Kahvemden bir yudum alıp karşımdaki manzaraya bakarken akşam karanlığının ve de gecenin çökmesine neredeyse iki saat vardı. Kasım ayı olmasına rağmen güneşli ve ılık olan bir gün daha biterken geceyi ilk kez bir evde geçirmeyecektim. Çatısı olan beton yığınlarında kalıp ne kadar güvende olduğuma dair kendimi kandırsam da deprem korkusu olanlardan biri olarak evleri kendim yapmaya başlasam da derinlerdeki güvensizliğimden asla kurtulamamıştım. Hep o ilk hatırladığım deprem anları kazanırdı. Onlar ve o depremlerde ölen insanların görüntüleri korkularımı körüklese de uzun zamanlar korkusuyla yaşayanlardandım. Sadece en sonunda her şeyden korkup her şeyi geride bırakarak yok olmak isteyen birine dönüşmemin ne yazıktır ki engelleyememiştim. Tüm korkular birleşip saldırdığında çalınan malzemeler yüzünden her şeyi eksik ve yanlış olan o binalar gibi yakılmıştım.

Korkularımı görmezden gelmeye çabalarken bakışlarımı belirsiz bir yerde hiçbir şeyi bir an görmezken sabitledim. Sabahın 6.45’inde yurtta kahvaltı yaparken açık müzik kanallarından birinden gelen İlhan Şeşen şarkılarından biri gibiydim. Gözümü kapatsam ya da orada ne olup bittiğine dair düşünsem o gün çalan şarkı zihnime dolacak gibiydi. Ama buna gerek olmadan gözümün önünde aynadaki buğuyu silen Zuhal Olcay geldi. Sabahın erken bir saatinde hayatım için manidar olabilecek o şarkı, yani Neler Oluyor Bize tam da Türk dizisi denk gelişiyle beni huzursuz etmişti. Fazlası ile trajik bir durumdu. Gülmemek istesem de yapamazdım. Kesinlikle o an arkaya müzik yerleştirilen uzun bakışmalı dizi anlarından biriydi ve ben onu onda dahi iyi şekilde biliyordum.

Elimdeki kahveden bir kez daha yudum almak için hamle yaptığımda bana doğru gelen Tarık’ı gördüm. Ertelediğim şeyin ne olduğunu onu görmek yeniden hatırlarsa da daha fazla geciktirmek istediğimi sanmıyordum. Bir an önce içimde saklamayı seçtiğim sayısız kötü anı kusup kurtulmak istiyordum. Onun bir süre sonra dinledikleri yüzünden kaçıp girmesinin umut ediyordum. Birçoğu sadece duydukları, gördükleri ya da sandıkları tek bir şey yüzünden bir an bile kalmayı düşünmeden gitmişlerdi. Tarık da onlardan biri olabilirdi. Olandan fazlasını değil ama olanı sade ve sadece olduğu gibi anlattığım takdirde her şey bitebilirdi. Bencillikler, uzun zaman saklanan gerçekler ve dahası bence yeterliydi. Birini geçmişi ile yargılama başarısını her seferinde başaramasam da diğerleri yapabiliyorken bu Tarık için de kolay olmalıydı. Onu bir anda bırakmışken peşimden gelmiş olsa da gerçek yüzümle kişiliğim ondaki beni hayatta uzun süre tutamazdı. Umduğum da buydu. Beni kararımla bir başına bırakması benim için en önemli sorunun sonuydu.

“Biraz daha kahve ister misin?”

“İçmesem daha iyi olabilir. Hem sanırım suya ihtiyacım var.” Biraz daha kahve almanın hoşuma gideceğini bilsem de benim aksime iyi gelmeyecek biriyle aynı bedeni paylaşırken bu pek kabul edilebilecek bir telif değildi. Onun elindeki pek şişeye uzanırken su en iyisiydi. Gün içinde ihtiyacım kadar su almadığım bir gerçekken istediğime ulaşana kadar sadece kendimi değil onu da düşünecektim. “Ne zaman konuşmaya başlayacağımı merak ediyorsun.”

O pek düşünmek istediğim biri değildi. Ondan canlı bir varlık olarak bahsetmeyi bile en aza indirirken o yokmuş gibi davranmam gerekiyordu. Tarık zaten yeterince büyük bir sorunken onunla ilgili bir şeyler ya da onun benim kararımla yok olacağını düşünürsem hiçbir zaman olmadığım kadar suçlu hissedecektim ve suçlu olacaktım. Ona karşı bunun bir cinayet girişimi olduğu bile düşünülebilecekken onu yok saymak en doğrusuydu. Her şey istediğim şekilde sona erdiğinde o da hiç var olmamış gibi olacaktı. Yaşanmaması gereken olaylardan ya da tek bir an bile nefes almaması insanlığı kurtaracak insanlar olmasına rağmen yok olmak, unutulmak ve sonunun ne olacağını görmemek de onun kaderiydi. Yaptığım belki de vicdansızlıktı ama bunu yapmazsam o daha kötüleri ile karşılaşacaktı. Her şeye rağmen şanslı sayılabilecekken onun bu kadar şansı olup olamayacağına dair kimse bana güvence veremeyecekti.

“İstediğin zaman konuşabilirsin.” Gülümsedim. Boğazıma takılan bir şey gülümsememe engel olmaya çalışırken ona ilk kez yalan söylüyordum. Hiçbir şey söylemeyerek de olsa bunun bir yalan ve aldatma olduğunun farkındaydım. Ve o hâlâ hiçbir şey bilmeden benim kendime dair verdiğim karardan vazgeçeceğimi sanıyordu. Oysa ben kendimle beraber ona ait olan bir şeyi daha öldürmeye çalışıyorum. Belki de iki şeyi öldürmek istiyordum. “Ben olmasaydım konuşmak istediklerin ne zaman aklından geçecekse, kendini konuşmaya hangi zamanda ve yerde hazır hissedeceksen o zaman ve orada anlatabilirsin. İstemiyorsan, sana daha da zarar vermek ihtimali varsa anlatmak zorunda hissetmemelisin. Konuşmakta da seçim yapmaktaki gibi özgürsün.”

Bu kez daha rahat gülümseyebildim. Çünkü her zamanki cümlelerinden, altını çizdiği o durumlardan birini söylüyordu. Bunca zaman boyunca hayatımda kalmasının nedeni cümlesi içindeydi. Beni seçim yapmak konusunda zorlamıyordu. Doğru olan benim yaptığım olmasa da benim yanımda durmaktan vazgeçmiyordu. Hata yaptığımda parmak sallamayıp bir sonrakinde her şeyi düzeltebileceğimi söyleyendi. Ki hatalar doğruları, doğrular da hataları kovalamaya hep devam etmişti. Hata yapmanın yanlış olmadığına, benim seçimimin bir başkasının seçimine ve özgürlüğüne zarar vermedikçe doğru olduğuna beni o inandırmıştı. Kendime kızdığımda da kendimle gurur duyduğumda da oradaydı. Bir arkadaş, bir baba ya da bir düşman olarak orada durup izlerdi. Müdahil olsa bile etki edecek, yoluma çıkacak hiçbir şey yapmazdı. Bundan ötürü hâlâ buradaydı. Ama sonuncusu onun en büyük etkisiydi. Her şeyi değiştirecek o neden nedeni ile buradaydık.

