Aradan birkaç gün geçti ama henüz bir şeyler öğrenemedik. Emre'yi balo salonuna çok fazla sokmuyorduk çünkü elimizdeki tek ipucunu öldürmesini istemiyordum. Dışarıdan gelecek tehlikelere karşı da sabah uyandım ve tekrardan gerçek hayata dönmüş olmanın hayal kırıklığı ile yatağımdan kalktım. Bütün gece yatağımda kendi etrafımda dönüp durmuştum. Ne zaman uykuya daldığımı hatırlamıyordum. Gözümü her kapattığımda Emre'nin dizleri üstüne çökmüş ve Pınar'a sarılmış halini görüyordum. Son zamanlarda yaşadığımız en trajik olaydı bu. İki sürüyü yok etmiştik ama asıl tehlikeden habersizdik. Bu bizim en büyük hatamızdı.

Odamdan ağır adımlarla çıktım ve taş binanın içinde gezmeye başladım. Diğer odalar sessizdi. Emre'nin odasına doğru gittim ve kapıyı tıklattım. Ses yoktu. Kapıyı açmaya çalıştım ama kilitlenmişti. Birkaç dakika kapının önünde bekledikten sonra gitmeye karar verdim. Zorlamak istemiyordum.

Merdivenlerden indim ve taş binadan çıktım. Hava bulutlarla kaplıydı ve kasvetli görünüyordu. Soluma doğru döndüm ve o sırada Taha'yı gördüm. Selam vermek için elimi kaldırdım ve o da aynısını yaptı. Yavaş adımlarla yanına doğru gittim.

"Nasılsın?"

"İyiyim, bir sorun yok. Sen?"

"Bilmiyorum. Yani, içimdeki bu hissi nasıl açıklayacağımı bilmiyorum."

"Anlayabiliyorum. Emre ne yapıyor?"

"Odasına gittim ama kapısı kilitliydi."

"Onu biraz rahat bırakmamız gerekiyor."

"Sanırım öyle. Kahvaltı yaptın mı?"

"Hayır."

Güvenlik kapısının yanından geçerek restorana doğru ilerledik. Konuşup içimdekileri dökmek istiyordum ama bunu yapacak gücü bulamıyordum kendimde. Sürüyle savaşmaya gitmeden önce kimin bizimle geleceğini ve kimin burada kalacağını seçen kişi bendim. Nasıl oldu da bize ihanet eden iki kişiyi burada bırakmayı başardım?

"Günaydın."

"Günaydın," dedi Cansın.

"Taha'yla kahvaltı yapacağız, gelecek misin?"

"Bir şey yiyecek durumda değilim, siz gidin."

"Nasıl istersen."

Olanlardan tamamen kendimi suçluyordum.

"Günaydın, Başak, afiyet olsun."

"Teşekkürler."

"Oturabilir miyiz?"

"Nasıl isterseniz."

Herkes sanki bana karşı cephe almış gibi geliyordu. Herkes duygusuz bir şekilde konuşuyordu. Elbet bu bana özel bir şey değildi ama olanlardan dolayı kendimi suçlu hissediyordum.

"Günaydın," diye arkamızdan bir ses geldi.

"Günaydın, Selen."

"Oturabilir miyim?"

"Tabii ki."

Bir süre boyunca herkes sessiz bir şekilde kahvaltısını yaptı. Herkes kafasını kaldırıp bir şeyler söylemek ister gibi etrafa göz gezdiriyordu ama kimseden ses çıkmıyordu.

"İnsanları bir araya toplamalıyız," dedim.

"Neden?"

"Konuşmamız lazım. Herkesin söyleyecek bir şeyleri var ama kimse konuşamıyor."

"Çok erken. Biraz daha bekle. İçinin ne kadar dolu olduğunu biliyorum ama gerçekten çok erken. Bırak insanlar yas tutsun," dedi Başak.

"Pekâlâ, siz öyle diyorsanız öyle olsun."

Cümlemi bitirdikten sonra masadan kalktım ve boş bir şekilde yürümeye başladım. Cebimden tütünümü çıkardım ve sardım. Çakmağımla yaktıktan sonra derin bir nefes aldım ve dumanın içimdeki düşünceleri hapsetmesini ister gibi vücudumda dolaşmasına izin verdim. Duvarların içinde olmak hapsolmuş hissi veriyordu artık. Tekrardan taş binanın önüne geldikten sonra Emre'yi gördüm. Bir süre ikimiz de olduğumuz yerde durduk ve birbirimize baktık. Ağır adımlarla yanına gitme cesaretini gösterdim.

