Tabağımdaki balığa baktığımda yemek yemeyi istediğimden emin değildim. Gerekliliği yerine getirmek için bir adım atmış ve sipariş vermişsem de öteki adımı atamıyordum. Ona kısa bir an bakmak bile devam edemeyeceğimi belli ediyordu. Her şey için gerekli olan o ilk adımı her zaman atıp sonrasını getirememem gibi yemeğimi yemek için bile o son adımı atma cesareti bulamıyordum. Hâlâ her şeyde ilk adımda olduğum gibi burada da ilk adıma takılıp kalmış ve ilerleyememiştim.

Güzel günlerin ardından gelen soğuk geceler gibi neşeli günlerin sonunda gelen o kötü günü anlatmam gerekiyordu. Zamanın içinde birbirini takip eden olayların en son anına kadar gideceksem hikâyeler ve zamanlar arasında atlamalar yapmamalıydım. Lakin anlatmaya hazır hissetmem mümkün görünmüyordu. Biraz daha oyalanmak istesem de bunu nasıl yapacağıma dair net bir karara varamıyordum. Ya da belki bu anı fazla büyütmemeliydim. Diğerleri gibi bir başkasının hayatından bahsedercesine anlatmalıydım. O beni yargılayacak son insan bile değil iken duydukları onu sadece üzecekti. Ben olduğundan emin olamadığım bir kızın hayatının en kötü günlerinden birini anlatırken ona ya da bana üzülecekti. Diğerleri gibi belki acıyacaktı ve tıpkı onlar gibi bir gün bunun hakkında konuşurken bana yakalanacaktı. Eğer bu yolu gerçekten ölmeden bitirirsem birilerinin bir şeyler konuşacağına şüphe yoktu.

Kendi yemeğini yemeye devam eden Tarık’a baktım. Aynısını yapabilirdim. Ondan daha çok yemek yemeye ihtiyacım vardı. Günler süren ve kendime verdiğim o açlık cezası sonrası bu yola devam edeceksem güç toplamak zorundaydım. Ölme umudu taşıdığım yolda güçlenme zorunluluğu duysam da derinlerde bir yerde hâlâ kendimden şüpheliydim. Ölmeyi gerçekten isteyip istemediğimden emin olamıyordum. Her şeyi bitirip bir güne daha başlamamak en iyi çözüm gibi gelse de o sınırı geçmek için yeterince cesur olup olmadığım muallaktı. Kazayla ya da kendi aptallığımla ölmek için bu yolda olduğumu düşünsem de parçalar yerine oturmadan öylece durmaya, beni rahatsız etmeye devam ediyordu. Zaten bu yapacağımdan emin olsam bu kadar uzun bir yolda olmayacağım aklıma gelirken zihnimin dehlizlerinde olanı biliyor ama yine ve yeniden görmezden, duymazdan geliyordum.

“Bana yeni ne anlatacaksın?”

“Hayatımın değiştiğini en önemli günü anlatacaktım. Ama sanırım ikimizin de yemeğe ihtiyacı var. İştahının kapanmasını istemem.” Bir an durdum. Verdiğim detaylardan sonra bile iştahını merak kapatacakken olması gerekenden fazla konuşmuştum. Yine de tahmin edeceği şeyler arasında olmayan onu bir süre rahatsız etmez diye umut etmeye meyilliydim. “Kampa gidince kahve içerken konuşuruz. Yemeğini yesen daha iyi olur.”

“Sen konuşacakların yüzünden yemezken mi?”

“Yiyeceğim. Sadece zaman ihtiyacım vardı.”

Balığı yemeye hâlâ gönüllü olmasam da berbat bir damak zevkiyle istediğim patates kızartmalarından birkaç tane yedim. Canım henüz herhangi bir şeyi istemezken geri gelmeye başlamış iştahımla beraber daha çok yemek yiyebileceğimi umuyordum. Miden yemekleri her gördüğünde bulanmaya devam etse de sonsuza kadar aç kalamazdım. Açlıkla kendimi öldürme ihtimalim Tarık yanımdayken yoktu. Bir kartalın avının her hareketini izlemesi gibi benim ne yapıp ne yediğimden gözünü ayırmazken er ya da geç duruma el atardı. Ki onun bir duruma el atması demek beni etkisiz hale getirip bu yoldan uzaklaştırması anlamındaydı. İştahımın çeşitli nedenlerle olmadığı seferlerde zor kullanmadan kendi istediğini yaptırdığını bilirken bu tür bir çatışmaya onunla girmeden yemeklerimi bitirmek benim yararımaydı.

“Sıra arkadaşım burnumu sıraya vurmama neden oldu.” Aklımdan anımsanmaması daha doğru olacak bir an geçtiğinde onu yok etmek için zararsız bir anıyı çağırdım. Kendince zararsız bir şaka olsa da en kötüsü olsaydı şimdi farklı bir görünümüm olabilirdi. “Aslında vurmama neden demek tam doğru olmaz. Tüm gücü ile kafamı ittirince yüzümü sıraya yapışmış şekilde buldum.”

“Bir şey oldu mu?”

Bakışları burnuma kaydığında kusur aradığına emindim. O kaza gibi görünen ama asla kaza olmayan şakanın izi yoktu. Belki kaza bile değildi. Fakat bu küçük bir açı farkının bende iz bırakmayacağını bir an bile garanti edemeyeceğini yok edemezdi. Buna karşın fazlasıyla şans benden yanaydı. Burnum kanamadan dahi bu şakayı atlatmıştım. Bir süre sızlasa da bu burnuma olan ilk kasıt değildi ve ben bile istemeden ona zarar verecek yolları bulurdum.

“Kanamadı bile. Ama sanırım uzun süreli arkadaş edinmeme ihtiyacı duydum. Sonrasını büyük ölçüde etkiledi. Ve hep aynı şey yaşandı. Arkadaşları kardeş gibi görmek istedim ve her zaman onlar beni üzmenin yolunu buldu.” deyip durduğumda gülümsemeye çalıştım. Aslında bu kadersel döngüyü bir şekilde sonlandırmıştım. Tarık dışındakiler aynı sonu bana getirse de o hâlâ buradaydı. Ama sorun başkaydı. Tarık benim sadece arkadaşım değildi ve onun diğerleri gibi olmayışı beni aynı bataklıktan çıkaramıyordu. “Sanırım bunu değiştirebilecek kişi benden başka biri olacak.”

“Yanlış insanlara hak ettiklerinden fazla değer verirsen hiçbir şey hiçbir zaman senin de dediğin gibi değişmeyecek.”

Ona bakmaya devam etmek yerine başımı tabağıma çevirdim. Onu tanımanın bir cezası olarak cümlelerinin ucunun nereye kadar gittiğini biliyordum. Bilmiyor, anlamıyor gibi yapsam da zihnim onun ima ettiği insanların yüzlerini teker teker gözümün önüne getiriyordu. Hiçbir şey onların anılarından beni kurtaramazken kendi yapmam gerekeni yapmadığımın da farkına varabiliyordum. Lakin yaparsam vazgeçeceklerimin en önemlisi çıktığım yoldu. Bu yoldan ilk ve son kez vazgeçip geriye dönersem bilmediğim ve tahmin edemeyeceğim bir acıyı bekleme sürecim başlayacaktı. Biri er ya da geç yine aynı şeylere neden olacakken, ben yine kendimi üzmenin yolunu bulacakken yapmak istemiyordum. Tarık beni üzenlerden biri olacağı zamanı görmek de onu daha çok üzmek de kalbimin korkuyla çarpmasına neden oluyordu. Sadece her şeyi sonlandırıp hiçbir şeyin farkında olmayacağım bir seçimi talep ediyordum.