Kabullendiğim ve alıştığım pek çok şey olmuştu. Belirli aralıklarla hayatımdaki insanları geride bırakmak gibi bir huyum varken Tarık’ı bir süre sonra geride bırakamayacağıma emin olmuştum. Henüz ona aşık olduğumu anlamadan, onu birinden kıskanmadan önce hayatımda bir arkadaş olarak da olsa kalacağına kuşku duymadım. Her zaman geri döneceğim, yanında güvende olacağım biri kalması fikri bir zaman sonra korkunç görünmüyordu. Üstelik yaptığım seçimler, hatalar ya da doğrular ondaki beni değiştirmiyordu. Olduğum gibi beni kabul edişini belki de onunla ilgili olan her şeyden daha çok sevmiştim. Göstermediklerime rağmen benimle ilgili çok fazla şeyi de ondan saklamamıştım. En kötü yanlarım onun için anlam ifade etmezken birini her şeyiyle sevmeyi ondan öğrenmiştim. Ve buna rağmen onu geride bırakmaya, her şeyi ilk ve son kez sonlandırmaya karar vermiştim. Her şey ve ben onunla değişip dönüşürken onun sebep olduğu yüzünden daima iyi olmaktan ya da bir gün yeterli olamamaktan çok korkuyor, korkumdan da olabileceklerin ihtimallerini düşünmekten de kurtulamıyordum.

Sessizliği bitiremezken gözlerimi kapattım. Ne Akdeniz’i ne ağaçları ne de herhangi bir şeyi görmek istemiyordum. Ağlama isteğimi bastırmanın yolunu bulmaya çabalarken hiçbir şey görmemek bir an doğru yol gibi görünmüştü. Ama gözümün önünde bir ayna ve o aynada bana bakan yüzüm belirdi. Bahçeköy’deki o yurdun kızlar bloğunun ikinci katındaki aynaydı. Okula gitmek için yurttan çıkmadan önce her defasında son kez nasıl göründüğüme baktığım, bazen canım sıkıldığında karşısında zaman geçirdiğim o aynanın yakınında bir merdiven vardı. Tam aşağıya inen merdiven basamaklarının başladığı yerde ise bahçeye bakan bir pencere varken o pencereden pek çok gün ve gece bahçeyi izlemiştim. Tanıdıklarım orada olduğunda dahi aşağı inmediğim zamanlar üzgün olduğum günlerdi. Bazen ise proje ödevleri ve diğer şeylerle öyle meşgul olurdum ki sadece etüt odasından birkaç dakika kaçıp o pencereye giderdim. Ama ne zaman ve ne sebeple olursa olsun oradan geçerken hep o aynada kendime bir an bakardım. Hem unuttuklarım hem unutmak istediklerim bir an orada olurdu. En çok kendimi, yaptığım ve de düşündüğüm şeyleri unutmak isterken bu isteği hiçbir zaman gerçekleştirememiştim.

“Psikoloğum konuşmanın, ayna karşısındaki kendine olanları, hissettiklerini ya da yapma düşüncesinde olduklarını anlatmanın bile her zaman insana bir yararı olduğunu söylerdi. Bunu bir profesyonel olarak söylediğini de sanmam. Bence kişisel yaşamında da yaşananların zehrini konuşarak atabileceğine inananlardan biriydi. Bense o zehri başkalarına bulaştırabileceğimden her zaman korktum. Kendine yeterince zarar veren biri olarak başkalarına da zarar vererek bir ölüye dönüşmek istemiyordum. Hâlâ da istemiyorum.”

Kelimelerin arasına saklanan isteği gördüm. Ki benimle aynı anda Tarık’ın da gördüğünü biliyordum. Bir şeyi hem delicesine isteyip hem de ondan kaçmamı ilk defa görmüyordu. Ben başından beri bunu yapıyordum. Ne istediğimi asla bilemediğimden belki de iki birbirine zıt uç arasında gidip gelmekten başka hiçbir şey yapmıyordum. Ki ne yazıktır, istese de istemese de Tarık da o iki zıt isteğe maruz kalanlardan ve benim yüzümden kafası karışanlardan biriydi.

“Ölmek senin için eski bir istekmiş gibi görünüyor.” dediğinde doğruyu bulduğundan da cümlelerim arasına saklananı gördüğünden de emin olamadım. Ölümün isteklerimden birinden ziyade benim için bir zorunlu yanı vardı. Beni diğerlerinden daha fazla bekliyordu. Gelmem ve ona ulaşmam önemli görünse de beni almayı asla kabul etmeyecek bir yanı da vardı.

Kazalar, sakarlıklar ya da hastalıklar onun beni almaya pek istekli olmadığı zamanların bir kısmıydı. Her seferinde bir nefes kadar yakınıma yaklaşıp kendini hatırlattıktan sonra sanki benimle hiçbir zaman işi olamazmış gibi çekip giderdi. Kazaların ya da hastalıkların kalıcı ya da büyük izleri olmamasına karşın görevlerini en iyi şekilde yerine getiriyorlardı. Aşka hiçbir yere bağlanamama için günün birinde olacağı unutturmuyor, korkudan uzaklaştığım zamanda da o korkudan kurtulamamam için yeniden ortaya çıkıyorlardı.

“Herkes kolayca öleceğimden emindi. En küçük hastalığımda öleceğimden emin olan bir güruh akraba ve komşu vardı. Ama hâlâ ne ben kendimi öldürebildim ne de bir hastalık bunu yapabildi.” Onun gözlerinin içine bakarken güldüm. Kahverengi gözlü birine bir zamanlar âşık olacağımı birileri söylemiş olsaydım gülerdim. Kendi ölemeyişime güldüğüm gibi güler, kader denen lanetten kaçabileceğime inanmaya devam ederdim.

“Belki de onlar senin inadını ortaya çıkarıyor. Bir şeyleri inadına yapman ya da yapmayıp insanı daha da sinir etmen yeni güncellemelerinle başımıza gelen bir hadise değil.” Yüzündeki ifade eğlendiği zamanlarda olanla aynıydı. Tek fark gerçekten eğleniyor olsa derin bir sessizlik ve nefes alışlar aramıza girmezdi. “Yine inat edebileceğini biliyorsun. Tahmin ettiğinden daha iyi şeyler oldu. Bunu inat edip vazgeçmemenle-”

“Yedi yaşımda grip yüzünden iyileşmeyip öleceğimden emin olan komşu sayesinde ölüm hakkında sorular sorarken pek inat edecek halde olduğumu sanmıyorum. Daha çok korkmuş ve bitsin ister bir haldeydim.”