"Nasılsın?"

"İçimdeki duyguları nasıl anlatmamı istiyorsun?"

"Anlatmanı istemiyorum. Bunu da beraber atlatacağız. Ailemize olanları atlattığımız gibi."

Bu sözlerim pek bir etki yaratmamış gibi görünüyordu. Burada durmak onun için de benim için de zor olacaktı.

"Bir şeyler söylemeyecek misin?" diye konuşmaya başladım.

"Söyleyebilecek herhangi bir şeyim yok."

"Dışarı çıkmak ister misin?"

"Ne için?"

"Kafanı dağıtmış olursun. Belki karşımıza bir şeyler çıkar ve içindeki nefreti kusarsın."

"Bir şeyler yemem lazım. Sonrasında olabilir. Boşu boşuna çıkmak istemiyorum. Bir iz bulmamız lazım, bir ipucu."

"Tamam, nasıl istersen… Yanımıza Başak'ı alırız. Aramızda en iyi iz süren o."

"Anlaştık. Yarım saat sonra burada buluşalım."

Bunu iyiye işaret olarak sayabiliriz. Emre, içinde ölü olsa da hâlâ yaşıyordu. Asil ve Onur'u tabii ki bulmayı çok istiyordum ama henüz erken olmasından korkuyordum. Duygular ile hareket etmek bize ölümcül sonuçlar doğurabilirdi. Mantıklı hareket etmemiz gerekiyordu.

"Başak."

"Efendim?"

"Emre ile dışarı çıkacağız. Onur ve Asil'in izlerini takip etmek için. Bizimle gelmek ister misin?"

"Ne zaman soracağını düşünüp duruyordum ben de."

"Yarım saat sonra taş binanın önünde toplanacağız. Bekliyorum."

"Tamamdır, hazırlanıp gelirim."

Aramızda en iyi iz süren kişi Başak'tı. Küçüklüğünde babasıyla beraber kırlara gider ve avlanırlarmış. Biraz tedbirli biri… Kendisi önemli görmediği sürece dışarı çıkmaz.

"Nereye gideceksiniz?" diye bir ses geldi arkamdan.

"Ah, Cansın. Hiçbir yere."

"Yalan söylemeye mi başladık."

"Yapma ama yalan söylemiyorum. Gidecek bir yerimiz yok. Sadece keşif."

"Ben de gelmek istiyorum."

"Maalesef."

"Neden? Pınar'ı senden daha uzun süredir tanıyordum ve bir şeyler yapmak istiyorum."

"O yüzden gelmeni istemiyorum. Normal şartlarda bile ne kadar saldırgan olduğunu biliyoruz. Şu an duyguları ile hareket eden birini yanımızda götürmek bizim için ne kadar doğru olur bilmiyorum."

"Ne demek istiyorsun?"

"Gördüğün her şeye koşa koşa saldırmak için gideceksin. Kendini ve bizi tehlikeye atacaksın. Haksız mıyım?"

"Haksızsın. Geleceğim."

"Eğer geleceksen bir şartım var. Katanayı bana vereceksin. Eğer ihtiyacımız olursa ben sana veririm."

"İyi, tamam."

"Yarım saat sonra taş binanın önüne gel."

"Tamamdır."

Ne kadar doğru bir şey yaptığımı inanın bilmiyordum. Grup bu görev için yeteri kadar kalabalık olmuştu. Sadece ipucu arayacağımız bir dışarı çıkma görevinin ölümcül sonuçlar doğurmasını istemiyordum. En büyük görevim benimle beraber dışarı gelenleri sakinleştirmek olacak sanırım. Bir yanımda eşini kaybetmiş bir adam, diğer tarafta en yakın arkadaşını kaybetmiş bir kadın. En zorlu görevlerimden biri olacak.

"Taha."

"Efendim, Can."

"Cansın, Emre ve Başak ile beraber dışarı çıkacağız. Herhangi bir ipucu bulmak için."

"Güzel."

"Senden buraya göz kulak olmanı istiyorum. Artık güveneceğimiz çok insan kalmadı, biliyorsun."

"Evet."

"Bizler eski dostuz. Birçok sorun ile beraber baş ettik. Batuhan'a da söyle uyandığı zaman seninle beraber kalsın. Gözünüz diğerlerinin üstünde olsun. Başka bir kayıp vermek istemiyorum. Sena nerede? Onu da yanınızdan ayırmayın. O bizim geleceğimiz."

"Bana güvenebilirsin, halledeceğim."

"Biliyorum, teşekkürler."

