki bir hastane yatağında yatıyordu. On yıldan uzun süre o yatakta yattı. En sonunda vücudunda derin yaralar açılmıştı ve ne yapılırsın iyileşip kapanmıyorlardı. Boğazındaki kaslar gücünü günden güne kaybetmiş, yutkunmayı başaramaz bir hale gelmişti. Hortumlarla besleniyordu. Karnına açılan bir delik vardı ve yiyebildiği tek şey olan o mama ancak o şekilde midesine giriyordu.”

Anlattıkları gözümün önünde canlanırken onu görmesem de görebiliyordum. Tarık’ın yaşadığı anlarda onun yanında olmamama rağmen olabilecek her şey oradaydı. Bildiğim eski bir manzarada fotoğraflardan tanıdığım bir kadın belirirken sorumun varacağı yere dair ufacık bir tahminim olsa ağzımı açmazdım.

“O yaz yanına gittiğimde daha da zayıfladığını gördüm. Zamanın azaldığını anlamak için dâhi olmama gerek yoktu. İğneler, ilaçlar, serumlar, mamalar ve her gün yeniden yaşanan aynı sahnelerden başka bir şey yoktu. Haziran bitene kadar sadece iki hafta geçmişti ama iki yıldan daha uzundu. Ve sonra o gün geldi. Ferit ile saçma bir iddialaşma yüzünden tüm günü Kozahan ve civarında hiçbir şey yapmadan bomboş geçirdim. Eve geldiğimde son kez olduğunu tahmin edemeden, bilemeden onunla konuştum. Zor konuştuğu için daha çok ben konuşmuştum. Ama o konuştuğu zaman şikâyetinin ne olduğunu ondan duymuştum. Mamadan nefret ediyordu ve bir kerecik olsun istediği şeyi yemeyi diliyordu. Bunu onun için doktoruna sordum. Doktoru izin vermedi. Annem ise zaten bir gün daha yaşamadı.”

“Senin kadar olmasa da o şekilde beslenmenin nasıl olduğunu, öyle beslenmek zorunda kalanların nasıl zorluklar çektiğini biliyorum. Annen de bunu yaşadığı için üzgünüm.” Zaman kaybetmeden konuştum. Elini tutmak için uzandığımda elini kaçırmaya yeltenmedi. Anlatmak zorunda kaldıkları onu yormuş olabilirdi. Kalbi en çok yoranın en sevilenlere ulaşamamak olduğunu biliyordum. En sevdiğin insanlardan birine onun en çok ve belki de son istediği şeyi verememenin nasıl olduğunu, neler hissettirdiğini biliyordum. O kararın ne kadar zor verildiğini anlatmanın önemi yoktu. Kararı ve kuralları uygulamak zorunluydu. Kararlar ve kurallar nedeni ile tüm ömür boyunca bir kez yapılamayan zaten unutulmayacaktı. “Dedemin de hastalığında yemek istedikleri olmuştu. Ve bu onun için bir anda geçilen bir durumdu. Zamanla değil hasta olduğu gün kaslarını hareket ettiremez oldu. Ona istediklerini veremeyeceğimi her anlatışımda canımın nasıl yandığını unutamıyorum. Senin için daha da zor olduğuna eminim. Ama bazen kararlar ve doğrular bize ait olmuyor. Bugün keşle orada kendini zorlayıp o çorbayı içmek için uğraşmasaydın. Sana acı veren bir şeyi yapmanı asla istemem.”

Elini tutan elimi iki eli arasına alıp tamamen bana döndüğünde nedenini anlayamadığım bir korku kalbimin daha hızlı atmasına sebep oldu. Her kelimenin beni aynı yere bir şekilde getirdiğini yalnızca ben hissediyor olamazdım. Ve onun beni benim verdiğim örnekler nedeni ile yanlış anlamasından korkuyordum. Ona yakın davranıp onunla ilgilenmemin isteğime onu ikna etme isteğimle alakası yoktu. Ama ince bir buz üzerindeydim. O buz kırılırsa onu yapmak istediğim şeyin sonucundan daha çok kırıp canını yakabilirdim.

