Yağmurlu bir gündü. Elimde şemsiye ile pazara gidiyordum. İlk o zaman görmüştüm onu. Çatı oluğunun kırılmış yerinden iri damlalarla akan yağmur suyunu doldurmak için eski bir yoğurt bakracı yerleştiriyordu. Oldukça eski bir dükkanda, camekanın önüne dizdiği eşyalardan anladığım kadarıyla ufak tefek tamir işleri yapıyordu. Bakracı koyduğu yerden doğrulduğunda gördüm yüzünü. Esmer, zayıf, kısa boyluydu. Belki 40'lı, belki 50'li yaşlarındaydı. yüzündeki derin çizgiler, gözlerindeki yılgınlık, yorgun küçük elleri tahminimi zorlaştırıyordu. Başında kirlenmiş krem rengi bir kasket olduğu için saçı var mı yok mu, varsa beyazlamış mı bilmiyordum. Üstünde ince çizgili koyu haki yeşili ütüsüz kumaş pantolon, soluk pembe üstüne kırmızıya yakın kalın çizgiler çekilmiş bir gömleği vardı. Gömleğin sol cebinin içinden kabaca katlanmış kumaş mendilin yeşil renkli ucu görünüyordu. Onu bir kez görenin kolay kolay unutmayacağına emindim. Çünkü yüzünde kimilerince garipsenen bir detay vardı. Burun kemiği yoktu ve dolayısıyla burun delikleri neredeyse yanaklarıyla aynı hizadaydı. Burun deliklerinin hemen altında iki ucu kısacık kesilmiş diş fırçası bıyık, onun hemen altında üst dudağının orta kısmı ince bir iple yukarı çekilmiş gibi duran dudağı vardı. Tuhaf bulmamıştım ama farklı bakışlara öylesine alışmış ki başını gayriihtiyari hafiften sola çevirmişti. Sırtını dönüp gidecekken başımla selam verdim. Önce şaşırdı, sonra o da dudaklarında hafif bir tebessümle birlikte başıyla selamına karşılık verdi. Ona acıdığımı düşünmesinden korkup dönüp arkama bakmadan yoluma devam etmiştim.
Artık pazara her gidiş gelişimde o yolu kullanıyordum. Bu yüzden haftada en az bir kez onu görme fırsatım oluyordu.
Bir sonraki hafta gelişimde dükkanın duvarına dayanmak suretiyle park edilmiş, tellerine yapay çiçekler bağlanmış sepeti olan, eski bir bisikleti olduğunu fark ettim. Bu defa o yoktu ve yakınlarda olup olmadığından emin değildim. Dükkanın içini merak etmiştim ama gelip de ondan izinsiz girdiğimi görürse ne tepki vereceğini kestiremediğimden, kapının eşiğinde öylece dikilmiştim. İçeriye baktığımda gördüğüm ilk şey küçük tüplü televizyon oldu. Hemen karşısında oldukça yıpranmış, koyu kahverengi eski püslü denilecek tek kişilik bir koltuk vardı. Orası anladığım kadarıyla evle dükkan arası bir şeydi. Televizyonun üzerine dantel koyacak kadar ev, küçüklü büyüklü tamir etmek için parçalara ayrılmış aletlerin dağınıklığını toplamayacak kadar dükkandı. Televizyonda karıncalı görüntüler içinde parıltılı elbisesiyle Zeki Müren vardı. Anteni çekmeyen eski bir radyo gibi cızırtılı sesler çıkaran bu kutunun içinden "elbet bir gün buluşacağız" diyordu. Camekanın önü de en az dükkanın içi kadar karışıktı. Eski model ev telefonu, tavana asılı kristal avizeler, yapay örme saksı içinde yine renkli yapay çiçekler, floresanlar, fenerler... Küçük led ışıklarıyla çevrelenmiş bu kalabalık camekanın akşam karanlığında nasıl göründüğünü merak etmiştim. Bir müddet gelir diye bekledim ama gelmemişti.
Sonraki hafta erken saatte yine pazara gitmek için yola çıktım ve yine oradan geçecektim. Dükkanın bulunduğu sokağa yaklaşırken belli belirsiz çocuk sesleri duyuluyordu. Adımlarım arttıkça sesler de netleşiyordu. Düşündüğüm şey olmasın diye içimden geçirdim ama dünya isteklerimizin çoğuna sağır bir yerdi, biliyordum. Evet düşündüğüm şey olmuştu, onunla alay ediyorlardı. Ben köşeyi dönüp tam çocuklara kızacakken o dayanamamış olacak ki "yürüyün gidin evinize, terbiyesizler' diye gürleyerek çocukları kovaladı. Çocuklar aldırmamış olacak ki gülüşüp kaçtılar. Söylene söylene dükkanına giderken beni gördü. Hiçbir şey duymamışım gibi davranarak "Günaydın." dedim. Önce duraksadı, ne diyeceğini bilememiş gibi bir iki adım geri gitti. Neden sonra aklına birden gelmiş gibi ben dükkanı geçmeden evvel o da "günaydın" diyerek karşılık verdi. O gün onu yürürken görünce fark ettim topalladığını. Sağ bacağı biraz kısa kalıyordu, bu da onun yürürken sallanmasına neden oluyordu.