Evimizde güven kaybı vardı. Bu apaçık belliydi. Gerçekten güvenebileceğim birkaç kişi dışında kimse yoktu. Hayata gözlerimi açtığımdan beri yanımda olan insanlar dışında kimseye güvenle bakamıyordum.

"Hazır mısınız?"

"Evet."

"Gidelim. Başak, ekibe sen liderlik edeceksin. Seni takip edeceğiz."

"Tamamdır."

"Kapıdan çıktıktan sonra sol tarafa doğru gitmişler. Sena öyle gördüğünü söyledi."

"Dikkat ederim."

Çantalarımızı sırtladık ve silahlarımızı omuzlarımıza astık. Başak en önde gidiyordu ve arkasında Emre gördüğü şeylerden bir anlam çıkarmaya çalışıyordu. En arkada Cansın ve ben etrafı kolaçan ediyorduk.

"Bekleyin," dedi Başak.

"Şu izleri görüyor musunuz?"

"Görüyoruz ama tam olarak ne anlam çıkaracağımızı bilmiyoruz," dedi Cansın.

"Bunlar bizim izlerimiz değil. Ne kadar takıntılı bir insan olduğumu öğrenmeye hazır olun. Evimizdeki herkesin ayak izini ve boyutunu biliyorum. Şu sol taraftaki ve onun yanındaki Onur'la Asil'e ait. Diğerleri yabancı."

"Tam olarak kaç kişi olduklarını anlayabiliyor musun?"

"Yanlış görmüyorsam 6 kişiler. Bizimkilerin dışında."

"Yani toplam 8 kişinin izini takip ediyoruz şu anda. Bu bizim için bir avantaj."

"Evet, devam edelim."

Başak izleri takip ederek devam ediyordu. Biz de arkasından onun kuyruğu gibi yürümeye devam ediyorduk. Yürüdükten bir süre sonra duruyor ve tekrardan izleri kontrol ediyordu.

"Bakın, izlerini yok etmeye çalışmışlar. Buraya biraz su dökülmüş. Ve aynı zamanda saçma bir rota takip etmişler. Muhtemelen nereye gittiklerini öğrenmemizi istemiyorlar. Onur ve Asil iz takip eden birinin olduğunu biliyordu tabii evimizde. Ama sizi durdurmamın daha önemli bir sebebi var. Tam olarak durduğumuz yerde 2 kişi başka bir yöne doğru gitmiş. Şu izleri görüyor musunuz? İşte, sol taraftan gidersek 6 kişiyi takip edeceğiz. Ama sağ taraftan gidersek de 2 kişiyi takip edeceğiz. Bu kararı size bırakıyorum."

"2 kişiyi takip etmek daha mantıklı geliyor. Bu bir şaşırtmaca olabilir," diye araya girdim.

"Kalabalığı takip edeceğim," diye soğuk bir ses geldi arkadan.

"Emre, 2 kişiyi takip etmemiz daha mantıklı. Bunu sen de biliyorsun. Bu bir şaşırtmaca olabilir."

"Kalabalık."

"Nasıl istersen. Şöyle yapıyoruz o zaman. Yanımızda ne de olsa Cansın var. Ben 2 kişinin arkasından gideceğim ve siz kalabalığı takip edeceksiniz. Anlaştık mı?"

"Bu tehlikeli olabilir," dedi Başak.

"Şu an yaptığımız da tehlikeli. Yaşadığımız hayat tehlikeli. Şu an abimle tartışmak istemiyorum ve bana en mantıklı gelen şeyi yapacağım. Cansın, katanayı al ve gerekmediği sürece kullanma. Abime sahip çık. Görüşürüz."

İşte orada yollarımız ayrıldı. Farklı sokaklara dağıldık ve iz takip etmek için Başak'tan birkaç ipucu aldım. Yarım saat kadar yürüdüm. İzler gerçekten saçma bir rota izleyerek tekrardan Kalamış sahile kadar geldi ama burada izleri kaybettim. Bir duvarın dibine çöktüm ve ben olsam ne yapardım diye düşündüm. O sırada etrafıma göz gezdirdim. Gerçekten geniş bir alandı ve gidecek çok fazla yer vardı. Eğer kendi kamplarına gidiyorlarsa kampın burada olmadığı kesindi. En mantıklı seçenek Kadıköy'e gitmekti sanırım. Siktir, tabii ya. Sanırım buldum. Kalamış sahilden düz bir şekilde giderken bir spor tesisi var. Etrafı duvarlarla çevrili ve çok geniş bir alan. Eğer onlar yerinde olsam orayı kamp olarak kullanabilirdim. Gidip bakmakta yarar var.