Ölmeyi neden istediğimi ben bile bilmiyordum. Düşünmeye kalkışırsam mantığımın tüm eski zamanlarda olduğu gibi benimle alay edeceğini ise görmezden gelemiyordum. Duygusal olan, her şeyden kendini sorumlu hisseden o yanımın aksine aklım gerçekleri biliyordu. Belki de kendini, kendi başına gelenleri de affedecekti. Kendine acımayı bırakıp büyütecekti ama ben o kızla kalmak istiyordum. O küçük kızı büyütmek kolaysa bile taşımaktan kurtulacağı ve asla hatırlayamayacağı yükler sonrasında mutlu bile olabilirdi. Ama onun için olabilecek güzel şey ya da şeyler bizi daha fazla ayıracak, birbirine benzemez kılacaktı. Mutluluğumla ona en son ihanet eden ben olacaktım. İhanet ettiğimi bile düşünmeden yaşarken o yok olacaktı. Ve ben onu yok etmek, yok olmasına neden olmak istemiyordum. Onunla devam etmek de istemezken tek çözümün bu olduğuna bir kez daha inanmak istiyordum. Çünkü buzun da kararın da ilk ve en büyük darbeyi aldığını biliyordum. Tarık’ın burada olması görmek istemediklerimi her an görünür kılabilirdi ve ilk gören ben değil de o olurdu.

Düşüncelerimi kendimden de kararımdan da uzaklaştırmam gerektiğini hatırladığımda neye dikkat edeceğimi bir an bilemedim. Ama uğraşmam gereken konu oradaydı. Tarık’ın son cümlesinde konuşulacak bir mesele bulurken kendi sesimle kalmak için erkendi. Konu değişip başka bir mesele zihnimi ele geçirene kadar bende bana izin olmamalıydı. Sonrasında yine ve yeniden kendimi oyalayacak bir söz ya da an bulabilirdim.

“Doğru insan diye biri yok. Varsa bile onu tanımak imkânsız olabilir.” Kendi sözlerime ne kadar inandığımı, onların ardında nereye kadar durabileceğimi sorgulamadım. Lakin geçmiş tecrübelerimi anımsadığımda haklılığımı biliyordum. Haklı olsan da haksız olabilmenin nasıl da kolay olduğunu ise bir süre için düşünmeyi erteledim. “Hem doğrunun ne olduğundan kim nasıl emin olabilir ki? Doğruyu belirleyen ne ki?”

Bir zamanlar zihnimin içinde en çok yankılanan sorular birbiri ardına dilimden dökülür iken cevapları bilmiyordum. Kendi davranışlarıma kılıf uydurmak için doğruları benden başka birinin belirleyemeyeceğine inandığım zamanlar olmuştu. Yaptığım her şey, attığım her adım bana göre haklı ve doğruyken pişmanlık duymamışsam da sonrasında bu halden, yapmaya her daim cesaretim olanlardan vazgeçmiştim. Belki de tarihin en eski yollarından birine geldiğim yolda bu vazgeçişle başlamıştı. Cesaret gerektiren yola en korkak halimle çıkmış olabileceğim gerçeği komik olsa da bu yolun amacı da öncesi de trajikti. Ve birçok şeyi unutmanın yolunun olduğundan kuşkularım vardı.

Unutmak pek çok insan için bir nimet, istenmeden verilen bir hediye olabilirdi ama benim unutamayan bir hafızam vardı. Her bir an en ihtiyacım olmayan anda bana kendilerini yeniden hatırlatırken eski bir öğüdü de düşünüyordum. Unutamadığım takdirde affetmemi söyleyen o öğüdü hiçbir zaman tutamamıştım. Ne unutmak ne affetmek bende mümkün olamazken üçüncü bir yol bulmak zorundaydım. Ki bu yolda benim sonunu görüp göremeyeceğimi bilmediğim ve aslında sonunu görmek yerine istediğim o yoldu.

Yemeğini yemekle ilgilenen Tarık sorumu duyduğunu belli etse de cevap için acelesinin olmadığını belli ediyordu. Onun kadar iştahım açık olmasa da yemekle eskisi kadar mesafeli bir halde olmadığımı gördün. Düşünceler içinde gezinirken biraz da olsa yiyebilmiştim. Yine de yediğim miktarın ne benim gibi yolda olana ne de iki kişiye yetecek bir hali vardı.

Sırrım ansızın zihnime süzüldüğünde su içmek için bardağa uzandım. Onu düşünmemem ve yok saymam gerekiyordu. Anlık bir gafletle ona dair bir düşünce zihnime sızar ya da benim kelimelerim arasından kaçıp Tarık’ın kulağına giderse ne olabileceği belliydi. Olduğum yere de yapmaya çalıştığım şeye de zaten karşı olan duyduğu şeyden sonra asla vazgeçmezdi. Ama aynı zamanda bu yaptığımı tıpkı benim gibi ne affedebilir ne de unutabilirdi.

“Belki cümlem yanlış olabilir ama bir gerçek var ki onu inkâr edemezsin.” Tarık yavaş ve sanki hiç önemli olmayan bir şeyden bahseder gibi konuştuğunda korku ona sorduğum o soruyu unutturdu. Elimde korkuyla oluşan titremeyi saklamak için elimi kucağıma çekerken bir yandan onun ne dediğini anlamaya bir yandan da sorumu hatırlamaya çalıştım. Olması gereken olmak zorundaydı ve ben sakinliğimi korumazsam sandığımdan daha büyük bir açık vermem işten bile değildi. “Başkaları için doğru olabilecek insanlar senin için yanlış olabilir. Doğru insanlar da yanlış zamanlarda hatanın ve acının nedeni olabilir. Birlikteyken doğru olanlar ayrı ve farklı yerlerde yanlış olabilirler. Ya da tam tersi ayrı doğrular bir araya geldiğinde bir felaketi başlatabilir. Bunu geçmişinde biraz arasan görebilirsin.”

“İkinci soruna gelecek olursak doğrunun ne olduğunu ancak sen bilirsin. Kalbinin sana ne dediğini, nasıl biri olduğunu en iyi sen bilirsin. Ve sana göre doğru olan başkaları için bir yanlıştan ibaret olabilir. Ama sonuçta senin doğrunken bu kimseyi ilgilendirmez. Ki bence bu kimseyi de ilgilendirmemeliydi.”

“Laf sokmadan konuşabiliyor musun?” diyebildiğimde sırrımı zihnimin derinlerinde bir yerde kaybettiğime inanmak istedim. Tutunmam gereken şey verdiğim karar ve huysuzluğum iken ne kadar düşmanca davranmak istesem de bir sınırda durmam gerektiği de ortadaydı. Ona eziyet etmek için bir nedenim yoktu ve bunu yapamazdım. Benim derdim onun benim verdiğim karara saygı duyması, ölmek isteyeni ne olursa olsun ölüme terk etmesiydi. Beni sevmesi beni zorla hayatta tutması anlamına gelmemeliydi.