Başka bir gün, içimdeki merakı gidermek için akşam iş çıkışı oradan geçerek eve gitmeye karar verdim. Dükkanın bulunduğu sokağa yaklaşınca fark ettim ki orada sokak lambası yoktu ama karanlığın içinde cılız, kırmızı mavi renkli bir aydınlık seçiliyordu. Bu aydınlığın dükkandan geldiğini zaten tahmin etmek kolaydı. Sanki birine yakalanacakmış gibi ayaklarımın ucunda, etrafa kulak kabartarak dükkana yaklaştım. Etraf bıçak kesmişçesine sessizdi. Rengarenk ışıklarla çevrili camekan, adeta hüzünlü bir bekleyişle bana bakıyordu şimdi.
Bir sonraki perşembe günü uğrayışımda bu kez dükkanı kilitli bulmuştum. Sokak yine kimsesizdi. Ben de fırsat bu fırsat deyip etrafına bakınayım demiştim. Bina, aslında iki katlı, çoğunluğu bakımsızlıktan dökülmüş soluk yeşil boyalı, oldukça eski bir evdi. Alt kattaki evin bir odası, bahsettiğim dükkana dönüştürülmüştü. Dükkanın yanında camları tahtalarla kapatılmış bir oda vardı. Onun hemen köşesinde tahtadan yapılma, telle uydurulmuş bir kilidi olan kapıdan, üst kata uzanan merdivenlere çıkılıyordu. Burada yaşadığını tahmin ettim ama emin de olamıyorum. Yaz aylarının sonunda olmamıza rağmen pencereleri kapalıydı.
Aradan bir ay kadar bir zaman geçmişti. Ben başka başka sebeplerden dolayı bir türlü uğrayamamıştım oraya. En sonunda ablamı ziyarete gitmek için o yolu seçtiğimde hava yine bozuktu ve yağmur yağacak gibiydi. Dükkanın olduğu sokağın köşesini dönerken bir anda olduğum yerde öylece kalakaldım. Dükkan sanki saldırıya uğramış da tarumar edilmiş gibiydi. Etrafta gördüğüm kadarıyla ne tüplü televizyon vardı ne kristal avizeler ne sepetli bisiklet ne de renkli çiçekler... Bunun haricinde her şey paramparça edilmiş bir halde yerlere saçılmıştı. Kafamı kaldırıp yaşadığını tahmin ettiğim evine baktığımda farklı bir manzarayla karşılaşmadım. Camlar kırılmış, perdeler yırtılmış, yerinden sökülmüş ahşap pencere pervazından, sarı renkli incecik sünger bir yatak fırlamış halde duruyordu. Ne olmuştu burada? Şaşkınlığım geçerken dükkanın hemen karşısında bulunan bahçeli evin kapısı açıldı birden. Morlu beyazlı basma etek üstüne, dirseklerine kadar kollarını sıvadığı kocaman çiçekleri olan gömlek giymiş yaşmaklı bir teyze, elindeki çöp kovasını dışarı çıkarmıştı. Sabahın bu saatlerinde belediye çöpleri toplardı. Teyzenin çöpünü çıkarmasına, bu saatte "bu dükkana ne oldu?" diye soracak kimseyi bulamayacağım için çok sevinmiştim. Ama yeniden umduğumu bulamadım. Kadın sanki karşısında darmadağın olmuş dükkan yokmuş gibi davranıyordu. Tarif ettiğim kişiyi tanımayı bırak, evinin karşısında böyle bir dükkan olduğundan bihaberdi. Sonra ben hiç ona soru sormamışım gibi boş gözlerle önce etrafı, sonra bıraktığı çöp kovasını süzerek gerisin geri içeri gitti. Ben de şaşkınlığımla beraber, ardımda parçalanmış dükkana ve eve baka baka gittim.
Gel zaman git zaman... Bir gün dayanamayıp yine uğradım ama bu kez ne dükkan ne ev kalmıştı. Bulunduğu yerde onu parçalara ayırıp yok eden kepçenin arkada bıraktığı irili ufaklı taş yığını vardı. Ben adını bile bilmediğim adama ne oldu diye düşünürken arkamda açılan kapı sesiyle irkildim. Geçen sefer geldiğimde yaşlı teyzeyle konuştuğum kapıdan bu kez neredeyse benimle yaşıt bir erkek çıktı. Kadının o günkü halini garip bulmuştum. İyi olup olmadığını merak edip, genç adamın yanına giderek sordum. Yaşlı kadın annesiymiş. Demans hastalığı varmış kadıncağızda. Boş bakışlarının nedeni, bunca yıl hatıralarını barındırıp sonra onu yarı yolda bırakan hafızasıymış meğer. Genç adama dükkanı soracaktım ama hal böyleyken vazgeçtim. Duymak istemeyeceğim bir cevaptan adeta açarcasına, yarım ağız iyi günler dileyip yoluma devam ettim ve bir daha o sokağa adımımı atmadım.