On dakika kadar yürüdükten sonra spor tesisi görüş alanıma girmişti. Bir ara sokağa girdim ve apartmanların yanından dikkatli bir şekilde yürümeye devam ettim. Olabildiğince yaklaştıktan sonra bir apartmana girdim ve merdivenleri hızlı bir şekilde çıkmaya başladım. En üst kattaki dairelerden birine girip camdan dışarı baktım. Yanlış daire. Kendi kendime gülmeye başlamıştım. Sinirlerim gerçekten çok bozuk. Ters tarafa bakan daireye girmiştim. Çıktım ve diğer dairenin kapısına uzattım elimi. Kapı kapalıydı. Böyle bir şey sadece bana denk gelir zaten. Merdivenlerden bir kat aşağıya indim ve dairenin içine girdim. Sırt çantamı indirip duvarın dibine koydum ve dizlerimin üstüne çökerek pencereden dışarı bakmaya koyuldum.

Tam da tahmin ettiğim gibi bir kamptı burası. Bizim evimize yaklaşık yarım saat mesafede. Bunca zamandır bunu fark etmemiş olmamız enteresan ama genelde bu rotayı kullanmadığımız için bilmememiz normaldi. Kampın içine dürbünle baktığım zaman bir şey fark ettim. Aslında burası bir kamp değildi. Geçici bir konaklama alanı diyelim. Bu da neden burada bir kamp olduğunu ve insan görmediğimizi açıklıyor aslında. Buraya kısa bir süre önce geldikleri kesindi. Tesisin ortasında geniş bir alanda çadırlar kurulmuştu. Görüş alanımda 5 kişi vardı ve bunların hiçbiri Asil veya Onur değildi. Biraz daha bekleyip tam sayılarını öğrenmeye çalıştım.

Yaklaşık iki buçuk saattir bekliyorum ve gelen giden olmadı. Kampın tamamı 5 kişi olmalı ya da diğerleri dışarıdadır, bilemiyorum. Ama artık gitmem gerekiyordu. Diğerlerinin ne yaptığını öğrenmem gerekiyor. Daireden çıktım ve aynı hızda merdivenlerden aşağıya inmeye başladım. Tam apartmanın kapısından çıkacaktım ki sokaktan gelen seslerden dolayı durdum ve sırtımı duvara yasladım. Ayak sesleri giderek yaklaşıyordu. Ayak sesleri. Kulak kesildim ama bu bir insan ayak sesi değildi. Bağırtan da değildi. Daha önce karşılaşmadığınız bir ses duyduğunuz zaman istemsiz bir şekilde nabzınız artıyor. Yıllardır böyle bir ses işitmemiştim. Yavaşça dayandığım duvardan ayrıldım ve kafamı dışarıya doğru uzattım. At mı? Uzun zamandır at görmemiştim sanırım. Burada ne arıyordu? Tüm vücudumu apartmandan çıkardım ve çok yavaş adımlarla elimi uzatarak ata doğru yürümeye başladım. Bir süre durup gözlerini bana doğru dikti ama sonra huysuzlanıp geriye doğru kaçmaya başladı. Yaşadığımız hayatta herkesten kaçması gerektiğini kısa bir sürede öğrenip hayatta kalmış bir at. Kim bilir nereden geldi buraya kadar.

Geldiğim yolu takip ederek evimize doğru yol almaya başladım. Etraf sessizdi ve görünürde kimse yoktu. Biraz daha ilerleyip evimizin bir sokak altındaki dar bir yola geldim. O sırada gözüme bir gölge takıldı. Eğildim ve parmak ucumda ağır bir şekilde yürümeye devam ettim. Sol omzumdan otomatik tüfeğimi aldım ama emniyetini açmadım. Ses yapabilecek her şeyden kaçınmam gerekiyordu. Parmağımı, emniyeti hızlı bir şekilde açacak durumda tutuyordum. Sessiz bir şekilde arkasına doğru yanaştım ve namluyu kafasının arkasına dayadım ve emniyeti açtım. İrkilerek kafasını çevirmeye çalıştı ama namluyu sert bir şekilde kafasına doğru bastırıp buna engel oldum.

"Kimsin sen?" diye sordum hırlayarak.

Cevap vermekte tereddüt edince namluyu biraz daha bastırdım kafasına.

"Cevap ver."

"Söyleyemem."

"Eğer söylersen sana yapacaklarından korkuyorsan eğer, daha benim yapacaklarımı hayal bile edemiyorsun demektir."