Ona bakmayı ertelemeye çalışsam da öfkemle ona döndüğümde karşımda bulduğum kişi sabah benime yolan çıkanla aynı değildi. Gece kapıma dayanan da ondan gizlice otelden çıkıp onu geride bırakmamı engellemek için gözünü ayırmayan da değildi. İlk zamanlardaki Tarık’a daha çok benzerken bir şeylerin onda değiştiği ortadaydı. Kızgınlığını da kırgınlığını da benden saklayan o Tarık’ı karşımda görürken planlarını değiştirdiğini anladım. Benim huyuma gitmeyi değil benimle inatlaşmaya, hatta kavga etmeye istekliydi. Kendi istediğini alamayacağı yoldan ziyade beni zorlayacağı o yoldaydı. Ve o bu yolu seçtiğinde amacı belliydi. Geçmişte benim kırılmamdan ziyade kendince doğru olana meylettiğinde nazik olan yanı çekip giderdi.

“Belki sen alınganlık yapıyorsun. Yani hep mi ben suçluyum?” Arkasına yaslandığında yüzündeki bakış alay benimle alay ediyordu. Öfkelenmem, hayatımın bıraktığım iplerini yine sıkı sıkıya tutmam için karşımdaydı. Benimle anlaşmanın değil ama fikrimi değiştirmenin en iyi yolunun çatışma olduğunu biliyordu. Bildiği oyunu son kozu olarak seçmişken bu oyundan uzak durmak zorundaydım.

“Sana hiçbir şey anlatılmaz.”

Derin bir nefes verip tabağıma baktığımda balığın yarısının yendiğini kabul ettim. Geriye kalanı da yemek zorundaydım. Hatta daha fazlasına ihtiyacım vardı. Savaşacağım cephe tam karşımda otururken onunla aç ve halsiz baş edemezdim. Defolup beni tek başıma bırakmasına artık ihtiyaç duymuyorken bu bir zorunluluğa evriliyordu. Bakışlarında da sözlerinin altında da olması gerekenden fazla imayı görürken ona anlattığım her şey için kendimden nefret etmem gerekiyordu. Ona bu gücü kendi ellerimle vermiştim.

Tarık ile bende hem bizi aynı yapan hem de birbirimize benzemez kılan bir şey vardı. Ne olduğunu hiçbir zaman anlamamıştım ama oradaydı. Ben tabağıma bakarken beni izlemesine neden olanla aynı değildi. Onu görmezden geldiğimde devam etmesi gerektiğine ona inandıran şey ile ise aynıydı. Yolları kapatan da açan da o adı konulmayandı. Onu ilk gördüğümde de bir an sonra unutmak istememe yol açandı. Bir tür tehlike ve aynı zamanda güvendi. İnsanı aynı anda hem tehlikede hem güvenli alanda tutabilecek kadar kuvvetli olan açıklanamasa da hâlâ oradaydı. Gitmesini engelleyenin de o olduğundan şüphem yoktu. Zira beni buraya kadar bir şekilde getiren de aynısı olabilirdi.

Yurtta kalacağım ilk günde market için çıktığım yol üzerindeki büfede gördüğüm yüz tam dokuz yıl gerideydi. Belki de daha uzun bir süre önce onu görmüştüm ama asla daha az zaman yoktu. Sonradan öğrendiğim şekilde sigarasını her zaman oradan alıyordu. Okula gitmek için kullandığı metro istasyonu biraz ilerideydi ve okuldan ya da başka bir yerden dönerken de yine yurttan önceki son adresiydi. Çoğu zaman yurttan olan arkadaşlarıyla orada oturduğu oluyor, orayı bir üs gibi kullanıyorlardı. O ve çevresinde olan herkes illa orada zaman geçiriyordu. Ki bu çevrenin içinde Doruk da vardı. Eskiden beri o grupta sandığım ama benimle aynı zamanda yurda gelen ve kendinden fazlası ile emin olan bela bu ana kadar olan anların mimarıydı. Eğer o olmasaydı ve ben eski bir günahı yenilemeseydim Tarık ile belki de hiçbir zaman şu andaki ya da mazideki gibi arkadaş olmayacaktık.

İçinde bulunduğumuz anda ve yerde ne denli arkadaş olduğumuzu bilemiyordum. Onun artık bizi arkadaş olarak görmemesi muhtemeldi. Hatta uzun bir süreden beri arkadaşlığı kalın bir perdenin ardındaydı. Zarar vermeyeceğine inandığım bir adımı atmamın sonrasında onunla eskisi gibi olamamıştım. Onun için bu adımın ne anlama geldiğini ya da neyi değiştirip neleri olduğu gibi bıraktığını bilmiyordum. Sadece benim bildiğim vardı. Gördüğüm, anladığım şey artık onun arkadaşı olamadığımdı. Hislerim ise tamamen farklıydı. Ben arkadaşımı kaybetmiş olduğumu düşünsem de hislerim onun hâlâ orada olduğunu söylüyordu. Göremiyordum, belki de görmeyi başaramıyordum ama bir şeyler değişmişti. Keskin bir şekilde olmamışsa bile bu bir şekilde olmuş olmalıydı. Diğer türlü hâlâ evimde olmam gerekirdi.

“Sen burnunu kafenin cam kapısına da çarpmamış mıydın? Hani orada sanki kapı yokmuş gibi sanmana neden olan kapıya çarpmıştın. O günde burnuna hiçbir şey olmamış, herkesi yine korkutmakla yetinmiştin.” Eğlendiğini, hem de çok eğlendiğini görebiliyordum. Görmezden gelinmeyecek gülümsemesi sinirlerimi bozuyordu. Ama bana rağmen eğlenebilmesinden de mutlu oluyordum. Benden sonra da mutlu olmasını ölmekten bile daha çok istiyordum. “Senin burnuna niye hiçbir şey olmuyor?”

“Ona bakarsan Bogdan Bogdanovic’in göğsüne de çarptım.” Sol kaşım istemsizce havaya kalktığında o anı hatırlayıp hatırlamadığını bilmiyordum. Lakin söz konusu Tarık’tı ve benimle ilgili bir andan bahsediyorduk. Unutması ya da anımsamaması için hafızasını kaybetmekten çok daha fazlasına ihtiyacı vardı. “Senin tabirinle her şeye burnumu sokuyorum ya belki kötüye bir şey olmuyordur.”

“En önden izlemiştim. O bence komikti. Deplasmanda fotoğraf çektirmemen gerektiğini çok iyi öğrenmiştin.”

“Gerizekâlı.”

İstemsizce güldüm. Sinirimi bozmak konusunda hâlâ en başarılı insanlardan biriydi. Ki ben onun en başarılısı olduğunu da biliyordum. İstediği takdirde bildikleriyle beni mahvedip canıma okuyabilirdi. Ama bunu yapmazdı. Yine de sinirimi bozmak istediğinde bir tek kelime ya da bir bakış daha fazlasına ihtiyaç olmadan anlaşmamızın yolunu açardı. Birileri bize bakıp hiçbir şey anlamasa bile ben de o da anlarken bize huzur yoktu.