“Onun yiyemediği bir şeyi yemeye hakkım olmadığını düşünerek domates çorbasından bir süre uzak durdum. Bunu reddedemem. Ama bir süre sonra bu benim için bir oyun haline geldi ve eğlenmeye başladım.” Kaşlarımın çatıldığını hissetim. Anlama yetimi kaybetmemiş olsam da yavaş anlayıp algıladığım ortadaydı. Ve o kendi kendine gülerken parçaları birleştirip anlamak kolay olmuyordu. Ona bakarken anlamaya çalışmak anlamayı daha da zorlaştıran bir etken gibiydi. “Dünya üzerinde o çorbadan daha güzel hiçbir şey olamazmış gibi davranıyordun ve herkese bunu dayatmaya çalışıyordun. Seninle inatlaşmayı seviyordum. Beni ikna etmek için her seferinde çabalamandan zevk alıyordum. Benimle, içtiğim ya da içmediğim bir çorbayla ilgilenmen beni mutlu ediyordu. Hatta bir seferinde kendi kaşığınla çorbayı burnumun dibine kadar sokmuştun. O an benim seninle olan en değerli anlardan biriydi. Sonra her zamanki gibi Doruk etrafta belirdiğinde benim üzerimde olan ilgin uçup gitmişti.”

Bahsettiği anı anımsıyordum. Fırtınanın başlamasından üç hafta kadar önceydi. Sadece eğleniyordum. Tarık’a zorla çorba içerecek halim yoktu. Onun da yaptığı gibi onunla inatlaşıp onu sinir etmek asıl niyetimdi. Belki biraz sinirlendirmek, kendimden uzaklaştırmak istemiş de olabilirdim. Çünkü o günün sabahında Özge beni uyarmıştı. Hem Derya’nın hem de Yasemin’in Tarık ile çok fazla zaman geçirmeye başlamamdan rahatsız olduklarını söylemişti. İkisi de arkadaşımdı ve ben Tarık’ı onlardan farklı görmüyordum. Erkek olmasının benim için bir önemi yoktu ama onlar için bu önemliydi. Derya ondan umudunu kesmeyen eski sevgiliydi ve Yasemin ise onunla aralarında bir şey olmasının ardından sevgili olmayı umut eden yeni sevgili adayıydı. Ve benim potansiyel bir tehlike olduğuma karar vermişlerdi. Doruk yüzünden ben daha da büyük bir tehlike olurken onlara göre onu değiştiren diğerlerini de değiştirebilirdi. Ki bu durum daha yakınlarında olmamı ve bir seçim yapmamı istemelerine kadar da gidecekti.

Doğrucu Davut olmam gerekirse o gün Tarık’ı kullanmıştım. Başka biriyle de yakın bir ilişkim olabileceğine dair kendimi kandırıp Doruk’u kızdırmak istemiştim. Ama aynı zamanda ince bir buz üzerindeydim. O günlerde artık Tarık’ın benden hoşlandığına dair kuşkularım vardı. Yanlış bir izlenim bırakırsam olabilecekleri tahmin ediyordum. Hem sonunu bir an olsun düşünmeden ardı ardına hamleler yapıyordum hem de hâlâ rahat hareket edebileceğim bir alan bırakmaya çalışıyordum. Tarık’ı kızdırma niyetiyle burnuna kadar çorba sokmam da bundan ötürüydü.

“Yolumuza devam etsek iyi olacak.” Elimi bırakan ellerle beraber Tarık’ın vazgeçtiğini bir kez daha anladım. Benimle yola devam etmekten vazgeçmemişti. Bana söylemeye kendini hazır hissettiği şeyden ise şimdilik vazgeçtiği ortadaydı. Bir anı ya da bir şeyi hatırlamıştı ve zamanın doğruluğu yok olup gitmişti. “Yürümemiz gereken birkaç kilometremiz yolumuz daha var. Akşam olmadan çadırları kurmak ve bir şeyler yemek isteyeceksindir. Karanlığın erken çöktüğünü de düşünürsek aceleci ve hızlı olursak bu bizim yararımıza olur.”

“Vadide Gül Restoran var. Sanırım orası açıktır. Sezonda değiliz ama çoğunlukla açık olduğunu duydum. Yemek için farklı bir şeyler bulabilirsin.”

Benden önce ayağa kalkıp bana yukarıdan bakan Tarık nerede yiyeceğimizi önemsemiyor gibi görünmüyordu. Elini uzatıp kalkmama yardım etti. Onun yine önden gideceğini sansam da yolumdan çekildi. Bu onun artık kızgın olmadığının işaretiydi. Sinirlenmişti ama en sonunda sakinleşmişti. Beni görmek onu öfkelendirmeyecekti ve bu da gözünün önünde durmamı istemesi demekti. Sakince devam etmek için orada olmamı şart koşuyordu. Ve istediğini alması zor değildi.