Birkaç saniye bekledim ama hâlâ cevap gelmedi. Beni oyaladığından şüphelenmiştim ve bir şeyler yapmak zorundaydım. Tüfeğin kabzası ile kafasına sert bir şekilde vurdum ve yere yığıldı. Bundan sonrasını hızlı bir şekilde halletmem gerekiyordu. Tüfeği sırtıma astım ve adamın baygın vücudunu sırtladım. Evimiz sadece bir sokak ötede olduğu için kendimi şanslı sayıyordum. Yavaşça etrafı kolaçan ederek evin önüne vardım. Emre, Başak ve Cansın kapının önünde bekliyordu. Sanırım onlar da daha yeni gelmişti çünkü eşyalarını yere bırakmakla meşguldüler.

"Selam," dedim gülerek.

"Bu kim?"

"Bilmiyorum. Aşağı sokakta bir arabanın arkasında etrafı gözlerken buldum."

"Ve onu buraya getirdin öyle mi?"

"Ne yapmamı bekliyordun? Kim olduğunu sordum ve söylemedi. Ben de tüfeğin kabzası ile bayıltıp sorgulamak için buraya getirdim."

"Bu adam eğer bir haydut grubunun üyesiyse kaybolduğu yeri biliyor olacaklar ve burada olduğunu anlayacaklar."

"Sence tek derdimiz bu mu? Artık yaptığım şeyleri düşünecek durumda değilim. Hızlı hareket etmeliyiz ve sert olmalıyız. Eski günler geride kaldı."

"O haklı. Gel, onu balo salonuna götürelim, orası geniş ve boş."

Binanın en üst katında sürekli etrafı gözleyecek birileri duruyordu. Artık başlamıştı. Eskisi gibi sakin bir hayat süremeyeceğimiz belliydi. Ne kadar hızlı olursak o kadar avantajlı olurduk. Olabildiğince hızlı bir şekilde bilgi edinmemiz ve hareket etmemiz gerekiyordu.

"Ne durumdayız?" diye sordum balo salonunda duran Taha'ya.

"Elimizde bir şey yok."

Taha'yı kenara çektim ve adamın duyamayacağı şekilde konuşmaya başladım.

"Şu an yaşadığımız hayat göz önüne alınırsa eğer, bu adamın kendi kampına bir daha geri dönemeyeceğini biliyoruz. Açıkçası bizim başımıza böyle bir şey gelseydi geri dönen kişiye güvenim sıfır olurdu. Bu adamı da serbest bıraktığımız zaman bizimle anlaşma yaptığını düşünürler ve hiçbir işimize yaramaz. Demek istediğimi anlıyor musun?"

"Sanırım."

"Bu adamı bizden biri yapmamız gerekiyor. Güvenini kazanmalıyız. Başka türlü konuşacağını sanmıyorum."

"Neden? Böyle bir şeyi neden yapalım ki?"

"Eğer bu adamın güvenini kazanamazsak bir işimize yaramaz. O zaten ölü. Şuna bak. Ya bizim elimizde ölecek ya da dışarıda kendi arkadaşları tarafından öldürülecek. Bunu çok iyi biliyor ve konuşması için hiçbir sebep yok. O ölü bir adam."

"Ne yapmamızı istiyorsun?"

"Ona düzgün yemekler verin. Güvenini kazanın. Sohbet edin. Gerekirse ara sıra çözüp etrafı bile gezdirebilirsiniz."

"Bu bir risk, bunu biliyorsun."

"Biliyorum. Bu yüzden sana güveniyorum."

"Nasıl istersen. Sorumluluk sende."

"Evet, bende. Teşekkürler."

Bu adamın güvenini kazanmaktan başka çaremiz yoktu. Böyle tipleri bilirim. Kendini zaten ölü hissettiği için hiçbir şekilde konuşmayacaktır. Bir tutsak olarak burada kaldığı zaman da ölü olacak, buradan dışarı çıktığı andan itibaren de ölü olacak. Onu bizden biri yapmalıydık. Balo salonundan çıktım ve taş binaya doğru yürümeye başladım. Bu akşam yağmur yağacağı belliydi. Hava kapalıydı ve son günlerin en güçlü rüzgârı ile baş başaydık. İçeri girdim ve merdivenlerden iki kat yukarı çıktım.

"Bir şeyler var mı?" diye sordum Bahar'a.

"Görünürde bir şey yok. Herhangi bir hareket yok."

"Bu bizim için iyiye işaret ama dikkat et."

"Ne kadar edebilirsek o kadar."