Tek bir solukta konuştuğumda öfkemin nedeni Tarık değildi. Küçük ve o anda hasta olan bir çocuğa sonrasında ne olacağını ya da hissedeceğini umursamadan konuşan o insanlardan hâlâ nefret ediyordum. O korkunun ilk tohumunu atarken tek düşündükleri konuşmak olan tüm o bilgisi olmasa da fikri olanları yok etmeyi düşünüyordum. Anlamsız konuşmalar yaparak her şeyi mahveden insanlar sadece aptallıklarını pekiştirseler de küçük çocukları korkutmayı da bir şekilde başarıyorlardı. Onların belki de bu ilk ve tek başarılarının sonrasında hangi başarısızlık ve acılara neden olduğunu ise körpe kalplerine korku ekilenler biliyordu. Birçoğu ne olduğunu hiçbir zaman fark edemeden bir döngünün içinde hayatlarını geçirip gidenken bir kısmı da ne olduğunu bilip yine de oradan kurtulamıyordu. Ouroboros sürekli kuyruğunu yerken birilerinin başardığına inanmak istesem de bildiğim bir hayattan farklı bir hayata geçersem daha kötüsüne maruz kalabileceğim o ihtimallerin düşüncelerinden kurtulamıyordum.

Her şeyi unuttuğum, olanları önemsemediğim ve korkularımla baş edebildiğim bir ihtimal her daim zihnimde bir film gibi oynamaya devam ediyordu. Sinemaya gitmiş ve kendime ön sıradan bir bilet almış gibiydim. Perde uzun bir süre bu ihtimali kabul edemeyen zihnim nedeni ile bembeyazdı. Işıklar sönüyor, makinenin sesi başlıyordu ama perdede hiçbir şey görmediğim dakikalar birbiri ardına geçip gidiyordu. Huzurun olduğu bir ihtimalin olmadığına inandığım o dakikaların ardından ise görüntüler hızla akıyordu. Lakin hiçbiri beni memnun etmezken aklımı olası bir gelecekten uzaklaştırıp bakışlarımı bildiğim düzene çeviriyordum. Alıştığım henüz hiç içinde bulmadığım ile savaşıp kazanıyordu. Yeniden de kazanması gerekiyordu. Benim için tek doğru verdiğim karar olmalıydı. Bilmediğim bir yolda devam etmeye cesaretim de gücüm de yokken her şey bir an önce bitip tükenmeliydi. Tükenmeliydi ki kimse için acı verici bir an daha yaşanmadan her şey sonlanmalıydı. Bu benim inandığım tek yoldu.

“İnsanların bir kısmı hiç konuşmasa çocukların büyük bir çoğunluğunun geleceğinde yara ve büyük çatlaklar açılmazdı.” Tepki vermedim. Bazı insanların hiç var olmaması gerekiyordu ve ben bunu çok uzun zaman önce öğrenmiştim. Ne konuştuğunu bilmemekten bile daha kötü işler vardı. Bazı davranışlar insan olana yakışmasa da onları yapanların sayısı yıllar geçtikçe azalmak yerine artıyordu.

İki farklı ama birbirine yakın zamandan çığlık sesi kulağımda çınladığında ilk önce hangi anının bana işkence edeceğini bilemedim. Ama sol omzumdaki ağrıdan kötü olan olduğunu bir an içinde anladım. Lisedeyken sabah saatlerinde servisi beklediğimde her zaman gördüğüm o sahnelerden biri yineleniyordu. Benim gibi servis bekleyen kızlardan biri yanına yaklaşan bir köpeği gördüğü anda çığlık çığlığa kalmıştı. Orada olduğum o anda istemeden de olsa gülmek zorunda kalmıştım. Küçük bir yavru köpeğe karşı duyulan fazla büyük bir korkuydu. İnsanın vahşiliği düşünüldüğünde aptallıktan başka bir şey değildi. Ve oldum olası aptallıkları izlemek, onlarla bir şekilde karşı karşıya gelmek beni güldürürdü. Birilerine göre ben de bir aptaldan başka hiçbir şey olmayabilirdim ama herkesin kendi aptallığı ve kendinde olamayacak aptallık olarak sayabileceği sayısız davranış vardı.

O gün orada o kızla aynı servise bindim ve olayın orada bittiğini düşündüm. Korkmuştu, servisi gelince binip gitmişti. Sonrasında herhangi bir şey olacağını düşünmek için insanlarla ve insan doğasıyla daha önce tanışmak gerekiyordu. Benim için o zamanlar hâlâ yaşanan her şeye rağmen umudun olduğu zamanlardı. Ama gerçek ortaya çıkmak için çırpınıyordu ve orada yaşanan o anların devamı da gelmişti. Bir gün sonra kız babaannesiyle beraber köpek kendisine bir şey yapmasın diye bekliyordu. Buna karşın kadının vücut dili bile saldırgandı. Kız yanında ona bekçi olarak dikilmiş olan babaannesine kendisini korkutan köpeği gösterdi. Olabilecekleri beklemediğimden kendi halindeydim. Telefonumda birilerine mesaj atıyor olmalıydım ki uzun bir süre gözüm ekrandaydı. Sonrasında ise bu kez köpeğin çığlığını duymuştum. Çığlığa neden olanları görmem ise benim de çığlık atmam için yeterli olsa da yaptığım bu değildi.

Kadın elinde bir sopayla köşeye sıkıştırdığı köpeğe yeniden vurmaya yeltendiğinde onu tutmuştum. Elindeki sopayı almayı başaramasam da köpekle onun arasına girebildiğimde küçük yavruyu koruyabilecek bir açıdaydım. Beni gördüğünde, onu engellediğimi fark ettiğine bana hakaret etmeye başlaması nedense şaşırmama neden olmamıştı. ‘Köpekçi’ olmamla alakalı bir şeyler söylerken ağza alınmayacak küfürler de söylediğinde açıklamaya çalışmamın, köpeği döverek kendi torununun korkusunu geçiremeyeceğini anlatamaya uğraşmamın hiçbir anlamı yoktu. Benim ona anlatmak istediklerim onu daha da sinirlendirirken iyiden iyiye sinmiş yavru köpeğe dikkat ettiğimde onun benden de korktuğunu görürken canım acıdı. Benim yapmadığım bir şey yüzünden benden korkması kalbimi ona yapılandan daha çok acıtmıştı. Birinin yaptığı bir canilik nedeniyle belki de bir daha hiçbir insana kolayca yaklaşamayacak, insanlardan hep uzak duracak ve belki insan gördüğünde yaşadığı bu travma ve benzerli yüzünden saldırgan olan o köpeklerden biri olacaktı. En sonunda ise her zaman yaptıkları gibi birileri onu diğerleri gibi zehirleyecekti. Ki zehirlemek bazen onlara yapılan en hafif vahşetken olabilecek tüm kötü senaryolar onun korku dolu gözlerinde bana görünmüştü.