Tarık’ın ilk kez ne zaman sinirimi bozduğunu düşünecek cesarette değildim. Lakin onun bahsettiği o gün ilgimi çekiyordu. Orada, o zamanda gerçekten eğleniyordum. İnsanlardan da zamandan da fazla bir beklentim yoktu. Yakın zamanda fırtınadan çıkmıştım ve Özge ile Tarık sadece eğlenmem, kafamın biraz olsun dağılması için uğraşırken onlara ayak uydurmanın bir yolunu bulma peşindeydim. Yurttan uzak durmak ve okulda fazla zaman geçirmek ise bunun en kolay yollarındandı.

Özge ile beni tanıştıran Tarık’tı. Belki de Özge kendiliğinden benimle tanışmıştı. Orada ve o anda olanlara hâkim değildim. Ama sonrasında yaşananlara gayet emindim. Özge de Tarık gibi İTÜ’deydi. Tarık’tan ve benden farklı olarak ise başka bir bölümdeydi. Yine de kampüsün aynı olmasından ötürü ve kampüsün büyüklüğüne rağmen önemli bir detay değildi. Kullanmayı seçtiğimiz kütüphane ve kafe aynıyken yurttaki kadar sık karşılaşabiliyorduk. Birkaç plansız karşılaşmadan sonra zaten birlikte zaman geçirmeye başladığımızdan karşılaşmaya da gerek kalmamıştı. Birkaç film ve konu bizi arkadaş yapmaya yetmişti. Özge’nin de sporu sevmesi ise bizi asıl yakınlaştıran etkendi. Ve bu ortak spor sevdası ilerleyen günleri de belirleyecekti.

Basketbol lise takımından ayrıldığımdan beri ilgilendiğim bir branş olmamasına karşın Özge’nin basketbol sevdası ile yeniden radarıma takılmıştı. Onunla henüz pek yakın olmanın yakınından geçmediğimiz günlerde onunla beraber maça gitmiştim. Yurdun dışına çıkmak ve dışarda zaman geçirme fikri ile ona eşlik ederken Özge de kendisine sonunda birinin maçlara giderken eklenmesinden memnundu. Haftanın tatil günleri için bir anda düzenli bir planın bu şekilde başlarken bize Tarık’ın eklenmesi daha sonrasında oldu.

Sınırları çizilmiş planlar yapmayı, ardı ardına aynı şeyleri tekrarlamayı pek sevmesem de maçlara gitmek benim için bir dinlenme zamanı gibiydi. Dinlenmem gereken zamanlar olan yurtta geçirdiğim saatler daha çok yorulmama neden olurken maçları takip etmek, orada yeni insanlarla tanışıp sohbet etmek bir kurtarıcı gibiydi. Fenerbahçeli olmama rağmen Özge’nin peşinden Efes maçlarına gitmek kötü hissettirmiyordu. Çocukluğumdan itibaren bir taraftar ve fan olarak iki takımla olan maçlarda holiganlaştığımdan belki de o maçlar tarafsız sahada sporu spor için sevmeyi hatırlatıyordu. Ya da Fenerbahçe çocukluğumda sadece futbol takımı olduğu için futbol takımı olmayan bir takımın maçlarında başka duygularım açığa çıkmıyordu.

Sene boyunca sık sık Özge ile basketbol maçlarına gidişim tekrarlanırken Tarık’ın bize eklenmesi bahar döneminin ortasını bulmuştu. Nisan ayında ise bizim üçüncümüz gibi olduğu için asla maçlardan eksik olmuyordu. Ve o ayın son maçı ertelenen bir maçtı. Efes’in evindeki maçta rakip Fenerbahçe’ydi ve benim için zor bir gündü. Fenerbahçe deplasmana olduğundan Efes’in tarafında duracağıma kendime söz versem de maç boyunca tarafım kendini istemsizce belli ediyordu. Fenerli kimliğimi gizleyemeyişim yüzünden Tarık tarafından hedef olurken maç sonunda gönlümün yanında olanlar kazandığında işler daha da karışıktı. Birkaç hafta sonra Euroleague finallerine gideceklerini bildiğim takım maç sonrasında markajımdaydı ve neyi ne kadar istediğimi herkes biliyordu.

Üzerimde Efes forması ya da başka bir şey olmasa da polis barikatını geçip orada teknik olarak deplasman takımı statüsünde olan bir takımın oyuncuları ile fotoğraf çektirmek pek de doğru ve kolay değildi. Gidişim için bile kefil bulmuşken dikkatli olmam gerektiğini, bana o anda güvenip izin verenleri yanıltmamak gerekiyordu. Ki acele etme zorunluluğum olduğunu da yadsıyamazdım. Takım otobüsünün ayrılması gerekecekken acele ederken küçük bir yanlış anlaşılma oldu. Ve tam o anda anlaşmazlık yüzünden cam bir kapıya çarptığım burnumu yine birine çarptım. Hatırlamak istemediğim o anın sonrasında gözüm kararırken o günü kesinlikle hafızamdan silebilmeyi dilerdim. O gün orada utandığım kadar utandığım çok az anım vardı ve diğer anların hiçbirinde öylesine çok izleyicim yoktu. Bir insanın göğsüne kafa atar gibi tuhaf bir görüntüye imza attığım o an sonrasında da Tarık’ın kaydı sayesinde hayatımdan silinmediği için hafızamı yitirmem bile hiçbir işe yaramayabilirdi.

Kendi kendime güldüğümde hâlâ balığımın yarısı duruyordu. İşkenceye dönüşen yemek zorunluluğum yüzünden tabağımdakini bitirmek daha da zor geliyordu. Ama normal insanlar gibi güce ihtiyacım varken yapmak zorundaydım. Aç devam etmenin bana yarardan daha çok zarar vereceğini unutmamalıydım. Balık yerine başka bir şey sipariş etmek için geç olsa bile yeni bir yiyecek belirlemek çoğu derdi bitirebilirdi.

Yeniden çorba sipariş verdiğimde Tarık’ın alay eden bakışlarını görmezden gelmek için çaba dahi göstermedim. Yiyebildiğim ya da içebildiğim tek şey çorbayken kendimi zorlamak yerine kolay olan yoldan gidecektim. Kendimi zorladıkça daha fazla yorgun hissediyordum ve bu sinirimi bozuyordu. Ki yorgunluğumun sebepsizce artması Tarık’ın birkaç katı kadar sıkıcı iken kendi üzerime gitmek için iyi bir anda değildim. Çorba ile birkaç öğün daha devam edip sonrasında kolayca diğer yiyecekleri tüketebileceğime inanıyorken idare edebilirdim. En kötü ne olabileceğine dair düşündüğümde kötü bir son görmezken birkaç meyve de bana destek olabilirdi. İlla onun gibi en çok proteini ve gücü verecek olan yiyecekleri yeme zorunluluğum olduğuna inanmıyordum. O bir davetsiz misafir olarak istediği her şeyi yiyebilirdi ama benim ne yediğim onu ilgilendirmemeliydi. Çünkü ben hiçbir zaman yapmadığım gibi yine onun ne yediğini ya da içtiğini denetlemiyordum.