Tam o sırada pencereden dışarıya doğru bakarken Emre'nin hızlı adımlarla balo salonuna doğru gittiğini gördüm. Siktir. Onu durdurmam gerekiyordu. Ne yapacağını kimse kestiremezdi. Kapıyı açtım ve merdivenlerden hızlı bir şekilde inmeye başladım. Taş binadan çıkıp balo salonuna doğru koştum. Emre çoktan içeri girmişti bile. Balo salonunun kapısını açtım ve içeriye daldım. Emre tutsağımızı tutmuş, sarsarak sorular soruyordu. Taha korkmuş bir şekilde birkaç metre ötede yerde duruyordu. Muhtemelen Emre tarafından bir yumruk yemişti veya itilmişti.

"Emre!"

"Ne var?"

"Ne yaptığını sanıyorsun? Bunu konuşmuştuk."

"Bunun için bekleyemem. Birkaç gün daha bekleyemem."

"Beklememiz gerekmeyecek. Bunu ben halledeceğim. Bırak onu ve çık buradan."

"Hayır, bir şeyler söylediğini duymadan buradan gitmeyeceğim."

"Her şeyi mahvedeceksin."

"Mahvedecek ne kaldı? Ne kaldı?

"Eğer bir intikam almak istiyorsak bunu doğru bir şekilde yapmamız gerekiyor. Bu adamı buraya ben getirdim ve benim korumam altında, anlıyor musun? Onu bırak ve buradan çık. Bu salonun içinde görmek istemiyorum bir daha seni."

"Pekâlâ. Nasıl istersen. Aşkınızı yaşayın beraber. İstersen Taha da çıksın, belki bir şeyler yapmak istersiniz."

"Siktir git buradan."

Olan bu olaylardan sonra grubun kontrolünü sağlamak gerçekten zordu. Çoğu kişi Emre'nin yanındaydı ve bu konu için onları suçlayamam. Hızlı bir şekilde sonuç alabileceğimiz bir şeyler yapmak zorundaydık.

"Taha, bizi yalnız bırakır mısın?"

"Emin misin?"

"Evet."

Taha kapıdan çıktı ve adamın ağzındaki bandı çıkardım.

"Gerçekten bunu yapmak zorunda mıyız?" diye sordum.

Herhangi bir cevap gelmedi.

"Şimdi seninle gerçekçi bir şekilde konuşacağım. Senin şu an ölü bir adam olduğunu ikimiz de biliyoruz. Buradan çıktığın an kendi arkadaşların tarafından öldürüleceksin çünkü senin buradan bir anlaşma yapmadan nasıl çıktığını merak edip duracaklar. Sana bir hain gözüyle bakacaklar. Ama diğer taraftan şöyle bir şey de var. Benim adama ihtiyacım var. Yıllar geçen bu mücadelede birçok adamımı kaybettim. Sürüyle yapılan savaşta ve evimize yapılan baskında toplam dört kişi kaybettik. Demek istediğimi anlıyor musun? Bize güven verirsen burada kalman için gereken ne varsa yaparım."

"Yalan söylüyorsun," dedi sessiz bir şekilde.

"Yalan mı söylüyorum. Sence yalan söyleyecek durumda mıyım? Benim veya bizim sorunumuz seninle değil. Geçen gün bu kampın içine giren kişileri bulmaya çalışıyoruz ve her türlü yardıma açığız. Tek yapman gereken her şeyi bize söylemek… Ya bize her şeyi söyleyip yaşayacaksın ya da zaten ölü bir adamsın. Bunu sen de çok iyi biliyorsun. Elinde bir seçim yapma fırsatı var."

Herhangi bir cevap gelmedi yine. Biraz bekledikten sonra tam arkamı dönüp gidecektim ki kıpırtıları işittim.

"Ne öğrenmek istiyorsun?"

"Düzgün bir şekilde cevap verecek misin?"

"Eğer güvenliğimi garanti edersen evet."

"Bundan emin olabilirsin. Kimdi onlar?"

"Kendilerine Yamyamlar diyorlar. Yani diyorduk."

"Yamyam mı?"

"Evet, ama insan yedikleri için değil merak etme. Onların eline düşmek istemezsin. Bazen ben bile izlerken kusuyordum. İnsanlara inanılmaz bir işkence yaparak öldürüyorlar."

"Tamam, bunun detayını öğrenmek istemiyorum. Başka neler biliyorsun? Nerede kalıyorlar, onları nerede bulabiliriz?"

"Gittikleri yerlerde kısa süreli kalıyorlar. Yaklaşık bir hafta kadar… Caddedeki girişi kocaman, siyah olan spor kulübünü biliyor musun?"