Servisi de okulu da önemsemeyip onu kucağıma alarak eve dönerken kadın arkamda bir şeyler söylemeye, beni takip etmeye devam ediyordu. Evin bahçesine girdiğimde o kadından da sesinden de uzaklaşmışken annem de kocası da kapıdaydı. Muhtemelen evden çok uzakta olmayan o bağırışları duyduklarından çıkmışlardı. Celal Amca’ya durumu anlattığımda benim doğru olanı yaptığımı söylediğinde rahatlayamadım. Yavru köpeğe yapılan doğru değilken o an arada olup onu kurtarmış olmak istemiyordum. Onun özgür, güvende ve mutlu olduğunu bilmek bana yeterdi. Lakin böyle şeyler gün içinde kimsenin başına gelmiyordu. Hiç yok yere küçücük bir yavru onun varlığından korkan bir şımarık yüzünden dayak yemiş, veterinerde üç gün boyunca kalmıştı. Fiziksel acısı yok olup gitse de o olay onu korkutan anlardan silinmeyen bir an olarak kalacaktı.

İlk çığlığın kötü anısını zihnimden de kalbimden de silmeye çalışırken diğer çığlık hızla aklımdan geçip gitti. O ilk çığlıktan üç yıl sonra olan olayda üniversiteydim. Yurttaki ilk yılımın neredeyse her günü aynı ya da benzer çığlıkları duymuştum. Yurdun bahçesinde çok sayıda kedi ve köpek olduğundan bazı kızlar onlardan korkmayı adet edinmişlerdi. Bazı kızların neden korktuğunu onlardan dinlediğim için travmalarını anlıyordum ama diğerlerinin çığlıklarının tek sebebi ilgi çekme çabalarıydı. Kedi ya da köpek sevmediklerini iddia etseler de sokakta olan kedi ve köpekleri sevmiyorlardı. Hoşlandıkları erkekler ya da sevgilileri yakındayken kendileri için ilgi istediklerini korktuklarını onların gözüne sokarak belli ediyorlardı. Ama sonrasında o laboratuvar ortamında oluşturulan tuhaf ırkların videolarını aşkla paylaşıyorlardı. Hediye olarak cins kedi ya da köpek isteyenleri bile görmüşken bazı insanların korkularının bile samimi bir yanının olamayacağını o insanlar sayesinde öğrenmiştim.

Yurttaki ilk yılımın ilk döneminde fazlaca zaman geçirdiğim Yasemin ve Derya da küçük yavru kedi ya da köpek gördüğünde bile çığlık atıyordu. Lakin onların çığlıklarının çoğunun etrafta Tarık olduğunda duyulduğunu fark ettiğim andan itibaren onları korkularıyla ilgilenmem azaldı. Yaptıkları şeyi sinir bozucu ve aldatma niyetiyle yapılmış davranışlar arasında görüp onlara tahammül edemediğim zamanları yaşamak zorunda kalıyordum. Çoğunlukla onlardan kaçmak istememe neden olan aşırı davranışları beni yalnızlaştıracağını sansam da onlar gibi olmayanlarla zaman geçirmemi sağlıyordu. Özge de benim kadar olmasa da hayvansever olan yurt sakinlerinden olduğundan yurttaki zamanımı geçirmek istediğim insanlardan birine hızlı bir şekilde dönüşüyordu. Ki bu da yeni arkadaşlarımı nasıl seçeceğim konusunda olduğu kadar kendimi tanıma konusunda da bana yardımcı oluyordu.

Tarık her ne kadar Derya ve Yasemin’in radarından çıkamasa da zamanını geçirdiği ya da sohbet ettiği insanlar arasında Özge de vardı. Bu da otomatik bir şekilde Tarık ile beni daha çok yan yana getirmeye başlayan bir meseleydi. Hayvanlardan sözde korkan arkadaşlarımla zaman geçirirken maruz kalmadığım kadar Tarık’a maruz kalıp ona karşı kızlar yüzünden sahip olduğum önyargıdan kurtuluyordum. Ki aynı okulda ve aynı bölümde olmamız da hayranı olan kızlardan daha fazla onu tanımama neden oluyordu. İyi bir insan ve arkadaş olduğunu dair olan inancım o günlerde oluşmuştu. Ben fark etmesem de bir şekilde arkadaşlarım arasına girmişti ve bu çığlık atmaktan zevk alan ikiliden kurtulmamın gecikmesi demekti.

Bu konuda en doğru olanı söylemek gerekirse Tarık ile onlara bir isim takmıştı. Tarık da onların neyi ne için yaptığını biliyordu. Bu yüzden ‘Çığlık İkilisi’ yüzünden onunla alay etmemi pek sevmiyordu. Benim içinse bu konu alay edilebilecek konuların başında geliyordu. Onun ne istediğini pek önemsemeyerek ama sınırını da aşmadan onunla uğramayı bırakamıyordum. Bu yüzden benimle onlar yakındayken ne zaman göz göze gelse başını iki yana sallardı. İkimizin arasındaki espriyi bilmediklerinden ya da anlamamış gibi yapmayı seçtiklerinden gözlerinin içine bakarak onlarla alay ederdim. Tarık bunun hoş bir davranış olmadığını söylediği her sefer ise omuz silkerdim. Bu benim yegâne eğlencemdi ve kimin ne düşüneceğini önemsemeden bu şekilde devam etmek istiyordum. Çünkü bana göre hayvanlardan korkmak saçmaydı ve bu tür bir yalancı korku alay edilmesi gerekenler listesinde ilk sıradaydı.

Yurdun en eski sakinlerinden biri olan Kontes ve yurttaki ilk günlerimde yurdun kendi evi gibi benimseyen Eylül ile henüz ilk dönem bitmemiş ve kar yağmamışken bahçede zaman geçirdiğim gün Tarık ile iyi arkadaş olduğumu düşündüğüm gündü. Ayak ucumda yatan köpek ve kucağımda bir kedi ile dururken ben de Tarık’ın eğlencesi olmuştum. Kontes bize yaklaşan Tarık’a sınayan gözlerle bakış atıp başını yeniden patileri üstüne koyarken koruyucum gibiydi ve aslında başka bir olayda tam olarak bunu da yapmıştı. Nazlı nazlı bahçede gezinse de tehlike anında onun gözünü hiçbir şey korkutamaz, gözü kara bir şekilde içgüdüleriyle yapması gerekeni yapardı. O öldüğünde yurda dair pek çok sevdiğim şey de ölmüştü. Ancak öncesinde yurttan gönderilen kediler ve köpekler de benim için büyük bir yıkımdı. O yıllardan beri orada olduğu için kalmışken onunla beraber son kalem de yıkılmıştı.