Geçmişten içinde bulunduğumuz ana kadar ben ne kadar siyahsam Tarık da bir o kadar beyazdı. Ben neyi yaparsam o aksim gibi yapmamayı tercih ederdi. Ve benim yapmadığım her şey onun favori aktiviteleri olurdu. Lokmalarımı sayıp ne yediğimden emin olmak da sevdiği uğraşlardan biriydi. İlk günden beri tabağımda olanla kendi tabağında olandan fazla ilgilendiği ortadayken bana bunu yapmadığına inandırmaya da çalışırdı. Ama yaptığı şey kör bir göze parmak sokmak gibiydi. İnkar etmesi yaptığı şeyleri yok edemiyordu. Yemek yemediğimde ya da sınav döneminde, gergin bir zamanda yeme düzenim bozulduğunda bunu benden önce fark edip yediklerimi değiştirmeye veya arttırmaya çalışıyordu. Annemden hiçbir zaman görmemiş olduğum kadar o benim sağlıklı kalmamı takıntı haline getiriyordu. İsyan ettiğimde ise çocuk azarlar gibi beni azarlamaktan da çekinmiyordu. Bazı zamanlar yaptığının doğru olduğuna dair inanç geliştirip ona kızmasam da çoğu zaman ona düşmanlık etmeden duramıyordum.

“Kafadan çatlak olman o gün mü oldu acaba?”

“Ne?” Başımı hâlâ sebepsizce ilgilendiğim küçük menüden ayırmazken düşüncelerimin arasından beni Tarık çekip uzaklaştırdı. Ama onu onun konuşmasının neresinde duyduğumdan da onun neyden bahsettiğinden de bihaberdim. Kendimi aptal gibi hissederken olmasam daha iyi olacak yerlerden uzak durmalıydım.

“Seninle tanıştığımız günden bahsediyorum. Yasemin’i korkuttuğun kazada başından darbe almıştın. Bence o darbe olmasa farklı biri olurdun. İşler oradan sonra kontrolden çıktı ve bir daha toparlanamadı. Tabii sen-”

“Senin gıcıklığının tarihçesini de çıkaralım mı?” Bahsettiği şeyin benim düşüncelerime ne kadar yakın olduğunu görmezden gelmeye çalıştım. Aklından geçebilecek onca zaman ve olay varken o ilk güne gerek yoktu. Buna rağmen Tarık inatla en kötü zamanı doğru zamanlama ile bulmayı başarırdı. Ondan korkmak ve uzak durmak için bu iyi bir nedendi.

“Tatlı sert davranma işinde bugünlerde sen hep sert taraftasın. Hoş değil.”

“Seni duymuyorum.”

Çocuk gibi onu duymamak için kulaklarımı ellerimle kapattığımda bu onu güldürmekten başka bir işe yaramadı. Gülüşünün sesini iyi biliyordum ve zihnimde yankılanıyordu. Yaptığım şey bana bile saçma gelmesine rağmen ondan kurtulmak için saçmalamak bir an için doğru bir karar gibiydi. Buna rağmen derinlerde bir yerde ne istediğimi artık bilmediğimin farkındalığına varıyordum. Tıpkı çocuklar gibi olduğum yerde tepinip ağlamak iyi bir davranış gibi görünse de aslında sadece ağlamak istiyordum. Uzunca bir süre ağlamak ve uyumak tek dileğime hızla dönüşebilecek olsa da ağlayıp ya da uyuyup o zehri atmamalıydım. Ona ihtiyacım vardı.

Kafamın içinde binlerce ses ve görüntü vardı. Pişman olduğum ya da olmadığım her şey kendilerini hatırlatmak isterken orada da Tarık vardı. Ondan kaçıp kurtulmanın imkansızlığına aldırmayacak bir halim yoktu. İstesem de istemesem de o her şeyin içinde olurken ima ettiği o gün olmasaydı bugün de olmayacaktı. Belki de eğer o hayatıma ucundan kıyısından bir şekilde girmeseydi ben çoktan ölmüş olacaktım. Beni kurtardığı kazalardan birinde ölmüş olmam çok uzun zaman önce bu dertlere devam olabilirdi. Bazı şeyler hiç yaşanmayabilirdi. Bugünden de pek çok kötü karardan da o suçluydu. Kendimi suçlayacak gücüm kalmadığında onu suçlamak kolay bir kaçıştı. Ama orada asla temelli kalamazdım.

“Tam bir çatlağa göre beyanlarda bulunduğunu sana biri söyledi mi?” dediğinde hâlâ onu suçlama isteğiyle yanıp tutuşuyordum. Lakin onu suçlu olmadığı olaylar yerine gerçeklerle bir kez daha yüz yüze getirmek daha doğruydu. Canını acıtacak ve unutmayacağı o an onu bir süre benim üzerimden alabilirdi.

“Geçen hafta seni terk etmeseydim şu an bu çatlakla evli olacağını sana hatırlatmama gerek var mı?”

Yüzümdeki gülümsemeyi bir maske gibi tutmaya çalışırken gözlerinden gözlerimi bir an kaçırmamaya çalıştım. Gerçeklerin canını acıtmasını bekledim. Ama görmek istediğim şey ne yüzünde ne de gözlerindeydi. Bana, benim yapacağım ya da söyleyeceğim herhangi bir şeye karşı bağışıklık kazanmış gibiydi. Belki de sadece inat ediyordu.

“O kuyruğunu dik tutmaktan asla vazgeçmesin, değil mi?”

Ona ne olduğuna karar verdim. İnat etmiyordu. Bana, benim onu acıtacak sözlerime karşı bağışıklık kazanmıştı. Ki ona daha kötüsünü de yapamayacağımdan emin bir hali vardı. Ki bu gerçek de olabilirdi. Onu nikah arifesinde terk etmemden daha kötü hiçbir şey yoktu. Kendimi öldürmek istemem bile artık güçlü bir acı nedeni sayılmazdı. Ölmemi isteyeceğinden değil ama onun için neredeyse ölmüş gibi olmamdan ötürü kabullendikleri vardı. Buradan sonrasını onun da düşünmediğine eminken bir an için kötü bir ihtimal aklımdan geçti. Yine de bunun olacağını düşünmeyi dahi reddettim. Onun benim gibi bir nedeni asla yoktu.

Aklımdan geçenlerin hızına yetişemiyordum. Düşündüğüm şeyden dahi korkmamın ise sanki hiçbir anlamı yoktu. Bir an içinde gözümün önünden geçen ve gerçekleşmediği halde bir şekilde canımı yakan ihtimaller midemi bulandırıyordu. Düşünmemek, yok saymak en iyi yol olsa da bazı anlar var olmadan da insanları yok edebilirdi.

“Herkese âşık olunur ama herkesle evlenilmez.” Ansızın ağzımdan çıkan cümleyle durup ne dediğimi sonradan anlasam da başladığımı bitirmeye kararlıydım. Çünkü anlayışın, ona acı vermemeye çalışmanın bana asla faydası olmayacaktı. Asla faydacı biri olmasam da bu yolda tek devam etmek için kendi çıkarımı gözetmek zorundaydım. “Sen de bunu unutmasam ve inat etmesen olur mu? Eğer bu gerçeği unutmazsan eski bir patika üzerinde beş yüz kilometre kadar yürümek gibi bir felakete de sürüklenmezsin.”

“İnatçı keçi!”