"Evet, eskiden oraya giderdim."

"Siz sürüyle savaşmadan bir hafta önce oraya yerleştik."

"Ben seni bulduğum sırada ne yapıyordun?"

"Gözetliyordum. Siz her dışarı çıktığınızda takip ediliyorsunuz. Bunu anlayacağınızı sanıyordum ama düşündüğümden daha zayıfsınız. Etrafınızda olan bitenden hiçbir şekilde haberiniz yok."

"Biz sadece yaşamaya çalışıyoruz. Sizden önce böyle dertlerimiz yoktu. Herkes yaşamaya çalışıyor."

"Unutma ki biz de hayatta kalmaya çalışıyorduk. Sizin yöntemleriniz ve bizim yöntemlerimiz farklı."

"Kaç kişisiniz?"

"Savaşacak insan sayısı 20 civarında. Ama kampta toplam kişi sayısını soruyorsan 35 kişi falan."

"Diğerleri kimler?"

"Kölelerimiz. Zorla çalıştırdığımız insanlar. Bir yerden bir yere giderken malzemelerimizi taşıyanlar."

"Peki, bizim adamlarımızla nasıl iletişime geçtiler? Onur ve Asil ile."

"O pek de zor olmadı. Sizin dışarıya çıktığınız bir gün duvarların kenarında malzemelerle uğraşan bir adam gördük. Bu kişi Onur'du. Bizimkiler bir not yazıp taşla beraber onun yanına attı."

"Bu kadar kolay mıydı?"

"Biz notumuzu göndermiştik, geriye sadece beklemek kaldı."

"Notta ne yazıyordu?"

"O kadarını bilmiyorum. Bu tür şeyleri bilen kişi sayısı parmakla sayılacak kadar. Herkese güvenmiyorlar."

"Peki Asil?"

"O bizim için de sürpriz oldu. Sanırım Onur onu kafalamış."

"İkisini yan yana koyunca mantıksız geliyor. Onur tamam ama Asil neden böyle bir şey yapmış olsun."

"Bilmiyorum, sizin adamınız."

"Peki, sonraki planlardan haberin var mı?"

"Hayır, ama kestirmek çok da zor değil. Yakında bu kampı ele geçirirler. İçinde bizim için çok değerli malzemeler var ve duvarların zayıf noktasını bilen adamınız artık onların yanında. Çok da zorlanacaklarını sanmıyorum. Sayıca sizden üstünler aynı zamanda."

Tam konuşmanın ortasında kapının açıldığını duydum. Yine Emre'ydi ama bu sefer yalnız değildi.

"Sevgililer yalnız kalmayı başarmış," dedi Emre.

"Sus da beni dinle," dedim.

"Can, yeterince bekledik. Artık bir şeyler yapmanın vakti geldi," diye araya girdi Cansın.

"Siz beklediniz, ben elimden geleni yaptım ve gereken bilgiyi topladım."

"Ne bilgisi?"

"Nerede olduklarını, kaç kişi olduklarını. Onur'u nasıl kendi taraflarına geçirdiklerini..."

"Nasıl yapmışlar?"

"Hepsini anlatacağım. Ama bu adama kimse dokunmayacak. Bizim işimize yarayan biri. Biraz daha burada kalacak ve bizim güvenimizi kazandığı zaman bizden biri olacak. Onur nasıl onlardan biri olduysa artık o da kısmen bizden biri. Adama ihtiyacımız var. Ne demek istediğimi anlayacaksınız."

Salonun içine girenlerin gözlerinin içine baktım uzun uzun. Bu konuşmanın burada bittiğini anlamışlardı ama Emre hâlâ sinirli bir şekilde etrafa göz gezdiriyordu.

"Artık mantığınla hareket etmenin zamanı geldi. Buna ihtiyacım var," dedim Emre'ye.

"Bu olaylar bitene kadar mantıklı bir şeyler yapmak istemiyorum."

"Bizimle beraber burada kalan insanların hayatını tehlikeye atmana izin vermem."

"Senden izin almak isteyen mi var?"

"Artık buradan çıkmanız gerek. Herkesi korta toplayın. Öğrendiklerimi sizlerle paylaşacağım."

Tekrardan herkesi tenis kortuna topladık ve ortamın sakinleşmesini bekledik. Herkesin söyleyecek bir şeyi vardı. İçlerini dökmeleri için bekledim ama sonunda susturmak zorunda kaldım. Herkes balo salonunda tek başına oturan adamın cezalandırılmasını istiyordu ama bilmedikleri bir şey vardı. O da bizim gibiydi. O da bu işte bir piyondu ve söylenenleri yapıyordu. Evimize giren grupta olup olmadığını bile bilmiyoruz. O sadece ona söylenenleri yapıyor. Buradaki çoğu kişinin yaptığı gibi… Burada asıl suçlamamız gereken kişi veya kişiler bu işi planlayanlar ve bize ihanet edenler.