“Bazı çatlaklar asla kapatılamıyor. Kendiliğinden kapanmasına da izin verilmiyor.”

Dalıp giden gözlerimi kırpıp olduğum zamana ve yere geri dönerken acı geçer diye nefesimi verdim. Birkaç derin nefes daha alıp verirken hemen yanımda olan Tarık’ı göremiyordum. Deniz kamp alanına eskisinden de uzak göründüğü an bunun devam etmemesi gerekiyordu. Yüzüme bir gülümseme yerleştirmeye çalıştım. Daha fazla zaman kaybetmeden konuşmam gereken her şeyi konuşup bitirmek istedim. Kalmamam gereken duygulara kapımı açarsam bu yolun bittiği bir gün olabilirdi ve bu ihtimali istediğime emin değildim. Ben hâlâ sadece bitirmek istiyordum ve bitmesi için ne yapılması gerektiğini bilmesem bile bir yolunu mutlaka bulacaktım. Çünkü başka bir ihtimal yoktu. Her şey son kez bitmek zorundaydı.

“Aslında bu iş daha çok Türkiye’deki yönetmenlerin en sevdiği konudan başka bir şey bile olmayabilir. Ama yalnızca Nuri Bilge, Zeki Demirkubuz ya da Berkun Oya filmi çekip en iyi hali olduğunu düşünemez. Hakan Günday’a da feci derecede ihtiyacımız var.”

“Senin termosunda sadece kahve olduğundan emin misin?” Yüzünde bir gülümsemeyle konuşurken ciddi görünmüyordu. Yalancı alaycılığını tanıyordum. Konuşmalarımızın bazıları derin sulara girdiğinde o ifade ansızın yüzüne yerleşirdi. Daha derinlere inip kötü bir şeylerin aramıza girmemesi için aldığı önlemlerden biriydi. Ve benim onun koymaya çalıştığı kuralların arasında uyduğum tek kural ve sınır buydu. Lakin bu sefer durmak istemiyordum.

“Annemle babamın ayrıldığını zaten biliyorsun. Bilmediğin şey onlar birbirinden farklı dünyalarda yaşasalar da boşanmaları benim yüzümden oldu. Tetikleyici bir şey olmasaydı hâlâ bir arada olabilirlerdi. Ve belki de…” Devam edememem onunla ilgili değildi. Bilmediği şey kimsenin bilmediğiydi. Ailemdeki beş kişiden ibaret olan o sırrın zamanı bu an değildi. Olması gerekenden fazlası nasıl olmazsa daha fazlası da söylenmemeliydi. Yoksa kontrolü kaybedip bana inanmayan gözlerle bakana yeniden tutunmak isteyebilirdim. Bazı şeyleri olması gereken anda söylemezsem kırılganlığım sadece parçalanmaya dönüşürdü. “Öyle bakma. Bu çocukların kendilerini boşanmalardan suçlu görmesine neden olan bir durumla ilgili değil.”

“Senin her zaman kendini suçlama eğilimin varken mi?”

Hem haklı hem de haksızdı. Ona nasıl anlatabileceğime dair her an daha da umutsuz bir vaka olurken derinliğin her an arttığı ortadaydı. Kurtuluşun varlığına dair umutla yok olurken benim için kurtuluş hâlâ aynıydı ve değişmesi imkânsızdı. İnandığım buydu. İnandıklarımı bir anda değiştiremezdim, kimse bunu yapamazdı ve ben zaten artık bir şeyleri değiştirmek ya da en azından iyileştirmek dahi istemiyordum. Başarısızlığı görmüştüm. Çabalara rağmen alınan o sonuçlardan usanmıştım. Yeniden denemek de bu sefer farklı bir son bulmak da yoktu.

“Hayatta kalmak için benliğimi sakladım. Kendimi umudumu kaybetmiş bir şekilde buldum. Eve giden yolu bulmayı unuttum. Kendimi gözümdeki kine sakladım. Ben maskemin içinde benliğimi kaybediyordum. Korkudur takip ettiğim…”[1]

Üç yıl evvelki konserdeki sesler zihnimin içinde yankılanırken Tarık’ın sesini duymayı başaramıyordum. Yüzünü görsem de duyabildiğim tek şey Las Vegas’daki seslerdi. Binlerce kilometre ötedeki mekânda mavi ve mor ışıklar uzak bir anı olsa da oradaydı. House of Blues elimi uzatsam tutabileceğim kadar yakınken orada olmamam, orayı düşünmemem ve yapmam gereken tek şeyi yapmam gerekiyordu. Ama Disguise’daki o kısım haklıydı. Kabullenmese de sık sık hatırlamasam da doğru saklanmıyordu. İnsan kendine bile ne kadar uzun süre yalanlar söylerse söylesin bir an, bir şarkı ya da bir film repliği görmezden gelinen o gerçeği bir anda yüzüne çarpıyordu. Benden sakladığım benliğim bana öfkeliydi, benden nefret ediyordu ve beni yok ederse kendinin yok edilişinin bedelini ödeteceğine inanıyordu. Benim de onun de inandığı tek şey her şeyi bitirmek ve yok etmekti. Beni temas ettiğim, kirlettiğim tüm hayatlardan alıp onları kurtardığında kendini başarmış sayacaktı.

Çatlaklarımı bilirken buna devam edemezdim. Omuzlarımı dikleştirip bir kez daha nefes verdim. Kendime zaman içinde aptalca yüklendiğim zamanları biliyor olması bu kez onun yine haklı olduğunu ortaya çıkaramazdı. Zamanın o noktasında olanı biliyordum. Belki de ilk kez ne hata yaptığımı biliyordum. Sadece bir adım atarak annemle babamı ayırdığıma emindim ve benim hata yapmam onlar için kurtuluştu. Neyi nasıl yaptığım ya da doğrularım hiçbir zaman önemli olmamıştı. Hatalarımın üzerinde yükselmiştim. Yaptığım doğruları görmemiş, tek bir hatada yeniden en kötü haline gelmiştim. Ve onları evliliklerinin zincirinden kurtaran bana ait olsa da travmam yüzünden yıllarca kendime kızsam da asla onlar için yeterli değildim. Hiçbir davranışımda da yeterli olamayacaktım.

