Akdeniz’in en kuzey noktasında soğuk yüzünden ürperdiğimde odaya girmemin üzerinden beş dakika bile geçmemişti. Markete giderken yanıma aldığım sırt çantamı yatağın üzerine atmayı da diğer şeyleri de önemsemezken derin bir kararsızlık içindeydim. O son noktada olduğumun bilinciyle dönmek için doğru zamanda olduğumdan emindim. Bir köprüdeydim. Bir tarafımda cennet, bir tarafımda cehennem vardı. Ama kimsenin cennette kış olabileceğini ve cehenneme bahar gelebileceğini bilemediğinin farkındaydım. Ya siyah ya beyaz seçilmek zorundayken ben daha doğmadan önce neyin ne olduğuna karar vermişlerdi. Ve bu kararlar keskin çizgileriyle birbirinden ayrıydı. İki birbirine zıt olan aynı anda olamazdı. Arada kalmışlara, en ufak hataları yapanlara dahi orada yer yoktu.
Olduğum yerden başlangıçtaki o ana baktığımda o anın gerçek başlangıç olmadığını bilsem de bu bilgiye rağmen bir başlangıç sayılabilirdi. Değişmezlerin arasından çıkıp gitmeye karar verip azaplarımdan kurtulmak istemiştim. Ne istediğimi bilmiyordum ama ne istemediğimi yıllarca görüp ezberlemiştim. Yolumdan çıkmadan kaderime katlanabileceğime inanmıştım. Ama her zaman bir yer vardı. Bir sınır geçildiğinde geri dönüş yolu kalmıyordu. Ne siyaha ne de beyaza ait olamazken orada kalsam son nefesimi verecektim. Buna karşın o anda olduğum yerden de emin değildim. Hiçbir yere ait hissedemiyordum. Bir yersiz yurtsuz olarak bir otel odasında bile kalamıyordum.
Onlu yaşların tam ortasında bir film izlemiştim. Yirmi iki yaşında üniversiteden mezun olan bir çocuk başta adı olmak üzere her şeyi ardında bırakıyordu. Yollarda ve Alaska’da geçirdiği tüm o zamanın sonunda ise ait olmadığı her şeyden kurtuluyordu. O filmi defalarca kez izlemiştim ve bilmediğim bir şeye dokunduğunun farkındaydım. Onun ailesi ile kendi ailem arasındaki o benzerlikleri inkâr edemiyordum. Ben ilk önce evde yorulmaya başlamıştım. Sonrasında ise tek bir yer bile beni kabul etmemişti. Şimdi o çocuğun öldüğü yaştan üç yıl daha yaşlı olarak kendi yolculuğuma çıkmanın peşindeydim. Adımı da sahip olmadığım her şeyi de geride bırakıp hiç olan bir yere gidecektim. Kendi yolculuğumdan beklediğim tek son yok olup gitmekti.
Uzun zamandan beri omuzlarım ağrıyordu. Kendime ait olan dertler kadar bana miras kalanlar ile gidebildiğim yolun sonuna gelmiştim. Aile, okul, iş ya da özel hayatım diyebileceğim tek bir tutunacak dalım kalmamıştı. Kimseye besleyemediğim güvenim uzayın sonsuzluğunda bir an içinde kaybolup gitmiş gibiydi. Güvensizliklerim ise buradaydı. Her an düşüncelerimde beni yargılamaya devam ediyordu. Sanki içimde bir ben daha vardı. Benden nefret ederek yaptığım her şeyden iğreniyordu. Artık ben de kendimden iğrenirken ne kadar uğraşırsam uğraşayım iyi biri olamayacağımı anlamıştım. Çabalarım da sanrılarım da beni yarı yolda bırakmıştı. Küsüp kırıldıklarım bile artık beni öldürmeye ant içmişken bu benim son yolculuğumdu. Affetmeyi başaramayacağım kişi yine ve yeniden benken bu beş yüz kilometrenin mutlu bir sonu olması diye bir ihtimal yoktu.
Likya Yolu’nu çok uzun zaman önce ilk kez duymuştum. Sanırım üniversitenin ilk yılının tam ortasında bölümden bir çocuk nisan sonunda uzun bir yürüyüşe çıkacağından bahsetmişti. Yer yer sarp kayalıkların olduğu ve yanlış mevsimde gidilmesi halinde susuzluğun insanlara büyük zarar vereceğinden de bahsetmişti. Nisan sonu için planladığı yürüyüşünü finallerin sonrasında yapıp yapmadığını hatırlamıyorum. Gideceğini söylemiş sonrasında da bu fikri hayata geçirip geçirmediğini sormak benim aklıma gelmemişti. İnsanlarla yakın olmayı her zaman başaran o insanlardan biri değildim. Ki o yıl yeterince sorunum yokmuş gibi on dokuz yaşında çocukken olmam gereken bir hastalığa yakalanıp tüm yazımı yatakta geçirmişken adını bile anımsamayı başaramadığım birinin kendi tatilinde ne yapacağını soracak ya da aklımda tutacak kadar işsiz değildim. Yine de onun planın sonu ile benimki aynı olamazdı. O kendini bulmak, yalnız kalıp ne istediğini anlamak için bu yolculuğa çıkma derdindeydi. Yol ve yolculuk ile ilgili her şeyi uzun zamandan beri araştırıyordu ve bu serüvene hazırlanıyordu. Bense neredeyse hiçbir şeyin nasıl olması gerektiğini bilmeden yola çıkmak için sabahı bekliyordum. O bir başlangıcın peşi sıra gitmişti ve ben bir son arıyordum.