"Dinleyin beni! Her kafadan bir ses çıkıyor. İçinizdeki ateşi ve nefreti anlayabiliyorum ama bu iş böyle çözülmez. Önümüze geleni öldürerek bunu halledebileceğimizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Evet, o günler de gelecek merak etmeyin ama şu an değil. Elimizde olanlarla yetineceğiz ve gözlem yapacağız. Kısa süre içinde tekrardan toparlanıp düşman kampını gözlemlemeye gidebiliriz. Orası da bizimki gibi bir yer ve etrafında yüksek sayılabilecek binalar var. Gerekirse günlerce orada oturur ve neler yaptıklarını, kaç kişi olduklarını izleyebilirim. Ama şu an için sakin kalmamız ve düzgün bir plan yapmamız gerekiyor."

Cümlemi bitirdikten sonra korttan çıktım ve balo salonunun yolunu tuttum. Adam hâlâ orada oturuyordu.

"Merak ettiğim ve hiç sormadığım bir şey var."

"Nedir?" dedi adam.

"Adın ne?"

"Berk."

"Berk, pekâlâ. Berk, bize isim lazım. Şu an bu kampın içinde olanların çoğu seni öldürmek istiyor biliyorsun. Şu an için bunu erteleyebilirim ama bize somut bilgiler vermezsen bu iş giderek zorlaşacak."

"Tam olarak ne istiyorsun?"

"İsim. Başınızdaki kişilerin isimleri… Sizin için önemli olan kişilerin isimleri."

"Benim çıkarım ne olacak bundan? Her hâlükârda ölü bir adamım zaten."

"Daha önce söylediklerimi biliyorsun. Sana yaşamı veriyorum. Nefes almanı sağlıyorum."

"Bunun için söz verebilir misin?"

"Eğer bizim için bir şeyler yaparsan seni kardeşimmişsin gibi koruyacağıma söz veriyorum."

"Sanırım bu kadarı yeterli."

"Tamam, o zaman somut bir şeyler ver."

"Özgür, Çınar ve Ömer… Bunlar Patron denilen kişinin yaverleri."

"Peki, patron kim?"

"Bilmiyorum. Onun ismini hiçbir zaman duymadım. Ona sadece Patron diyorlar. Hatta bazen Baba dedikleri bile oluyor. Ona kutsalmış gibi davranıyorlar. Patron'u sadece bu üçlü görebiliyor."

"Tarikat falan mısınız lan siz?"

"Bilmiyorum. Beni bulduklarında açlıktan ölmek üzereydim ve bana yemek verdiler. Onlara bir borcum vardı. Sorgulamadım hiçbir şeyi."

"Daha fazla söyleyebileceğin bir şey var mı?"

"Patron hakkında söylentiler var. Ne kadar doğru bilemiyorum ama onu gerçekten ilah olarak görüyorlar. Boyu o kadar uzunmuş ki çadırda eğilerek yürümek zorunda kalıyormuş. Yüz yüze konuştuğu herkesi etkisi altına alıp istediği her şeyi yaptırabiliyormuş. Benim Patron ile ilgili duyduklarım bunlar."

"Saçmalık. Böyle bir şey imkânsız… Eskiden de bu tür şeyler her zaman abartılırdı."

"Bilemiyorum. Bildiklerimi sana aktarmaya çalışıyorum."

"Başka söyleyebileceğin bir şeyler var mı? Cephaneleri ve silahları hakkında?"

"Sizden çok daha üstünler. Eğer bir şeyler planlayacaksanız kendinizi bir karınca gibi görmeniz gerekiyor. Size neden saldırmadıklarını anlayamıyorum. Eğer buraya saldırırlarsa iki dakika içinde hepiniz ruhunuzu teslim etmiş olurdunuz."

"Bizimle oyun oynuyorlar, başka açıklaması yok. Kendi içimizde yok olmamızı istiyorlar."

"Haklı olabilirsin."

Şu an için öğrenebileceğimiz her şeyi öğrendik. Bundan sonrası tamamen bize kalmış bir şey. Karşımızda bizden çok daha üstün bir düşman var. Onları şaşırtmalıyız. Beklemedikleri bir şeyler yapmalıyız. Ama nasıl?