“Çünkü her şeyi benim yapmam gerekiyordu. En iyisini yapmazsam beni bir an bile asla görmeyeceklerdi. En iyisini yaptığımda da görmediler. Ama ne zaman hata yapsam hatalarım ve yanlışlarımdan başkası yoktu.” Öfke kendini yeniden hatırlatırken dalgalar halinde üzerime gelmeye başlamıştı. Köpüren dalgalardan hiçbir fayda olmasa da öfkenin dalgaları köpürmeye devam edecekti. Sakin kalamazsam daha fazlasının gelmesiyle sona dair umudumu da sonsuza kadar kaybedecektim. “Mükemmel olmaya bir şeyleri yapmak zorunda kaldığım andan itibaren uğraştım. Evde görünmeyendim. Başımın çaresine bakmak zorundaydım. Sonu ne olursa olsun yapabilmem gerekiyordu. Onlar yapmazken benim yapmaktan başka çarem yoktu ve ben bunun doğru olduğunu sanıyordum. Ki gördüğümüz ya da yaşadığımız şeylerden başka bir gerçek olduğunu sanmak da anlamak da o yaş için olası değildi. İlgisiz ebeveynlerin oyun alanlarından biriydim. Onlar kendi dünyalarında takılır ve ben de kendi dünyamı kurardım. Uçlarda olmam belki de bu yüzden başladı.”

“Senle ilgilenmediklerini söyleyip onların evliliklerinin sonu olduğunda gerçekten emin misin?”

Cevap dilimin ucunda olmasına rağmen söyleyemedim. Ne beklediğimi, ne yaptığımı tam olarak anlayamıyordum. Anlatmanın da düşünmenin de bir yararı olmayacakken her şeyi tek bir hamle ile bitirebilirdim. Ölmek için beş yüz kilometre yürümeye gerek yoktu. Bitmesi için en acı anlara ihtiyaç dahilinde değildi. Bu sözde gerekler yalandan başka bir şey değildi. Ölmek istediğimi sanacak kadar aptal olmam dışında bir gerçek görünmüyordu. Ben yine ve yeniden kendime eziyet etmek, belki de sadece onun gözünde kendimi öldürmek istiyordum. Çünkü bunca zaman sadece onun gözünde ve hayatında ölmeden, değer kaybetmeden ve kendime rağmen kalabilmiştim. Ve bu bana hiç olmadığı kadar zor ve dayanılmaz geliyordu.

Benim sevilmemeye değil sevilmeye düşmanlığım vardı. Sevilmek benim için bildiğim ilk şey değildi. Benim çevremi sarmış ilk halkada sevgi yoktu. Annemin de babamın da sevdiği değildim ve olamadım. Annemle bir noktaya kadar ilişkimi düzeltebilsem de babamla olanda her şeyi bir bıçakla kestim. İstemedikleri bir evliliği aileleriyle beraber çevrelerinin baskılarının sonucunda devam ettirmişlerdi. Evin içinde olanla dışarıda olan bir değildi. Gerçek bir neden, o ikisi için dönülmeyecek bir yol yokken boşanmak için adım atamazlardı. Ben onlara en çok istedikleri şeyi vermiştim. Bu bile beni onların gözünde var etmeye yetmemişti. Varlığım her zaman bir maraz ve fazlalıkken evliliklerinin sonrasında da beladan başka bir şey olabilmenin yakınında geçememiştim. Yaptığım şeyden hoşnut olmadıklarında varlığımı fark edişlerinden bile umut beslemek mümkünse bile olduğum ya da yaptığım hiçbir şeyin gerçekten kötü olanlar olmadığına ben emindim. Onlarsa alışmadıkları tüm denizlerde boğulacaklarını sanan yüzme bilen acemilerdi. Asla bilmedikleri toprağa ayak basmazlar, yeni bir yol oluşturmak için daha önce kimsenin iz bırakmadığı yollarda ilerlemezlerdi.

“Annemle babamın evliliği görücü usulü olarak algılanamaz ama bir aşk evliliği olacak son evlilik bile değildi. Dedelerim aynı sokakta arkadaş olanlardı. Aynı yaşta aynı sokakta her gününü birlikte geçirmiş çocuklarını evlendirmek hayalleri olmasa da onlara göre olabilecek en doğru adım olabilirdi. Ki annem ile babam lisede bir dönem sevgili de olmuşlardı. Ailelerinin dünyaya bakışları aynıydı, istedikleri birbirinden farksızdı. Beklentileri karşılayabilecek türden bir evlilik olacağına şüphe etmemişlerdi. Ama onlar için bu bir görevdi. Eğlenmedikleri ve asla eğlenmeyi düşünemeyecekleri dahi sıkıcılıkta geçen dokuz yılın her gününü unutmaya yeminli bile olabilirler. En azından annemin öyle olduğunu söyleyebilir. Bir gün bile babamla olan o ilk evliliğinden bahsetmedi. Başka boşanan kadınlar da tanıdım ve onların eski kocalarıyla olan evlilikleri hakkında nasıl konuştuklarını duymuştum. Yani ya annemde bir sorun vardı ya da diğer kadınlarda…”

“Bir sebebe ihtiyaçları vardı. Olabilecek bir şey, belki de korkunç bir olay onları yıllardan beri süren esaretlerinden kurtarabilirdi. Ama sorun şuydu ki hiçbir şey olmuyordu. Bir günü bir diğerinden ayıran sadece takvimdeki rakamlardı. Zamanın tam anlamıyla durduğu o yerlerden birinde yaşıyorduk. Herkesin birbirini tanıdığı, yaşanan bir olayın herkes tarafından birkaç gün içinde duyulduğu ve konuşulmasa bile unutulmadığı kasabalardan birindeydik. Yanlışlıkla bir an olabilecek bir şey hiç kimsenin anılarından silinemezdi. Ki böyle yerlerde boşanma nedenleri de gizli kalmazdı. Zaten bilinen bir şeyler vardı ki daha da aşikâr olmaması için devam etmesi zorunlu bir evliliğin içindelerdi. Sonra bir anda olması gereken oldu. Boşanmaları için hayatları altüst olurken evliliklerinin ortasına bir bomba yerleşti ve kuralları paramparça etti. Onların en büyük dertlerini her gün görmezden geldiklerinin başına gelen bitirdi. Ben-”

Yapamadım. Söyleyemedim. Olanı olduğu gibi anlatmak kolaydı. Yapmam gereken tek bir şey vardı ve bu konuşmaktı. Ama konuşamadım. Tıpkı o günkü gibi sesimi kaybettim. Ona bakışlarımı çevirsem de konuşacak gibi dudaklarımı kıpırdatsam da başaramadım. Geçmişim orada olduğu gibi dururken olanı diyemedim. Dilim tutuldu. Yeniden korktum. O andaki kadar korkup kaçmak istesem de yapamadım. Kıpırdamayı dahi başaramazken kaçabileceğim hiçbir yer yoktu. Sadece karşımda duran Tarık vardı. Onun gözlerinde gördüğüm korkmuş görüntüm dışında görebildiğim hiçbir şey yokken oradaki ben de aslım da nefes alamamaya başladı. Eski bir anı gözümün önüne gelirken artık ona bakamıyordum. Denize, kararmaya başlayan göğe bakmak kolaysa da içime çekmek istediğim havayı baktığım yerde de bulamıyordum.