Kızdırmasam da onu geri püskürttüğümü anladım. Bir süre sessizlikte kalmak, onun da kendimin de sesini duymamak beni rahatlatacakken bir kurtarıcı olarak çorbam geldi. İkimizi sessiz kılacak bir mucize yerine olsa da onun konuşmayacağından emin olmak istedim. Çünkü eskiden kalma özelliklerinden biri de benim lokmalarımı ağzıma attığım zamanları kovalayıp duymak istemeyeceğim şeyleri o anlarda söylemesiydi. Ben yutkunup cevap veremeden sanki bir daha asla konuşamayacakmış gibi ardı ardına cümlelerini sıralardı.

“İzin verirsen yemeğimi yemek istiyorum. Senin aksine açım.”

Hiçbir şey söylemedi. Ağzında olan hayali bir fermuarı çeker gibi davranıp kendi yemeği ile ilgilenmek için gözlerini benden ayırdı. Ama bu bir zafer ya da son değildi. Yinelenecek pek çok konuşmanın başlangıcıydı. Beni vazgeçirmeden, hiçbir şey yapmayacağımdan emin olmak için tüm yolları denemeden durmayacaktı. Ve ben onunla savaşmak, ona rağmen istediğim o sona ulaşmak istemiyordum. O olmadan olmasını istediğimle o yanımdayken devam etmekten her an uzaklaşıyordum. İstediğime son bir kararla sırt dönmediğimi bilsem de ondan uzaklaşıp onu kaybetmeye başladığımdan korkuyordum. Çünkü her zaman bir taraf güç kazanırken diğer taraf gücünü kaybetmeye mecburdu.

Ona dikkat etmemeye çalışarak yemeği istemediğim yemeğimi yemeye başladım. Onun ima ettiği anıya dikkatim kayıp giderken gökyüzünden yıldızların düşmeye başladığından tam olarak emindim. Her ne nedenle olursa olsun o zamanları düşündüğümde kendime olan inancım hem sarsılır hem de yeniden bir yol bulmak için yıldızlara bakardım. Ki dediklerine göre her beliren yolla ve her verilen kararla bir yıldız daha solup giderdi.

Tarık ile Tarık’ı o büfede görmemden ne kadar zaman sonra tanıştığıma ilk zamanlarda hesap etmesem de en azından dört hafta olduğunu söyleyebilirim. O zaman içinde onu pek çok kez görsem de tanışmamız için gereken hiçbir şey olmamıştı. Belki görmezdim de ama onunla aynı yurtta ve okulda iken karşılaşmamak imkansızdı. Yurtta zaten çoğunlukla kantinde ya da bahçede olduğundan görünmez değildi. Yasemin’in de onu ilk günden beğenmesi ve sürekli olarak ondan bahsetmesi vardı ki görüş alanıma onun sayesinde bir şekilde giriyordu. Ki benden önce o ve Yasemin tanışmıştı. Hatta sık sık benim yanımda selamlaştıkları da olmasına karşın Yasemin onunla beni tanıştırmamıştı. Ve bu asla önemsediğim bir şey olmamıştı. İlk günlerde Doruk bile tam olarak ilgilendiğim şey değilken derdim yurda, odaya ve şehre alışmaktı. Bu sebeple o dört hafta sadece kendimle ilgiliydi. Doruk’a ve Doruk’un arkadaşlarına gözümün sıklıkla takılması bile Tarık’a bir önem vermemi sağlamamıştı.

Yurtta Yasemin dışında tanıştığım tüm arkadaşlarım bizim aksimize ya ikinci ya üçüncü yıllarındaydılar. Uzun zamandan beri tanışmanın rahatladığında konuşup yurttaki anılarından bahsediyorlardı. Yasemin ile yurda yerleşmeye çalıştığım ilk gün onun şarj aletinin bozuk oluşu nedeniyle tanışarak birkaç günlük bir geçmiş yaratmış olsak da arkadaşlığımızın temelini yurtta yeni olmak oluşturmuştu. Tanıştığımız yeni insanlarla da bu sebeple konuştuğumuz şeylerin en başında yurt geliyordu. Ama bir süre sonra bu muhabbetin beni sıkmaması da zor değildi. Hiçbir şey bende daimî heyecan uyandıramadığından insanların bu yurtta yaşadıkları ya da kurallara nasıl karşı geldikleri uzunca bir süre beni merak içinde bırakamadı. Kurallara uymayı da onları yıkmayı da sevmeme karşın yıkılan kuralları dinlemek hoşuma gitmiyordu.

Uslu çocuk olmak bende uzun sürecek bir ruh hali değildi. Yine de o günlerde uslu olsam da bazı tekrar eden şeylerden yorulmuştum. Derslerin başlamasından üç hafta sonra bayramın araya girmesi ve tatil için eve gitmek bana iyi gelmişti. Gözümün sürekli Doruk’ta olmasından korkmamdan da ötürü yurttan ve ondan uzak olmanın bana iyi geleceğini düşünerek eve doğru yola çıkmıştım. Tanıdığım bir yerde olmak huzur vermişti. Her ne kadar sayısız kötü anımın olduğu bir yerde olsa henüz evim olduğuna inandığım yerde bir hafta geçirip benim için yeni ve hâlâ yabancı olan o yere dönmüştüm. Her şeyin iyi gideceğine inanıyordum ama hiçbir şey daha iyi olmamıştı.

Kısa tatilim sonrasında yurda erken dönmüştüm. Yasemin ise Erzurum’a ailesinin yanına hiç gitmemişti. İkimiz için zaman geçirme fırsatıydı. Ama o ben tatildeyken kendisi gibi tatile ve eve gitmeyenlerle daha çok zaman geçirdiğinden konumuz ben yokken olanlardı. Yürüyüş yapmak için Hacıosman Korusu’na gitsek de yurttan Bebek’e kadar yürüsek de konularımızın yurttan uzaklaştığı pek olmuyordu. Rahatsız olsam da değişmeyeceğini bildiğim bir şeyle boş yere uğraşmayı göze alamıyordum. Ki bu da beni Doruk mevzusuna geri çekiyordu. Eğlence olsun diye başladığım muhabbet günden güne başımı bela olmaya başlıyordu ve ben ateşe daha da çok odun atıp ateşi harlıyordum.

Ben yurda döndüğümde Doruk yurtta ortalarda görünmüyordu. Yasemin’e onu sormak gibi bir hata yapmıştım. O da bana onun da evine gittiğini söylemişti. Ve daha pek çok merak etmediğim ama ettiğim detayı da bu sayede öğrenmiştim. Öğrendiklerimin bir işe yarayacağını sanmadan dinlesem de Doruk’a karşı bir önyargı geliştirmeme neden olmuştu. Ben ondan şu ya da bu nedenle uzak durmam gerektiğini dahi düşünmeden zihnimin bir köşesinde kendini eski olaylar yüzünden korumaya takmış olan küçük kız yapılması gerekenleri ve yapılmaması artık zorunlu olanları hesaplıyordu. Ama onun listesinde benim nelere sadık kalacağımı ben de o da bilmiyorduk.