Yatağa uzun bir bakış atmamın ardından tekli koltuğa oturup ayakkabılarımı çıkardığımda saat henüz sekize bile gelmemişti. Kasım ayının ilk günü için fazla soğuktu. Akdeniz civarında bu denli soğuk günlerin ya da gecelerin olduğunu düşünmezdim. Belki de tamamen benim amacım için her şey denk geliyordu. Sonunda olması gerekeni olduracağım için benden hayatımın her gününde nefret eden evren bu son amaç için benimle beraber çalışıyordu. Ve bu korkumun bir anlamı olmadığını, yolumun doğru olduğunu hissettiriyordu. Üşüsem de korksam da sonumun yazılması için son geceyi bitirmek için acele ediyordum. Ama sanki zaman geçmiyordu. Biraz uyumanın, artık uyumanın zamanı geldiğine inansam da bir şey beni durduruyordu. Hem her şey doğru hem de her şey yanlışken düşüncelerimi toparlamayı başaramıyordum. Kendime bir yabancı gibi hissetsem de geçmişten gelen tüm yüklerin altında ezilmekten kurtulabilmenin yolunu bulamıyordum.
Üzerimi değiştirip yatmanın ve uykuya kavuşana kadar bir şeyler izlemenin doğruluğuna inanıp harekete geçmeyi sonunda kabullendiğimde odanın kapısı tıklatıldı. Beklediğim biri olmadığı gibi kimsenin beni rahatsız etmeyeceğini de biliyordum. Bir yanlışlık olduğunu, birinin yanlış odaya geldiğini düşünerek ayağa kalktığımda kapıdakinin yine ve yeniden kapıyı çalarak kendi aradığını yanlış yerde aramaya devam etmemesi için kapıyı açacaktım. Kapıdaki aradığının bu odada olmadığını anladığında ise planıma sadık kalabilirdim. Ve sabah ilk ışık hüzmesi günün başlangıcına imza attığında ilk ve son uzun yürüyüşüme çıkabilirdim. Kaybolup gideceğim yol ile her şeyden sonsuza kadar kurtulabilirdim. Uzun ve acılı olmamasını umarak bitmesi için o adımı atabilirdim.
“Koridorun ucundaki odada kalıyorum da sizin odanız da soğuk mu diye sormak istedim.”
Odanın beyaz duvarlarına bir şekilde uyum sağlamış kahverengi kapıyı açtığımda karşımda en uzun süredir tanıdığım insanlardan birini gördüğümde onun gerçek olduğuna inanamadım. Bir şekilde karşımda olması muhtemel değilken o tam karşımda duruyordu. Bana bakmaya ve hatta gülümsemeye devam ederken ona karşılık veremedim. Olmaması gereken yerdeydi. Bilmesine imkân olmayan bir yola çıkmışken burada bir andan fazla durması planlarıma en büyük düşman olması için yeterliydi. Yolumda hiçbir engel yokken onu da istemiyordum.
“Burada ne işin var Tarık?”
“Ben de Likya Yolu’nu yürüyüp kendimi sınayacak olamaz mıyım?” İnanmadım. Neredeyse on yıldan beri onu tanıyordum. Maceraperest olsa bile konfor delisiydi. Rahat edemeyeceği hiçbir yerde hiçbir şey yapmazdı. Burada olmasının nedeninin bu olduğuna inanabilmem için aklımı kaybetmiş olmam gerekirdi. Genel anlamda aklımı kaybetmeye yakınsam bile henüz onun nasıl biri olduğunu unutacak kadar aklımı kaybetmemiştim. “Doğruları istiyorsun ama doğruları duymayı sevmezsin. Bu yüzden muhtemelen cevap vermeyeceğini bildiğim hiçbir soruyu sormayacağım. Ama bilmen gereken bir şey var. Aynı sonu yazmana asla ama asla izin vermem. Amacını bilirken de peşinden bir an ayrılmam. Yani yarın sabah o yola tek başına çıkıp bir yerlerde ölmeyi beklemesen iyi olur.”