“Derin bana bak!” Tarık’ın bana ne dediğini dahi anlamazken istediğini yapamadım. O ise yüzümü bir şekilde ona çevirmenin yolunu bulamadığından bir an sonra karşımda belirip gözlerimin içine bakmaya başladı. Onu artık görüyordum ama hâlâ anlamıyordum. Nerede olup olmadığım hakkında bir fikrim dahi yokken doğru da yoktu. “Derin astım ilacı yanında mı?”

Alamadığım nefesin nedeni onun sözleriyle anlaşılırken gözümü kırpabildim. Yaşadığım bir astım krizi değildi. Astım teşhisi hiçbir zaman konulmamıştı. Ancak nefes alamadığım tüm o zamanlar beni rahatlatmak için o tüpü kullanmışlardı. Bir tür panik atak nöbeti geçirdiğim o zamanlarda yapılanı Tarık da biliyordu. Yanımdan ayırmamayı öğrendiğim o tüp bir hastalığım olmasa da beni rahatlatırken burada bile olması şaşırtıcı değildi. Ne olmuş olursa olsun her daim hayatta kalmak ve sağlıklı olmak için elimden gelenden fazlasını yapmıştım. Şartları zorladığım nice seferde kendime karşı pek çok ihmal anım olsa bile kendime zarar verebileceğimi ne bir başkası ne de kendim düşünmüştüm. Geldiğim noktada ölmek istesem de aslında olanın bundan çok farklı olduğunu içimde bir yerlerde biliyordum.

İçimde bir yerde kapanmayan ve ne yazıktır ki iyileşemeyen bir yara vardı. Tarık o ilacı bulmak için hızla yanımdan ayrılıp çantama giderken onu iyileştirmeye çalışmadığımı kabul etmesem de biliyordum. O benim tutunacak bir dalım gibiydi. Kendime acımak, kendi halinde devam eden hayatımın yolunu bozup huzurunu kaçırmak için çocukluğumdan beri ona tutunup her mutlu anımı mahvetmiştim. Atlatabildiğim halde atlatamadığıma dair kendime yalan üstüne yalan söylemiştim. Kurban olmak kahraman olmaktan kolayken seçimimi kolay olandan yana yapmıştım. Seçimimi hiçbir zaman sevmeyip kendime öfkemi bu yolla gidermeye çalışmış ama asla yetinmemiştim. Bana gelen adımları uzaklaştırmam, arkadaşlarımı ve sevdiğim insanları her seferinde ardımda bırakmam hep bundandı.

Turkuaz renkli ilacın mekanizmasının Tarık tarafından çalıştırıldığını fark ederken uzun bir zaman sonra rahatladığımı hissettim. Nefesimin kesilişinin ne zaman olduğunu, ne kadar sürdüğünü bilmesem de bir ömür gibi gelen o süre bitip nefes almaya başlayışım kulağa doğru ve iyi geliyordu. Yine de bir şekilde aynı şeylerin yeniden yaşanabileceğini biliyordum. Ona bir an önce anlatıp kurtulmak istediklerim oradayken ben iyi kalamazdım. Söylemedikçe yine ve yeniden aynı şey olacaktı.

“Uzanmak ve dinlenmek ister misin?” Anlayışlı olmasını istemiyordum. Kızmasını, bana küsmesini ve kötü davranmasını istiyordum. O ne yaparsam yapayım bana karşı herkesten ve olması gerekenden daha iyi iken kendimi her an daha kötü hissediyordum.

“İstediğim dinlenmek değil. Bitirmek istiyorum. Ben-”

“Dinlenmen daha önemli. Acele etmene gerek yok. Senin için nasıl kolay olacaksa-”

“Anlatacağım.” Kolumda bir ağrı hissetsem de bunun konuşmak istememle herhangi bir ilgisi yoktu. Söyleyeceğim şeyi anlatabilecek hiçbir şey olmadığını bilsem de basit bir kelime bana yardım edebilirdi. O kelime her neyse benden kaçmaya devam etse de benim de bu fikre sarılıp yapmam gereken eyleme devam etmem mecburiyetimdi. “Üçüncü sınıfa başlayacağım o yazın sonunda oldu. Babamın arkadaşıydı ve babamın beni görmek istediğini söyledi. Ben de babam beni görmek istedi sanıp sevindim. Ama babam beni görmek istememişti. Bu yalandan başka bir şey değildi. Zaten babam beni evde bile görmek istemezdi. Buna rağmen ben yalana inanmak istemiştim. Babam beni artık sevecek sanmıştım.”

“Onların boşanmasının sebebi ben oldum. Ben o adamın niyetini anlamasam da çok geç kalmadan birileri bir şeyleri anlamıştı. Bir kadının beni o adamdan uzaklaştırmak için kolumu çektiğini anımsıyorum. Sol kolumdan hızla kendine doğru çekmiş ve bağırmaya başlamıştı. Ne olduğunu ben bilmiyordum ama o biliyordu. Yapmayı planladığı şeyi ilk kez yapacak değilmiş ve o kadın bir şeylerden muhtemelen emindi. Ben ne olduğunu anlamadan annemin yanında ve evde kendimi bulsam da benim dışımda herkes biliyordu.”

Sol kolumun ağrısını geçireceğimi sanır şekilde kolumun üst kısmını ovsam da yararının olmadığını biliyordum. Ne yaparsam yapayım ağrıyı geçirmenin çaresi yoktu. O ağrıyı bedenim değil de beynim yaratıyordu. Yüzümü yerden kaldıramazken suçlu olmadığımı bilsem de yine ve yeniden aptallığım yüzünden kendimi suçlu hissediyordum. Başka hiçbir nedenden dolayı suçlu hissedemeyeceğim kadar kendi gözümde suçluydum. Onların evliliğinin bitmesinin tek nedeni ve kahramanı ama en büyük günahkarıydım. Ben o hatayı yapmasam asla ayrılmalarına dair bir ihtimal olmayacaktı. Ama ben kendi ellerimle onlara o nedeni vermiştim. Kahraman olmuş olsam da suçlu kabul edilmekten kurtulamamıştım.