Doruk benim zannettiğimin aksine yurtta eski olan öğrencilerden biri değildi. Ama yurtta da ilk yılı değildi. Kendi yurdu bir yenilemeye girince diğer yurtlara dağıtılanlar arasındaydı ve bir şekilde iyi anlaştığı insanlarla beraber bana çıkan yurda gelmişti. Kendini beğenmişin teki olduğu ve kızların kendisine gösterdiği ilgiden hoşlandığı ise ilk yayılan dedikodularıydı. Daha ilk haftalar olmasına rağmen yurttan iki kızla arkadaştan öte ilişkileri olmuştu ve daha fazlasının olacağına şüphe etmeyen Yasemin yeni arkadaşı Derya’dan duyduklarını anlatmaktan da bir an olsun çekinmiyordu. Bana bir şekilde ondan uzak durmamı ima ettiği hikâyelerinden ziyade benim ilgimi onun yeni arkadaşı çekiyordu. Çünkü Tarık ile onun ilgilendiğini bildiğim gibi o çocukla Derya’nın eski sevgili gibi hâlâ sevgili gibi bir şey olduğunu da ben duymuştum. Ki duymama da gerek yoktu. Derya onun peşinden bir an olsun ayrılmıyordu.

Yasemin ile Derya’nın bir dönem süren arkadaşlığını hiçbir zaman anlamadım. Hiçbir zaman dost da düşman da olduklarını zaten söyleyemezdim. Aynı kişiye karşı duyguları varken onları ve onların yakınlığını anlamayı başaramıyordum. Dostunu yakın tutup düşmanını daha da yakın tutmakla bir bağı olduğunu düşündüğüm davranışları bu eski söz bile açıklayamazken onların yanında en çok gerilen ben oluyordum. İkisiyle aynı masada olmak çoğunlukla ateş ile barut arasında durmak gibiyken sonrasında oda arkadaşlarımdan birinin de ondan hoşlandığını öğrenince kaçacak yer aramıştım. Tarık ile sadece tanışık olmak bile ona hayran kızlar nedeni ile baş ağrısı sebebiyken her zaman daha fazlası olmuştu. Ve daha fazlasını başlatan kişi ise pek tabii bir biçimde Yasemin’di.

Tatilden yurda dönmemin dördüncü gününde gözüm istemsizce Doruk’u aramış ama yine görememiştim. Yasemin’in odası daha sakin olduğundan orada zaman geçirirken ansızın filme gitme fikrine kapılmıştık. Duş alıp dışarıya çıkabileceğimden anlaşmamızı yapmanın hemen sonrasında onun odasından ayrıldım. O hazırlanırken ben de duşumu alıp hazırlanıp oraya geri dönecektim. Lakin insan gibi koridorun başındaki merdivenlerinden inip alt kattaki odama gitmek yerine yangın merdiveninden inmeyi seçtim. Ve tam iki katın arasındayken bahçedeki masalarda oturanları gördüm. Doruk da orada kendi arkadaşları ile oturuyordu. Beklenmedik bu hadise ise dengemi bozmak için beklemiş gibiydi.

Beklemediğim bir anda Doruk’u görmek kalbimin hızlanmasına yetmişken her şey bu bir anlık görüşle başlamıştı. Sonradan edindiğim tecrübeye o anda sahip olsaydım bunun yanlış olduğunu kendime söylerdim. Doğru kişinin insanın kimyasını bozmakla, kalp atış hızının bozulmasına neden olmakla bir alakası yoktu. Bunlar o kişinin yanlış olduğunun emareleriydi ve içgüdüsel olarak tehlikeyi görüp kaçmam gerekiyordu. Kalbimin hızlı atmasından, beynime daha az oksijen gitmesinden ötürü daha yavaş hareket etmeliydim. Ama o günlerde doğrunun kalp atışlarının hızıyla ve karındaki kelebeklerle ölçüldüğünü sanacak kadar aptaldım. Bundan ötürü daha hızlı hareket ettim. Banyo malzemelerimi alelacele bulamaya çalışırken bir türlü bulamadığım banyo lifim yüzünden daha da büyük bir stres altına girdim. En sonunda onu bir şekilde gördüğümde ise sadece dikkatsizdim. Ne açık camı ne de ne yapmam gerektiğini tam anlamıyla görememiştim. Sonrasında da başımı açık camın sivri köşesine tüm gücümle çarpıp istemeden de olsa kendimi öldürmeye ilk kez teşebbüs etmiştim.

O gün yerde ne kadar kaldığımı bilmiyordum. Ama kendime geldiğimde yerdeydim ve ne olduğumu hatırlıyordum. Yerde oturur pozisyona geldiğimde elim başımı çarptığım o yere gitti ve elime bulaşan kanı gördüm. Panik bir kez daha vücuduma yayılırken zorlukla da olsa ayağa kalktım. Başıma bela açan yangın merdiveninden bir üst kata çıksam da kapının kapalı olması yüzünden bir üst kata daha çıktım. Kat merdivenlerinden zorlukla da olsa inip yorgun bir şekilde Yasemin’in odasının olduğu kata varabildiğimde doğru olanın ne olduğuna dair bir an bile düşünmemiştim. Ki Yasemin’in odasına gittiğimde de yaramı temizlememiz için bir şeyler bulmamız gerektiğinden ibaret sözler söyledim.

Katlarda ilk yardım malzemeleri yoktu. İlk yardım dolapları olmasına karşın içlerinde hiçbir şey olmadığından Yasemin ile yurdun müdür yardımcısının yanına gittik. Amacımız o yarayı temizleyip hiçbir şey olmamış gibi devam etmekti. Kanama da durmuşken daha fazlasına gerek olmadığına inanmak istiyordum. Küçük kazam ve bayılmam yeterince korkmama neden olduğundan bir an önce bu konuyu kapatabilmenin derdindeydim. Ki müdür yardımcısı da pek benden farklı düşünmüyordu. Onun odasından aldığımız malzemelerle kızlar tarafının yangın merdiveni önündeki banklardan birinde açılan yarayı temizlerken ben de en az onun kadar bu konudan kurtulduğumu sanıyordum. Ama sonra Tarık geldi ve planlarım sadece o anlık değil, on yıllık olarak bozuldu.

Tarık Yasemin’e ne olduğunu sorduğunda onlarla pek ilgilenmiyordum. Sağ bileğimde başlayan ağrı yüzünden canım daha da yanarken dişimi sıkıyordum. Acı ve ağrı yanı başımda ne konuşulduğunu anlamama neden olurken Yasemin bana dokunduğunda ancak gözlerimi kapattığımı anlayabilmiştim. Bana çantamın ve kimliğimin nerede olduğunu sorarken bunu ne diye sorduğunu soracak halim bile yoktu. Ona bir cevap verirken cevabımın doğru mu yanlış mı olduğunu önemsememiştim. Onlar beni hastaneye götürene kadar da ne olduğundan uzun süre bihaber kaldığım gibi itiraz etmek için de geç kalmıştım.