Yüzümde hissettiğim bir elle başımı kaldırdığımda Tarık bana hâlâ aynı şekilde bakmaya devam ediyordu. Suçlu olduğumu düşünen bir hali yoktu. Dinlemek istediğini, yanımda olduğu ve olacağını gözleriyle anlatmaya çalışıyordu. Lakin ben bunu istemiyordum. Onun da gitmesi gerekiyordu. Diğerleri gibi olabilirdi. Şimdi, yarın ya da yakın bir gelecekte olmasa bile elbet bir gün gidecekti. Bunu beklemediğim bir anda değil o anda yapması gerekiyordu. Ancak o bu gidişi gerçekleştirmiyordu. Bana da kendine de asıl o eziyet ediyordu.

“Ağlamak iyi gelecekse ağlamandan şikâyet edemem. Ama içinde bir yer de kendine ait bir suçluluk olmamasını da istiyorum. Bu senin suçun değil. Böyle bir şey kimin başına gelirse gelsin suçlu olan bunu yaşamak zorunda kalan değil. Daha fazlası ya da rahatsız edici basit bir söz, her ne olursa olsun suçlu olan bunu yapan, yapmaya çalışandır.” Bunu biliyordum. Bunu yıllar boyunca defalarca kez tekrar etmiş, yeniden duymuştum. İçimde bir yer bunun doğruluğu konusunda bir an şüphe etmiyordu. Ama annem ve babam meselesi asla beni rahatsız etmeyi bırakmıyordu. Onlar için her zaman yetersiz ve hatalı olmuştum.

“Orada bir suçum olmadığını biliyorum. Ama annem ve babam bilmek istemedi. Doğru kabul edemediler.”

“Onların bir neden aradığını sen söyledin. Asla seninle ilgili olmadı. Bunun için bir an daha kendine yüklenmemelisin. Sen-”

“Yeterli ya da en azından doğru olsaydım ayrılmazlardı.” Bana sarıldığında söylemek için can attıklarıma devam edemedim. Ona sarıldığımda ne demem gerektiğini unuttum. Her şey bir anda, tek bir sarılma ile çözülebilirmiş gibi gelirken aklım firar etti. Doğrularımı yok etmeye çalışmam kendini geriye atarken sadece anlatmak istiyordum. Neresini ya da tam olarak neyi olduğunu bilemesem de söylemek istediklerim vardı. “Anlamamıştım. Ama doğru olmayan bir şeyler olduğunu biliyordum. Bana söylendiği gibi odama gitmeli ve misafirler gidene kadar oradan çıkmamalıydım. Yapamadım. Anlamak istediğim şeye dair sorularımı yanıtlamak için mi yoksa sadece bana bir şey yapmam söylendiğinden yeniden ona tepki verip itiraz etmek için mi o odadan çıktığımı bilmiyordum. Sonrasında ise öğrendim. Kimse olanı konuşmuyordu ve olabilecekler daha çok ilgilerini çekiyordu. Annem ise olmayana sevindiğini belli etse de bir şekilde benden utandığını saklamıyordu. Eskiden inanmadığı şimdi ise utandığı hilkat garibesi olarak hayatını elinden alıyordum. Aynı zamanda ona hayatını geri veriyordum. Yaşanan olay sonrasında daha fazla evli kalamayacaklarına eminlerdi çünkü. Evlilikleri yaşadıkları olayın ardından temelinden sarsılmıştı. Bir daha eskisi gibi olamazlardı. Bu evliliğin bitmesi her ikisi için de en iyisi olacaktı. Ve birileri onların evliliklerinin neden bittiğinden bahsedecek olursa o gün bana olanı da hatırlayacaklardı. Hilkat garibesi-”

“Hilkat garibesi değilsin sen. Buna her ne şekilde inanmış olursan ol beni asla ama asla ne kötü birisi olduğuna ne kalbinin karardığına inandırabilirsin. Ben seni yıllardan beri görüyor ve biliyorum. İlk günden beri âşık olduğum kadının kalbini görmek için yıllarım vardı ve daha ilk gün onu gördüm.”

Ondan uzaklaşmak istedim. Yanılıyordu ve yanıldığının farkında değildi. Herkes gibi onu da olmadığım biri olduğuma inandırmıştım. Sandığı gibi değildim. Bir canavardan, yalancıdan ya da kötü herhangi birinden bir farkım yoktu. Onun için de yetersizdim. Annemin o gün bana söylediği gibi hiç var olmamam gerekiyordu. Bu pek çok sorunu bu var olmayış ile çözebilir ve daha dazla sevgi ile anılabilirdim. Ölseydim belki de yeterdim. Ki bunun geç olmadığından da emindim. Hâlâ ölüp yeterli olabilir, sevgiyle anılabilirdim. Lakin önce yapmam gereken o şeyi yapmalıydım. Gitmesi gereken ne pahasına olursa olsun gitmeliydi. Benden de hayatımdan da gitmesi için atılması gereken bir adım daha vardı. Geriye dönemez, eski hayatıma devam edip yaşayamazdım. Kalbini kırmam gerekiyorsa kıracaktım. Çünkü ölmesi gereken ölmeli, yılların ardında yok olmalıydı. Ben sadece yok olmalıydım.

“Ben bu yola bir kişiyi değil iki kişiyi öldürmek için çıktım. İkimizin de sonunun gelmesi gerekiyordu. Senin bizden kurtulman gerekiyor. Gitmek zorundasın. Bizi bırak ve git.” Bir an düşünmeden saklamam gerekeni söylediğimde gözlerinin içine bakıyordum. Bu yaptığım şey de bir tür ihanetti. Onu evlenmemize günler, hatta saatler kala terk etmemden daha kötüsüyken bizi bırakmak zorundaydı. Ben daha fazla dayanamayacağımı biliyordum. Yok olmalıydım ve o da yok olmalıydı. Tarık biz olmadan daha mutlu olacaktı. “Ben seni hak etmiyorum. Kimseyi hak etmiyorum. Onu da hak etmeyeceğim. Onun için de yeterli olamayacağım. Buna bir gün bile daha fazla katlanmak istemiyorum. Lütfen git. Sen gitmezsen-”

“Sen benim bebeğimle beraber kendini mi öldürmek için bu yola çıktın?”

Ona bebeği söylediğimi ancak onun bebeği sahiplenişini duymamla anladığımda her şeyi berbat ettiğimi anladım. O bilirken ne olacağı belliydi. Gitmesi için bir şansım varsa bile artık ben o şansı kaybetmiştim. Zamanı da söylediklerimi de geri alamazdım. En sonunda geride kalan tüm o günlerde ne yaptığımın da ne yapmaya çalıştığımın da farkına ilk kez varırken o hastaneden buraya gelene kadar yaptığım her şey bir kâbus gibi üzerime çöktü. Farkındalığın, ne yaptığımı anlamanın sonum olacağı ortadaydı. Ve sonumu, yaşayacağım son anımı söylemiş olduğum o şeyle beraber artık kendim seçemeyecektim.


[1] Motionless in White grubunun 2019 tarihli Disguise isimli albümünün aynı adlı şarkısından alıntı.