Bir zamanlar doktor olmayı istemiş biri olarak son birkaç yıl içinde hastanelerden nedeni olmaksızın korkmaya başladığımdan yakınlarından bile geçmiyordum. Ama ben ne olduğunun farkına varamadan, ağrımı ve acımı düşünürken bir anda kendimi bir hastanenin acil servisinde bulmuştum. Birbiri ardına testler yapılıp röntgen çekilirken sadece kaçıp gitmek istiyorsam da bunu yapamıyordum. Hem Yasemin hem de Tarık başımda nöbet tutarken kesimhane getirilen ve sırasını bekleyen bir kurbanlık koyun gibi hissediyordum. Benim durumumda kaçınılmaz son beklenirken Tanrı’nın Kuzusu olduğum da söylenebilirdi. Düşüncelerimde sürekli en kötü senaryolar dönüp dururken kimsenin beni görmediğini ve anlamadığını sanıyordum. Ama o an orada olan biri görüyordu ve henüz onunla tam anlamıyla tanıştığımız bile söylenemezdi.

Doktor kolumda bir çatlak olduğunu söylediğimde şansıma karşı söylenebilecek yeterli sayıda kötü söz bilmiyordum. Mimarlık öğrencisi olarak geçireceğim ilk dönemde en az dört hafta elimi kullanamayacakken daha kötü ne olacağına dair bir tahminde bulunmadım. O anda orada olmamın nedeni olarak bayramda kuzenimin aptal şakası olduğunu düşünüyordum. Ona göre okul bitene kadar eğer kolum kırılırsa ya da benzeri bir şey olursa muhtemelen okulu asla bitiremeyecektim. Kötüyü nasıl çağırmışsa başımı vurduğum bir kazada kolumdan sakatlanıp iş göremez hale gelmiştim. Ve daha tüm test sonuçlarım da çıkmamıştı. Korkmak için fazlası ile doğru bir andaydım. Aklım karışırken ağlamamak için büyük bir özveri gerekiyordu.

Son testlerin çıkması için beklerken akşam olmak üzereydi. Yasemin’in telefonu çalınca sebepsizce bir şeyin olduğunu hissetmiştim. Ki sonrasında o telefonun diğer ucundaki kişiyle konuştuktan sonra tahminim de doğru çıkmıştı. Yasemin’le tanıştığım günden beri sıklıkla bahsettiği hamile kuzeni doğuma girmişti ve onun gitmesi gerekiyordu. Yurda gidip eşyalarını alacaktı ve sonrasında da Üsküdar’a gidecekti. Yanımda olmak istese de orada da kendisini bir bekleyen vardı. Hatta belki de o gidene kadar üç kişi olacaklardı. Bencilce davranıp yanımda kalmasını isteyen bir yanım olsa da bunu dile getiremedim. O beni Tarık’a emanet edip hızla yanımızdan uzaklaşırken birkaç haftadan beri tanıdığım biri beni pek de tanımadığım bir başka kişiye emanet edip gitmişti. Gün ve olaylar ağlamam için pusuda bekliyor gibiydi.

Beklediğimiz son testlerde de bir sorun olmadığında hastaneden ayrılmamızın önünde tek bir engel bile yoktu. Buna karşın hastanede geçen zamandan daha kötüsü beni bekliyordu. O yurda gittiğimiz yol değil ama yurda girişimiz ile diken üzerindeydim. Tarık ilk kez o akşam yemek yemem konusunda ısrar etmişti. Hastadan ziyade bebek gibi davrandığından kendimi daha da kötü hissederken sağ elimi kullanamadığım için yemek yiyememen bir felaket dışında başka bir adla anılamazdı. Çünkü herkesin girip çıktığı kafeteryada bir başkası tarafından bebek gibi yemek yedirilen o insan olmak gururumu kırmıştı. Olabilecek ve normal olanlar arasında yer alan bir durum olmasına rağmen hem yurtta yeniyken hem de tam bir ergenken hayatımın en kötü anlarını kontrol dahi edebilecek güçte değildim.

O kazanın akşamında kafeteryada yemek yedirilirken masaya bir süre sonra birbiri ardına pek çok insan gelmişti. Özge ile orada tanışmıştım. Tanıdığım kişilerin ise ya tuhaf bakışlarına ya da geçmiş olsunlarına mazhar olmuştum. Bir süre sonra hasta odasına dönen masada kendi halimde kalamayacağımdan emin olsam da aç olduğumdan hasta bakıcım Tarık’a bir süre daha tahammül edebilmiştim. Ben ona tahammül edip onun tarafından beslenirken Derya ile de daha iyi tanışma fırsatı yakalamıştım. Kendisine ait olduğunu düşündüğü birine ya da bir şeye onun istediğinden fazla yakın olan birinin ödül olarak alacağı bakışlarıyla mücadele etmek zorunda kalırken Doruk ile de göz göze gelmiştim. Daha fazla ne olabilir dedikçe sınırım aşılırken en sonunda odama çıkmak istediğimi söyledim. Ve Özge hastabakıcım Tarık’ın giremeyeceği yer olan kızlar bloğuna benimle gelirken fırtınalı ilk günü bitirip başka fırtınaların ve kasırgaların nedeni olacak insanları ardımda bırakmıştım. Ama ilk asla son olmazdı.

Elimdeki sargılar dört haftaya gerek olmadan ikinci hafta çıkarken o yurdu da hayatımdan o günlerde çıkarıp atmam gerekirdi. Oda arkadaşıma başka bir yurda geçmesi için yardım edip onunla yeni yurduna giderken belki ben de onun gibi yapmalıydım. Ama o okuluna daha yakın olan yurda geçmeyi seçmiştim. Benim okuluma en yakın yurt ise zaten olduğum yerdi. Belanın beni her zaman bulması gibi doğru olan da buluyordu. Kaçacak yer ya da neden olmadan aynı yerde kalırken katın camında bahçeyi izlerken hep aynı şeyi düşünüyordum. Yurdun bahçesinde yurdun içinde olanlardan çok daha fazlası oluyordu ve ilk günlerde olanlardan fazlası devam edecek günlerde beni de onları da bulacaktı.

Orada kaldığım bir yılda dört yıllık olay yaşamışken o yurdun hayatın kısa ve acımasız bir özeti olduğunu düşünmeden edemiyordum. Görebileceğim her insan tipi ve yaşanabilecek her tür olay orada bir sene gibi bir sürede olmuşken bana öğrettiklerine de minnettardım. Yine de bazı şeyleri öğrenmek istemediğim gibi bazılarıyla da tanışmamayı tercih ederdim. Çünkü ders almak, bir şeyler öğrenmek önemli olsa da bazı tecrübeler için bünyem zayıf yaşım ise çok gençti.

“O çok sevdiğin dizide de dediği gibi insanları kader ayırmaz; insanları insanlar ayırır ve bunun dönüşü olmaz.”

Hiçbir işaret vermeden, konuşacağıma dair belirtisiz bir şekilde konuştuğumda Tarık’ı hazırlıksız yakaladığımı sandım. Yüzüne nice zaman sonra yeniden bakabildiğimde onda küçük bir şaşkınlık ya da anlamamazlık hali yoktu. Sadece bir an durup sonrasında gülümsedi. Benim yine haksız olduğumu söylemek ister gibiydi. Ama haksızlığın ve kayıpların belirlenmesinde ne bir kişi ne de tüm kişiler emin olabilirdi.

“O zaman sen de bunu unutma Derin. Hayatımda tanıdığım en iyi insandı o. O gün bile seviyordu beni. [1]”


[1] Hem Derin’in hem de Doruk’un yaptığı göndermeler ve alıntılar bir Ay Yapım dizisi olan Ezel’e aittir.